Yüzüncü yıl

Tabiri caizse Cumhuriyet yüz’üldü yüz’üldü kuyruğuna gelindi. Ya yüz yıl öncesini hatırlayıp ayağa kalkacağız ya da mevcut korku ve baskı iklimine teslim olup yok olacağız! Yüz’üncü yılda ikinci ihtimale boyun eğersek çocuklarımızın yüz’üne artık nasıl bakarız, bilemiyorum.


Paylaşın:

Yeni bir yaşa adım atarken geride bıraktığımız senelerin muhasebesini yaparız genelde.

“Neydim, ne oldum ve ileride ne olacağım?” deriz kendi kendimize.

Mâlumunuz Türkiye Cumhuriyeti de 100. yaşı için aylar hatta günler sayıyor.

Devletler de insanlar gibi doğuyor ve yaşıyorlarsa aynı tür bir muhasebenin onlar için de gerektiği aşikârdır.

Evet, muhasebe yapılmalı.

Pekiyi, bunu yapmak kime düşer?

Tabii ki devlete vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkese.

Ee ben de bir denemede bulunmak isterim mümkünse.

İlk sorumuzla başlayalım: Neydi?

Cevaplayalım, dilimiz döndüğünce.

Savaşı mecbur kalınmadıkça cinayet gören, eski bir düşmanı tarafından Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilen bir lidere sahipti.

Emperyalizme karşı savaş kazanılmış ve mazlum milletlere örnek olunmuştu.

Savaş sadece cephede kazanılmamış, eğitim ordusu için tüm imkânlar seferber edilmiş ve bilimin ışığında yol alınmıştı.

Yargı bağımsızdı, kula kulluk eden yoktu.

Hâkimiyet, anayasadaki ifadesiyle bila kaydü şart milletindi.

Belki madden çok zengin değildi ama manevî birikimi hesap dahi edilemezdi.

Birlikten kuvvet doğardı.

Basın hürdü ve emekçileri gururlu.

Farklılıklar zenginlikti, ayrılık ve aykırılık sebebi değil.

Demokrasiye darbe vurulan dönemler olmuştu ama nihayetinde sandık galip gelmişti.

Ne mutlu Türk’üm diyeneydi.

Ağacın yeşili sevilirdi, doların değil.

Çalmak değil çalışmak, bölmek değil bölüşmek esastı.

Kamuya alımlarda liyakat gözetiliyordu.

İtiraz edenler çoğunluktaydı.

Kimsesizlerin kimsesiydi Cumhuriyet.

İkinci soru: Ne oldu?

Milat vermek pek doğru olmaz ama zaman geldi bize bir hâller oldu.

Okuduğunu anlayamayan, anladığını anlatamayan nesiller yetişti.

Kurucu ilkelerimizden, bizi biz yapan değerlerden uzaklaşıldı.

Hizmette yarışması gerekenler hezimette yarışmaya başladı.

“Ayşe tatile çıksın”dan, “İşgaliniz bizi bağlamaz, bir gece ansızın geliriz”e savrulundu.

Tek’likten güç doğmaya başladı.

Parmakla gösteriliyorken parmakla gösterir duruma düştük.

Milyonlarca kişinin girdiği  sınavların sorularına sahip çıkılamadı, gençlerin sorunlarına duyarsız kalındı.

Milletin iradesine askerler değil, siviller zarar vermeye başladı.

Amaç olması gereken demokrasi araç olarak kabul edildi.

Dinleyenler azaldı ve her ağızdan ses çıkageldi.

Çok bildik ama çok yanılacağımızı hesap edemedik.

Sıkı sıkıya sarılmamız gereken laiklik hedef tahtasına oturtuldu.

Farklılıklarımız ayrılıklarımıza dönüştü.

Yurtdışına gitmek memlekete daha iyi hizmet etmek için vasıtaydı, artık boğucu atmosferden kurtulmak için esaslı bir gaye.

Ne mutlu Suriyeliyim diyene oldu.

Liyakat rafa kaldırıldı, kamuya alımlarda sadakat esas kılındı.

Felsefe; itaat et, rahat et’e dönüştü.

Tabiri caizse Cumhuriyet yüz’üldü yüz’üldü kuyruğuna gelindi.

Üçüncü ve en önemli soru: Ne olacağız?

Zaten şöyle bir söz yok mu?: Ne oldum dememeli, ne olacağım demeli.

Bu soruya cevabım kısa ve net:

Ya yüz yıl öncesini hatırlayıp ayağa kalkacağız ya da mevcut korku ve baskı iklimine teslim olup yok olacağız!

Yüz’üncü yılda ikinci ihtimale boyun eğersek çocuklarımızın yüz’üne artık nasıl bakarız, bilemiyorum.

Yazar

Şerif Tahsin

1 Yorum

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar