Yükleniyor...
Bir öğrencisi, Nida Tüfekçi’nin; “Türküler babanızın tarlası değil. Onları dilediğiniz gibi ekip biçemezsiniz.” diyerek kendilerini ikaz ettiğini anlatıyor.
“Yorum katmak, sözlerini değiştirmek, makamıyla oynamak yok” demek istiyor bununla Nida Hoca belli ki.
Geçen asrın ilk yarısında türküleri derleyen, kayda alan kaybolmalarını önleyen bu altın kuşağın bu değerler üstüne bu derece titremelerine karşılık yeni neslin adım adım türküden koptuklarını gözlüyoruz, ne çare.
Ekonomi, hayatın her safhasında olduğu gibi bu konuda da etkili. Şehir hayatında AVM’ler alışverişlerimizin değişmez adresleri oldular… Bir şey almasan da bir gezineyim diyorsun. Servis ayağına geliyor, gideceğin yoksa da gidiyorsun. Gidince ne oluyor? Otomatik döner kapı kurbanını içeri çekiyor. O andan itibaren ne dediği, hangi dilden olduğu bilinmeyen, kendinden bir şey bulamadığın şamata gürültü çekmeye mecbur bırakılıyorsun. Ta ki girdiğin kapıdan çıkana kadar. Çıkınca işkenceden kurtuluyorsun ancak. Ülke bu tür alışveriş merkezlerinin istilasına maruz adeta. Sahibi yabancı adı yabancı, müziği yabancı. Türküye kapalı Türk sanat müziğine kapalı, Türkçe sözlü her müziğe kapalı. Hiçbirini duymanın mümkünü yok oralarda. Küreselleştirilen dünyada “yüksek sesle, sessiz, derinden tek tipleştirme” bu da.
Bilerek kullanıyorum bu “yüksek sesle, ama sessizden” tabirini.
Tıpkı ana caddelerimizi istila eden yabancı dildeki tabelalar gibi.
Milli sofralarımızın yerini küresel markaların almaları gibi
Bayramlaşmaların yerini dokuz günlük tatillerin alması gibi.
Mektubun, kalemin, el sıkışmanın, kucaklaşmanın yerini mesajlaşmanın alması gibi.
Bahçeli, avlulu, asmalı, evlerin yerini beton yığınlarının alması gibi.
Halaylarımızın, oyunlarımızın ne çalınıp söylendiği belirsiz salon düğünlerinde kaybolup gitmeleri gibi.
Bu paralelde daha pek çok şey gibi.
“Alan kör, satan hırsız, kantar ayarsız”
Rekabet acımazsız bu pazarda.
Kaybolan, değerlerimiz, benliğimiz…
Şimdi bir kısım çıkıp da diyebilir ki:
“Bu çağda bu kafa”.
Buna cevabımız şudur.
Kendileri “ulusal” olmadan, “evrensel” olmaktan mutlu olabilirler.
O mutluluktan bize pay düşmez.
Yabancının kültürü de olur elbet. Ona saygımız vardır.
Ancak “bana benzersen seni sayarım” derse, “onunki ona, benimki bana…”.
Âşıklık geleneğimizin günümüz temsilcilerinden birine bir gencimiz;
“Tarkan’dan uzun ‘ince bir yoldayım’ parçasını çalar mısın?” diyor.
Âşık da zatına mahsus ince mizahla cevap veriyor ona;
Onu değil de Âşık Veysel’den “kıl oldum abi”yi çalabilirim sana.
Kuşaklar arası geçiş bu şekilde işte…
At izi it izine karışmış durumda.
Sağlıklı intikal yok görüldüğü gibi.
Türk şiirinin erişilmez ismi Yunus Emre şöyle diyor:
“Yar yüreğim yar, gör ki neler var,
Bu halk içinde bize gülen var.
Koy gülen gülsün, dost bizi bilsin,
Gafil ne bilsin, bizi bilen var.“
Bu yol uzaktır, menzili çoktur,
Geçidi yoktur, derin sular var.
“Türkü” eşittir tüm Türk kültürü
Hepsini içine alacak kadar derin.
Gir içine çıkamazsın. İnsanlığa mirası bu toprakların onlar.
Neler yiter onlarla neler…
İnsanlık borcu o yüzden onları yaşatmak.
O yüzden diyoruz ki:
İncirlik Üssünden, Kürecik Üssünden farkı kalsın AVM adı altında toprağımıza konuşlandırılanların.
Türkü de çalsın oralarda.
Şartnameye konsun hatta daha açılırken.
Yarı yarıya Türk müziği olsun en azından.
Cüzdanı boşaltılıyor gelenin zaten.
Ruhu çalınmasın bari..!