Yükleniyor...
Her reddediş, başka pencereden bakıldığında aynı zamanda bir kabul ediştir.
En basitinden, araçla yolculuk yaparken kırmızı ışıkta durmayı reddetmek başka bir gün yaya olarak karşıdan karşıya geçerken araba altında kalmayı kabul etmektir.
Ya da ne bileyim, katliam gibi maden kazalarına tepkisiz kalmak nice maden facialarına davetiye çıkarmaktır.
“Bir insan bir gün suçsuz yere içeride yatacağına bin suçlu aramızda dolaşsın.” demeyip adalet terazisinin kefelerine şahsî çıkarları koymak yeni haksızlıklara zemin hazırlamaktır.
“Komşu komşunun külüne muhtaçtır.”, “Ev alma, komşu al.” gibi sözlere sahip bir toplumda komşunun kuyusunu kazmak, “Nerede kaldı komşuluk?” demeyi göze almaktır.
Sadece depremlerde değil, toplumun yaşadığı her sarsıntıda birlik olma bilincinden vazgeçmek artçı sarsıntılar kendimizi vurduğunda yanımızda kimseyi bulamamaktır.
Ne âlaka demeyin lütfen.
Büyüklerimizin deyişiyle etme bulma dünyasındayız.
Her birimizin, bir diğerimiz üzerinde hakkı var.
Zaten İslamiyet’te de kul hakkı en büyük günahlardandır.
Dolayısıyla yaptıklarımıza, yapmadıklarımıza; konuştuklarımıza, sustuklarımıza oldukça dikkat etmek gerek.
Mutlu bir gelecek inşası ve milletimizin bekası için, ‘bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine’ yaşamayı öğrenmekten başka çaremiz yok.
Tabiî her reddediş yukarıdaki örnekler gibi olumsuz netice vermiyor.
Bakınız: Saltanatın Kaldırılması
Yüzyıl önce bugün belki de tarihimizin en anlamlı reddedişlerinden birine imza attık.
Asırlardır hüküm süren hanedanın hükmettiği yönetim sistemi meclisten çıkan bir kararla son buldu.
Bu, sanıldığı kadar kolay olmadı.
Kurtuluş Savaşı yıllarında iki farklı anlayışın mücadelesini Atatürk şöyle anlatır:
“Saltanat devrinden Cumhuriyet devrine geçebilmek için, herkesin bildiği gibi bir geçiş devresi yaşadık. Bu devirde iki fikir ve görüş, birbiriyle mütemadiyen mücadele etti. O fikirlerden biri saltanat devrinin devam ettirilmesiydi. Bu fikrin taraftarları belli idi. Diğer fikir, saltanat idaresine son vererek cumhuriyet idaresi kurmaktı. Bu bizim fikrimizdi. Biz fikrimizi açık söylemekte mahzur görüyorduk. Ancak görüşümüzün uygulanma kabiliyetini saklı tutup münasip zamanda tatbik edebilmek için saltanat taraftarlarının fikirlerini uygulama sahasından uzaklaştırmak mecburiyetinde idik. Yeni kanunlar yapıldıkça, bilhassa Anayasa yapılırken saltanat taraftarları padişah ve halifenin hak ve yetkilerinin belirtilmesinde ısrar ederlerdi. Biz bunun zamanı gelmediğini veya lüzumlu olmadığını bildirerek meselenin o yönünü söylemeden geçmekte fayda görüyorduk.”
1 Kasım 1922’deki resmî reddedişin işaret ettiği millet egemenliğine dayalı cumhuriyetin ilanı için ise biraz zaman gerekti.
Bir 29 Ekim günü o da gerçekleşti.
Saltanat kayığından mecburen inen, fırsatını bulduğunda tekrar oraya adım atmaya hevesliler var kuşkusuz.
Zaten bunu doğal karşılamak gerekir.
Tecrübeyle sabittir ki her ilaç yanında bazı yan etkiler de getirir.
Eğer bünye hassassa bu yan etkilerin görülme sıklığı ve oranı da artar.
Aslında bana kalırsa yaşadığımız tam da budur.
Cumhuriyet, tartışmasız bir şekilde bizim ilacımızdı fakat tüm sorunlarımızı kökten çözmedi.
Ondandır ki yönetici kadrosunda yer alan kişiler doğrudan Cumhuriyet’i ve devrimleri hedef almaya devam ediyor.
Daha geçen gün devlet televizyonu TRT’nin spikeri haber bülteninin sonunda şunları söyledi diye çeşitli çevreler tarafından hedef tahtasına oturtuldu:
“Bizi ümmet olmaktan çıkarıp birey olma bilincini, Cumhuriyet aydınlığını, ilmini armağan eden Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü ve tüm şehitlerimizi sevgi ve saygı ile anarken, Cumhuriyet’i zihninde, kalbinde yaşayan ve yaşatan, bunu gelecek nesillere aktaran siz bu büyük millet bu büyük devlet, Atatürk’ün kurduğu büyük Türkiye Cumhuriyeti ilelebet yaşasın, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun.”
Hemen akabinde AKP MKYK üyesinin yaptığı şu açıklamaya bakınız:
“Yayında spikerin ağzını kapatamazsın. Ancak sonra gereğini yaparsın ki yapıldı. Efendimizin ümmeti ile ilgili ahkâm kesmek bunun haddi değildir. Planlı harekettir.”
Bu tipler yanında, cumhuriyeti doğrudan hedef almayıp saltanat kayığının dibine yaklaşmasını bekleyenler de var.
Maalesef, reçeteyi yazan kurucu kadronun hayalini kurduğu zihniyet devrimi bir türlü gerçekleşmek bilmedi.
Bundan sonra gerçekleşir mi, gerçekleşirse bunu biz görür müyüz, emin değilim.
1 Kasım 1922’deki reddedişin sarsıntıları devam ediyor, kalıntıları zaman zaman gün yüzüne çıkıyor.
Peki ne yapmak lazım?
Genelde işleri akışına bırakma taraftarıyım.
Fakat burada akışına bırakılamayacak kadar ciddi bir mesele var.
Lafla peynir gemisi dahi yürümezken türlü düşmanları olan Cumhuriyet’in sloganlarla, iyi niyet ifadeleriyle, gelecekle ilgilenmeyip sadece geçmişle övünerek ayakta kalması mümkün mü?
Hep bir ağızdan “Yaşasın Cumhuriyet!” nidaları atmak kolay.
Önemli olan gerçekten yaşatmak değil midir Cumhuriyet’i?
Cevabınız evetse, hâlâ ümit var demektir.
Zannımca ilk yapmamız gereken de Gençliğe Hitabe’yi genç yaşlı ayırt etmeksizin özümseyene kadar okumaktır.