Yükleniyor...
Kavgacı biri değilimdir. Yalnız herkes gibi bam telime basılmaya görsün, meydandan da kaçmam hani. Kayda değer ilk kavgamı ilkokulda Galatasaraylı bir arkadaşıma karşı Beşiktaş için vermiştim. Çocukluk işte. Renklerine hâla aynı sadakatle bağlıysam da artık kavgaya girecek kadar fanatik değilim, hatta futbolla ilgili üç soru sorsanız bu konudaki bilgim ancak birini cevaplamaya yetecektir.
Hatırladığım başka bir kavgamı liseye başladığım yıl henüz tanıştığım bir arkadaşıma karşı vermiştim. Gerçi pek kavga da denilemez, olsa olsa bir refleks. Liseye yeni başlamışız. Ben ve birkaç kişi haricinde sanırım herkes birbirini tanıyor. O yüzden sınıfın içinde coşkun bir kalabalık var. Teneffüste oturmuş dersin başlamasını beklerken, arkadaşlardan birinin elindeki takvime bir şeyler karaladığını gördüm. Biraz dikkat kesilince takvimdeki resmin Atatürk’e ait olduğunu, çocuğun elindeki tükenmez kalemle Atatürk’ün gözlerini karaladığını fark ettim. Ani bir refleksle elinden takvimi alıp çantama attım. Sinirle birkaç söz söylediğimi hatırlıyorum fakat dersin başlamasıyla orada bırakmak zorunda kalmıştım. Kızgınlığım epey zaman geçmemişti.
O zamanlar bu harekete çok kızmış olsam da tanıdıkça onun, Atatürk’e düşman biri olamayacağını anlamıştım elbette. Son zamanlarda ülkücülüğü, Atatürkçülüğü sözüm ona Müslümanlığı kimlerin temsil ettiğini görünce aklıma bu küçük anım geldi nedense. Sonra dedim ki kendi kendime “Her şeyin güzeli sözde değil özdeymiş.”
Siyasi içerikli yazılar yazmıyorum, yazamıyorum. Siyaset uzmanı(!) olmadığımdan değil tâbi. Belki takip edemediğimden, belki hızına yetişemeyeceğimden, belki de aklımızın ermeye başladığı yıllardan bu yana farklı bir iktidar ve muhalefet modeli görmediğimizden… En çok da siyasetteki seviyesizlikten. Sanırım, burada yazdığım en siyaset içerikli yazı bu olacak.
Son zamanlarda kimin ne olduğu konusunda kafalar hayli karışık. Hani “At izi it izine karıştı” denir ya o cinsten. Bir gün bir bakıyorsunuz sol yumruk havada, sağ elle barış işareti yapılarak bir cepheye mesaj gönderiliyor. Diğer gün bakıyorsunuz sağ yumruk havada; işaret parmağı, serçe parmak yukarıda kalacak şekilde başparmak, orta parmak ve yüzük parmağı birleştirilmek suretiyle başka bir cepheye selam çakılıyor. Bir de ne duysak iyi “En büyük ülkücü benim!”. Eee madem öyle “en büyük komünist, en büyük devrimci, en büyük solcu” kimdi o zaman?
Bir MFÖ şarkısı diyordu ya “Peki peki anladık, sen neymişsin be abi!”. Ha bir de MFÖ’den bir mısra daha vardı şöyle diyor:
“Değişik bir psikoloji
Bir felsefe idiotloji”
Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kâfidir.
Mustafa Kemal Atatürk, kendisinin fiziken görülmesinden ziyade elbette ki devrimlerinin korunmasını, sürdürülmesini ve memleketin muasır medeniyetler seviyesine çıkarılmasını isterdi. Önderliğinde Türk milletinin dişiyle, tırnağıyla insanüstü bir mücadeleyle kazandığı bağımsızlığını korumasını, yeniden aynı esaret zincirine vurulmamasını isterdi. Fikirlerinin bir nas olmadığını her fırsatta vurgulayarak zamanın ruhunu yaşamamızı isterdi. Bunu birçok veciz sözünden anlayabiliyoruz.
Peki, biz ne yaptık? Ya da Atatürk’ün demokrasi inancıyla kurduğu ve adını özgürlüğümüzün, hâkimiyetimizin ifadesi “Cumhuriyet” kelimesini ile Cumhuriyetin sahibi “Halk” kelimesini birlikte kullanarak koyduğu “Cumhuriyet Halk Fırkası” ne yaptı? Bana öyle geliyor ki yıllardır yiye yiye bitiremediği mirası hazmedemedi. Çaresizliğini, basiretsizliğini, iradesizliğini sıralayacağım cümlelerin ve Atatürk imzalı tişörtlerin arkasına sakladı: “Atam izindeyiz!”, “Bir daha gel, gel Samsun’dan!”, “Kimseyi tanımadım ben senden daha güzel!”, “Atam Atam sen kalk da ben yatam!”, “Atatürk ölmedi kalbimizde yaşıyor.”, “Atatürk geldi, düşmanı yendi…”…
Hâlbuki Atatürk’ün sadece vecizelerini bile kendine kılavuz etseydi yolu doğrudan ayrılmayacaktı. Mesela şu sözlere bakalım ve muhalefetin gündemini bunlar üzerinden okuyalım:
“Tam istiklal denildiği zaman, tabii siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri, harsi vs. her hususta tam seferberlik kast olunmaktadır. Bu saydıklarımın herhangi birinde istiklalden mahrum olmak hakiki mânasıyla bütün istiklalden mahrum olmak demektir.”
Bir tane daha:
“…Vaziyeti düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yapmak, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım zihniyetler belirdi. Hâlbuki hangi istiklal vardır ki, ecnebilerin nasihatleriyle, ecnebilerin planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir.”
“Bugünkü mücadelemizin amacı tam bağımsızlıktır. Bağımsızlığın tam sağlanabilmesi ise ancak mali bağımsızlık ile mümkündür. Bir devletin aslı bağımsızlıktan yoksun olunca o devletin bütün hayati bölümlerinde bağımsızlık sakat durumdadır. Çünkü her devlet organı ancak maliye ile yaşar. Mali bağımsızlığın korunması için ilk şart bütçenin ekonomik bünye ile uygunluğu ve denk olmasıdır. Bundan dolayı devlet yapısını yaşatmak için dış ülkelere başvurmadan ülkeyi gelir kaynakları ile yönetmek çözüm ve önlemlerini bulmak gereklidir ve bulunabilir.”
Bir de şu söz var ki AKP’nin ayaklar altına aldığı, CHP’ninse altı oktan biri olduğunu çoğu zaman aklına getirmediği ilkeyi anlatır:
“Biz doğrudan doğruya milletperveriz ve Türk Milliyetçisiyiz; Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur. Bu topluluğun fertleri ne kadar Türk kültürüyle dolu olursa o topluluğa dayanan Cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur.”
Birkaç öğüt de bizim için yani vatandaş için;
“Muhterem milletime şunu tavsiye ederim ki, başına geçireceği insanların kanındaki asli cevher-i tayin etmekten bir an yoksun olmasın.”
Ve başlı başına bir reçete diyebileceğimiz Gençliğe Hitabe.
“Ey Türk gençliği! Birinci vazifen; Türk istiklalini, Türk cumhuriyetini, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dâhilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklal ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin. Bu imkân ve şerait, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklal ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde iktidara sahip olanlar, gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri, şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakru zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evladı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, Türk istiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır. Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.”
Uzun lafın kısası, özünüzden ayrı giden sözünüzle siz kimi kandırıyorsunuz? Kuzum siz bizimle dalga mı geçiyorsunuz?
1 Yorum