Yükleniyor...
Bütün yalnız insanlar nereden geliyorlar?
Bütün yalnız insanlar nereye aitler’?*
“Sizlere gerçek manada bir şey öğretebilmem ne yazık ki mümkün değil. Burası, sadece bir bağlantı yeri. Böyle diyorum ama bulunduğumuz bu mekânın gücünü hepimiz hissediyoruz, öyle değil mi? Sizler pek çok aşamadan geçtikten sonra bizim öğrencimiz olabilme fırsatını yakaladınız. Yüksek Beceri Bilimleri Akademisi sizi seçerken kapasiteniz, bağışıklığınız ve başarılarınızın yanı sıra geçmişinizdeki bağlantı zincirini de dikkate aldı.” Elli kişilik amfideki yirmi beş öğrenci, dersin başından bu yana ilk defa hareket belirtisi gösterdi.
Profesör’ün önündeki ekranda, dakikalardır sabit akan grafikler yükselip alçalmaya, renk değiştirmeye başladılar tam da o esnada. Asimetrik kesilmiş gri saçlarının çevrelediği yüzünün yarısını saran saydam maskeye rağmen, gençken bir hayli güzel olduğu hâlâ belli oluyordu Profesör’ün.
Yüksek Beceriler Akademisi’ne kabul edilerek sadece ailelerinin değil, bölgelerinin de gurur kaynağı olmuş, plastik fiberden üniformalar içindeki yirmi beş kız öğrenci; sürpriz bir şekilde ilk derste akademinin dillere destan sekreteri ile karşılaşmış; şu yaşlarına kadar heyecan denen hissi pek de tanımamış bedenleri, bu yeni hisle ilk defa o anda tanışmıştı. Kan değerleri değiştikçe kürsüdeki monitör de hareketleniyordu. Sekreterin akademik başarılarının yanı sıra diğer görev ve sorumlulukları da hesaba katıldığında, gerçekten de kritik bir karşılaşmaydı bu, öğrenciler için.
Profesör, dersin başından bu yana, keskin bakışlarıyla, sınıfı tarayıp durmuştu. Öğrenciler için bu da pek kolay katlanılabilir bir şey değildi doğrusu. Hâlbuki bu kadar pervasızca bakmak yönergelerde de uygun görülmeyen davranışlar arasında yer alırdı.
“Dersimizi sorularla açmıştık, öylece de bitirelim.” diyerek yeniden konuşmaya başladı Profesör. Hemen ardından pencere formundaki geniş ekrandaki eski medeniyetlere ait kalıntıların yer aldığı görüntüler değişti. Yerine sarılı, kırmızılı çiçeklerin yer aldığı çimenler geldi. Hafif bir rüzgarla çimenler dans eder gibi sallanıyor, çiçekler ise sanki o güzelim başlarını dik tutabilmek için çaba sarf ediyorlardı. Derken çiçeklere arılar üşüşmeye başladı.
“İşte karşınızda Apis Mellifera! Daha bilinen adıyla bal arısı. Modern bir insana yaşadığı kentte kaç tane bal arısı olduğunu sorsak, ne yapardı sizce?” Sorunun bıraktığı etkiyi anlamak için kısa bir süre sınıfı süzdü, cevabı beklemeden yeniden konuşmasına devam etti. “Büyük çoğunluğu şaşkınlıktan dona kalır; nispeten daha zekileri ise artık elinin bir parçası olmuş, basit aygıtının ekranına soruyu hızlıca yazmaya başlardı. İşte görüyorsunuz, nerelerden bu seviyeye ulaştık. Bugün ise bu sorunun cevabını hepimiz biliyoruz. Çünkü mevcut bütün arılar, artık Bahçe’mizdeler. Tıpkı diğer hayvanlar gibi…Artık hiç bir canlı bize zarar veremez.”
Muzaffer ve hükümran ses tonuyla, eski masallardan fırlamış bir kahramanı andıran Profesör’ü, bütün sınıf hayranlıkla takip ediyordu. Bir kişi hariç. Kendini ifşa etmemek için var gücüyle mücadele eden bu öğrenci, gördükleriyle her ne kadar allak bullak olduysa da biliyordu ki nefesi, vücudunun harareti, damarlarında akan kan hücreleri, beynindeki nöronlar ve diğer her şey anbean taranıp gözetlenmekte ve kayıt altına alınmaktadır.
Üç aşamalı, yorucu ve baştan ayağa taramalı ağır ve eziyetli bir kontrolden sonra girebildiği akademide, şahit olduklarını nasıl tanımlayacağını bilemiyordu. Kendisi de çevresindekiler de bu zamana kadar, vücutlarını tamamen kapatan koruyuculardan başka bir şey giymemiş, giyeni de görmemişlerdi.
Akademi de ise şeffaf, ince ve gayet estetik koruyucular içindeydi herkes. Sonra bir de şu pencere formundaki ekran meselesi vardı. O pencerenin, aslında kentin devasa atık ve daha da ötelerindeki Transfer Merkezi’ne baktığını buraya girer girmez anlamıştı. Nedense o manzarayı görmelerini istemiyordu belli ki Akademi. Oysa burada bulunmalarının sebebi, o kirli gri renkteki bölge değil miydi? En dehşeti ise şu arılı hikâye idi. Nereden çıkmıştı şimdi o tuhaf Bahçe masalı?
Yıllar evvel Bahçe’nin yapımı haberi duyulur duyulmaz, bölgelerin tepkisini çekmişti önce bu proje. Aylarca sokaklarda gösteriler düzenlenmiş, tam küçük çapta sokak çatışmaları yaşanmaya başlanmıştı ki OVUM olaya el koymuş ve her zamanki gibi olaylar sessizlikle ve bir kaç kişinin ortadan kaybolmasıyla sona ermişti. Ailesi de eylemlerin içinde yer aldığı için çocuk aklıyla dahi durumun ciddiyetini anlamış ve günlerce, Transfer memurlarını korku içinde beklemişti. Korktuğu olmamıştı ama.
