Aprın Çor Tigin ile sohbet

Bir Uygur çadırında göğü dinlemek! Bir şairin bilinen ilk Türk şairi ile oturup bir Kaşgar sabahında sevdiğini, “Sitare”sini konuşmak. Ne güzel bir rüya!


Paylaşın:

Uzun zamandır bu sayfada yazmıyorum. Aslında hiçbir yerde, hiçbir şey yazamıyorum. Ülke gündemi malumunuz her zamanki gibi, karışık ve bunaltıcı. Ben ise yolun başında biri olarak “Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil.” beytinin tam ortasında hissediyorum kendimi. O yüzden şu sıralar biraz edebiyatla ilgilenmek istiyorum. Biraz söyleyecek sözüm olsun, anlayayım ve anlaşılayım diye belki de.

Büyük büyük şairlerin, büyük büyük yazarların yazdıklarını okuyarak onların kendi dönemlerine baktıkları pencereleri bulmaya çalışmak niyetim. Hani derler ya “Kitap okumak yazarlarla sohbet etmek gibidir.” diye, ben de kendimce onu yapacağım. Çıkış yolu bulabilir miyim bilmem ama zihnimde bir pencere açılsa da kâfidir.

Sohbetime çok sevdiğim bir şairle başlayayım dedim. Bu sohbet aklımda kalmasın, kaleme alayım ve sizlerle paylaşayım istedim. Siz de yukarıdaki beyitin kapsadığı grupta iseniz, muhabbetimize katılıp ötelerden güzel sesler dinleyebilirsiniz. Ya da kendinize başka bir şair bulur onunla söyleşirsiniz orası size kalmış tabii.

Peki, kimdir bu şair? Başlığa bakıp “Aprın Çor Tigin” dediğinizi duyar gibiyim. Hayır efendim, o kadar uzağa gidemedim henüz. Aprın Çor Tigin ile muhabbet kurmuş şairimiz Dilaver Cebeci ile sohbet etmek istiyorum. Zira şiirlerinin yeri bende bambaşkadır. Hani bestelendikten sonra dilden dile, gönülden gönüle savrulmuş “Türkiyem” şiiri yok mu, işte o şiirin şairi Cebeci.

Sayın üstadım size birçok kötü haber verebilirim ama sohbeti sabote etmemek için oraları karıştırmayacağım şimdilik. Ama yine de bir iyi, bir de kötü haberle başlayabilirim. İyi haberle başlayayım: “Türkiyem” şiiri, daha doğrusu Mustafa Yıldızdoğan’ın şiirinizden bestelediği şarkı, bütün Türkiye’de bilinen bir şarkı hâline geldi. Kime sorsanız en az iki mısra ezberden söyleyebilir size. Ne de olsa şiir ezberlemek, şarkı ezberlemekten daha güç. Müziğin gücü işte, ne diyebiliriz. Şarkı, millî benliğe dokunması sebebiyle milletimizin duygularında bir uyanışa vesile oldu diyebilirim. Düğünlerde, asker eğlencelerinde, parti mitinglerinde hatta telefonlarda bile duymak pek mümkün.

Sıra kötü haberde; şarkıyı besteleyen kişi, şiirle özdeşleşti. Şiirin gerçek sahibi şarkıyı söyleyen kişi sanılıyor. Sizin iki haberi de Türk milleti adına iyi haber diye nitelendireceğinize ve en ufak bir kırgınlık göstermeyeceğinize eminim. Belki biraz araştırma yeteneğimizin eksikliğinden, derinlere inme arzumuzun olmayışından yakınabilirsiniz. Bunu da normal karşılamamız gerekir. Topluma mâl olmuş her yazar ve şair gibi toplum adına endişelenmeniz gayet doğaldır. Hatta bu hayıflanışınızı kelimelere gizlediğiniz haykırışlarla dile getirmeniz tam sizden beklenen bir davranış olurdu. Ne demişti Mehmet Emin Yurdakul: “Unutma ki şairleri haykırmayan bir millet, sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir.” Sizin de gönlünüz tıpkı Mehmet Emin Yurdakul, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya ve birçokları gibi bizi öksüz bırakmaya el vermezdi. O yüzden canı gönülden haykırırdınız diye düşünüyorum.

Kendi döneminizde şairlik vazifenizi en güzel şekilde yerine getirmiş, sadece çağdaşlarınızı değil sonraki nesilleri de etkilemişsiniz. Sizin mısranızdaki ifadeyle “Kaleminizden damlayan sütle geleceği emzirmişsiniz.”

Şiirinizde kullandığınız didaktik dil ile Türk gencinin merak duygusunu uyandırmayı amaçladığınızı kendiniz, Töre Dergisi’nde Peyami Çelikcan ile yaptığınız söyleşinizde dile getirmişsiniz. Bu bilgilerle geçmişle gelecek arasına sağlam bir köprü kurmuş, kuşaklar arası kültür aktarımı için çalışmışsınız. Sanatın gücünü ve etkisini ispatlamışsınız. Şiiri entelektüelliğiniz ile bezeyip, gençlerin kültürlerine tutunarak aydınlanmasına katkı sağlamayı görev edinmişsiniz. Bazı şiirlerinizi anlamanın belirli bir kültür seviyesi gerektirdiğini de aynı söyleşide itiraf etmişsiniz. Ben de kendimi henüz o seviyeye ulaşmış görmediğimi itiraf etmeliyim. Ama çabalarım devam ediyor. Anlayamıyoruz diye çıtayı aşağıya çekip okurun seviyesini düşürmektense, çıtayı giderek yükseltip, okurun seviyesini zorlamışsınız. Böylece okura aslında muazzam bir gelişme fırsatı sunmuşsunuz.