Görünen manada, zarara uğramadılar ilk etapta. Daha sonradan yaşadıkları ise talihsizlik miydi yoksa OVUM’un işi miydi, yıllarca bir türlü karar veremedi buna.
Profesör’ün, 2020 senesinde yaşanan Büyük Musibet ile arkasından gelen korkunç felaketleri ve sonrasındaki mucizevi kurtuluş ve yükselişi; eski medeniyetlerin tarihiyle paralel olarak anlattığı ders, aslında sınıftaki herkesin neredeyse üç yaşından beri bildiği ve ezberlediği şeylerdi.
Ortalamanın üstünde bir zekâya sahip olduğunu biliyordu, bağışıklığı da öteden beri hep iyi olmuştu. Sağlığı ise her zamanki gibi mükemmeldi. Çocukken, caddelerde sürüklenerek zırhlı araçlara doldurulan o kadar çok hasta görmüştü ki. Vücudunun bütünlüğünü korumaya, direncini ve bağışıklığını güçlü tutmaya, ta o yıllarda yemin etmişti. Bundan başka bir çaresi de yoktu zaten.
Fakat bağlantı zincirine gelince, işte orada bazı sıkıntılar çıkabilirdi. Bir iki kuşak öncesi ailesi bile zararlı faaliyetler içinde, az ya da çok yer almışlardı. Hatta bunların içinde, topluluğun sorumluluğunu taşımayacak zayıflar, düşkünler bile çıkmış; bir ikisi Karışıklar bölgesine nakledilmişti.
Pek de parlak olmayan bu kusurlu bağlantı zincirine rağmen nasıl olmuştu da Yüksek Beceriler Akademisi’ne dâhil olmuştu. Annesi endişelendiğini belli etmemeye çalışarak “Sevinmeliyiz, bu büyük bir şans senin için” demişti haberi ilk duyduğunda. Şans ya da felaket! Yapacak bir şey yoktu. Çaresizce talimatlara uymuş ve hazırlıklarını yaparak denilen tarihte, akademinin kapısının önünde yerini almıştı.
Annesine belli etmese de o da için için korkmuş, ancak istedikleri her an, kolaylıkla icabına bakabileceklerini düşününce de rahatlamış ve olayları akışına bırakmıştı.
“Puduhepa” diye sesini yükseltince dikkatini yeniden Profesör’e verdi. “Binlerce yıl öncesinde yaşamış bu akıllı kadın, tek bir örnek değildir. Mayalar’da, Asurlular, İskitler ve diğer medeniyetler içinde de böyle aykırı, harikulade kadınlar yaşadı. Ancak bunu bizim bilmemizi istemediler. Hepsini unutturdular. Kadın enerjisi Büyük Musibet ile yeniden hatırlandı. Ve OVUM böylece doğdu. 2020’deki salgın ile önceleri iyi mücadele verdiler. Karantinalar, izolasyon ve yalnız geçen haftalar sonucunda virüs etkisini kaybetti. Derken havalar ısındı ve hastalık da uykuya geçti. İşte ne olduysa ondan sonra oldu. Yaz aylarının kışkırtıcı havasına kimse karşı koyamadı. Her ülkeden, bir iki bilim adamı çıkıp karantinanın devam etmesi gerektiğini söylese de dinleyen olmadı. Yalnızlıktan çıldırmış gibiydi insanlar. Kapalı kalmaktan, kendini gösterememekten çoğunda tuhaf sendromlar, ciddi ruhsal bozukluklar ortaya çıkmıştı. Ve dediklerini yaptılar. Dışarıya çıktılar. Yalnızlıktan kaçıp yeniden salgının kollarına attılar kendilerini. Dersimizi, sorularla bitirelim mi? Sizce yalnızlık mı daha zordur yoksa hastalıkla mücadele etmek mi? Bizim gibi hiç hasta olmayan insanlar için çetrefilli bir soru belki de bu. Anlamamız gerçekten de güç olabilir böylesi bir karşılaştırmayı. Zor ile başladık daha da zor ile bitirelim. Peki hiç düşündünüz mü ‘Bütün yalnız insanlar nereden geliyorlar? Bütün yalnız insanlar nereye aitler?’ ”
Sözünü bitirdikten sonra zaferini ölçebilmek için sınıfı taramak yerine, monitöre döndü bu sefer Profesör. Tarayıcılardan ulaşan veriler memnuniyet verici olmalıydı ki tatmin olmuş insanlara özgü bir gülümseyişle kürsüden iniverdi.
Resmi kayıtlarda on beş basamaklı rakamlardan oluşan bir ad ile anılan, pek az kimsenin bildiği, ailesinin ona verdiği ismiyle Safir, bu son hamlesiyle Profesör’den gerçekten de etkilenmişti. Hararetle kadını alkışlayan öğrencilerin arasına bu sefer gönüllü bir şekilde katıldı. Ellerini acıtana kadar Profesör’ü alkışlarken, bir yandan da içinde acayip hisler uyandıran son cümlelerin kaynağını merak ediyordu.
Safir o iki soru cümlesinin, dünyanın yirminci yüzyılında şimdilerde unutulup gitmiş İngiltere isimli bir ülkenin, Liverpool kentinden çıkmış bir pop müzik gurubunun şarkısına ait olduğunu, o gün bilmiyordu; öğrendiği gün ise OVUM için yok olma süreci başlayacaktı…
*The Beatles, Eleanor Rigby
Görseller: http:www.omargilani.com