Daha fazla uzatmadan sözü size bırakayım. İşte en sevdiğim şiiriniz “Sitare”den bir kesit:

Nerden çıktın karşıma böyle Sitare

Efsaneler dökülüyor gülüşlerinden

Kirpiklerin yüreğime batıyor

Telaşlı bir kalabalığın ortasında

Ayaküstü konuşuyoruz

Nedimin nigehban nergisleri gibi

Üstümüzde bütün nazarlar

Çok utanıyorum Sitare

Dün oturup hesap ettim

Sen doğduğun zaman

Ben bir askeri mektepte talebeymişim

Sen bilmezsin Sitare

Burada gündüzler çekip durduğumuz bir mercan tespih

Geceler içinde uyuduğumuz birer siyah buluttu

Her akşam dokuzda yat borusu çalardı

Yat borusu baştan aşağı hüzün çalardı

Bir derin uykuya atardım kendimi

Siyah benli bir kız düşlerime kaçardı

Ben de onu alır anamın düşlerine kaçardım

Bu şiirde mana aranmalı mı? Bir şiiri didiklerken Ahmet Haşim’e ait olduğunu sonradan öğrendiğim şu söz aklıma gelir hemen: “Şiirde mânâ aramak bülbülü eti için öldürmek gibidir.” Muazzam bir metafor! Bunun üzerine okuduğum şiirin anlamını deşmeyi bırakır, fonetiğine ve bende uyandırdığı hisse bakarım. Ve en çok beğendiğim şiirlerde “Yeteneğim olsaydı kendimi tam olarak böyle ifade ederdim.” diyerek benimserim. Fakat üstadım sizin şiirlerinizi okurken, söyleşide söyledikleriniz aklıma gelir ve muhakkak bu satırlarda bir mânâ gizlidir diyerek anlamaya çalışırım. Şu anki seviyemle her satırını anlayamasam da, baştan sona okuduğumda bir rüyanın içinde geziniyormuşum hissine kapılırım. Sitare şiiri benim için büyülü bir penceredir. Siyah benli kız rüyanıza girer, siz annenizin düşüne kaçarsınız. Biz de bu yolculuğu baştan sona izleriz. Bir insanın, sevdiği insana yazabileceği en güzel sözler bu şiirde gizli gibi.

Ya şu mısralara ne demeli:

Sinsi bir yağmur altında beraber yürüyoruz

Ve ikimiz de ıslanıyoruz

Ben ne yağmurlar gördüm Sitare

Ben kaç kez iliklerime kadar ıslandım

Bilmiyorum sen kaç yaşındaydın

Ben göğü hep bir kurşun gibi ağır

O şehirde sırılsıklam gezerdim

Bölük bölük insanlar boşanırdı tapınaklardan

Tapınaklar insanları safra gibi atardı

Sonra hepsi bir yere toplanıp bana bakarlardı

Bir gün bu şehrin kirli yağmurları alıp götürdü beni

Gidip bir Uygur çadırında göğü dinledim

Kara bulutlar kükrerken bir Kaşgar sabahında

Oturup Aprunçur Tigin ile seni konuştuk

Bir Uygur çadırında göğü dinlemek! Bir şairin bilinen ilk Türk şairi ile oturup bir Kaşgar sabahında sevdiğini, “Sitare”sini konuşmak. Ne güzel bir rüya!

Ve son kesit. Sık sık yola devam edebilmek için tekrarladığım mısralar:

Asya’nın bozkırlarında ordular düşüyor peşime

Yığılıp kalmışım bu Anadolu toprağına Sitare

Adam akıllı yorulmuşum

Ellerin böyle olmamalıydı

Ellerine acıyorum

Ve kim bilir kaç zamandan beridir kalbimi öğütlüyorum

Durup durup ıssız yerlerde

“Güçlü ol ey kalbim, güçlü ol

Daha çok işimiz var” diyorum

Şair, Aprın Çor Tigin ile Sitare’yi konuşmuş. Ben de dilim yettiğince onunla konuşmaya çalıştım. Konuşma tek taraflı görünse de Üstat cevapları yıllar öncesinde şiirlerinde vermiş. Okumaya ve anlamaya çalışmaya devam edeceğim.

Son sözüm: İyi ki geçmiş bu dünyadan. Ruhu şâd olsun. Kim bilir belki Aprın Çor Tigin ile oturup; Taksim gazinolarında, masaların altında mısralar arayan trahomlu şairlere inat, hâlâ hâlimize hayıflanıyordur bir yerlerde.

Yazar

Şadiye Okur

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar