Yükleniyor...
Bu bayram çoğunlukla olduğu gibi yine memleketim Maraş’taydım. Bayramın üçüncü günü Elbistan ve Afşin’e gittim. Dönüşte geç kaldığım için Göksun’a uğrayamadım. Depremden sonra ilk gidişim. Dostlara hem bayram hem de geçmiş olsun ziyareti oldu. Ayrıca depremin etkilerini de görmek istedim.
Elbistan, mühendisliğimin ve devlet memuriyetimin ilk yılında görev yaptığım yer. Dahası, ilk yöneticiliğim. Yeni mezun olmuştum. 24 yaşındayken önce Elbistan şefliği, sonra da beraberinde Afşin ve Göksun ilçelerinde “İl müdürü adına denetleme ve düzeltme” yetkisiyle çalıştım. Köylere elektrik götürülürken en yoğun çalışma dönemleriydi. Mühendis sayısı da personel de çok azdı. Ama daha ilk yılın sonunda askere gittim. Dönüşte tekrar Maraş merkezde işe başlamıştım. Ama o yörede geçirdiğim on ay, 32 yıllık memuriyetimin unutulmaz dönemidir.
Elbistan ve Afşin’de gördüklerim ve duyduklarım Karakoç’un şiirlerini hatırlattı. Dönüşte onu düşünerek geldim. Anlayacağınız yazının başlığı, büyük halk şairi Abdürrahim Karakoç’a ait. Hani Mihriban var ya, sarı saçlarına gönüllerin bağlandığı Mihriban, işte o Mihriban’a ilk gönül bağlayan kişi. Yazdıklarıyla da milyonların gönlünü o saçlara bağlayan ozan.
Karakoç’un “Bayramlar bayram ola” şiirleri de var. Başlık için ikisi arasında gidip geldim. Bunu niçin seçtiğimi yazının sonuna saklayacağım.
“Bayramlar bayram ola” şiirleri altı tane. Birincinin ilk kıtası:
“Güneş yükselmeden kuşluk yerine
Bir adam camiden döndü evine
Oturdu sessizce yer minderine
Kızı ‘Bayram’ dedi, yalın ayaklı
Adam ‘Bayram’ dedi, tam ağlamaklı…”
Bu dizeleri okuyunca, “durum bu kadar kötü mü?” diye düşünebilirsiniz. Sanırım buna yakın hatta bu kadar. Çünkü insanlar hâlâ ne yapacaklarını bilmiyorlar. Bir yol haritaları yok.
Önce sabaha karşı iki büyük deprem vuruyor. Ardından da öğle saatlerinde o üçüncüsü geliyor. İlkinde çok yıkım olmamış. İnsanlar kendilerini dışarı atabilmişler. Ama öğleyin gelen, ayakta kalabilen binaları büyük çoğunlukla ya yıkıyor ya da ağır hasarlı hâle getiriyor. Elbistan da böyle Afşin de. Ölümlerin bir kısmı ikinci depremden önce ihtiyaçları için evlerine girenlerin kaybıyla oluyor.
Hemen niçin giriyorlar, bu kadar da olmaz ki diyor insan değil mi? İlk bakışta haklı bir serzeniş gibi. Ama sadece ilk bakışta. Haklı değil çünkü. Yörenin içinde bulunduğu şartları bilmek gerekiyor.
Sabah daha kan uykusundayken büyük bir depremle uyanıyorlar ve kendilerini canhıraş bir telaşla sokağa atıyorlar. Ayaklarına ayakkabı geçirenler şanslı. Çıkarken üzerlerine bir şeyler alabilenler de şanslı. En şanslıları da arabaları olanlar. Ama onlar da çıkarken arabanın anahtarını almayı akıl edebildiyse.
Dışarıda bıçak gibi kesen soğuk var. İlk günlerde havanın -22 (eksi yirmi iki) derece olduğunu söylediklerinde 34 derece sıcakta ben dondum. Yazarken bile üşüdüm. Depremin ilk günlerinde Maraş’ta -5 derecelerde yaşadıklarım aklıma gelince üşümem titremeye dönüyor.
Göksun, Afşin, Elbistan, Nurhak ve Ekinözü ilçeleri Maraş’ın kuzey ilçeleri diye geçer. Arada Güneydoğu Toroslar vardır. Bölgenin iklimi de kara iklimidir. Kışlar pek sert olur. Oralarda çalışırken çok zorlandığımız zamanlar çok olmuştu. Bu kadar üşümem de o yüzden. Yaklaşan kışın çadırlarda geçeceğini düşündükçe de daha fazla üşüyorum.
Anlayacağımız, insanlar bu şartlarda kendilerini koruyabilmek için evlere girmişler. Ayaklarına ayakkabı, üzerindeki gecelik kıyafetleri yerine giyecek bir şeyler, arabanın anahtarı ya da bir battaniye almak için. Bir kısmı çok şanssız bir şekilde o, öğle vaktindeki depreme yakalanıyor.
Ve en önemlisi de yağma ve hırsızlık. Yani depremden arta kalanların da elden gitmesi. Bunlardan da çok ama çok bahsedildi. Sadece ilçelerde değil, galiba bütün deprem bölgesinde yaşandı ve yaşanmakta.
Maraş’taki eczacı bir kızımız, “Yirmi kişi eczaneye sığındık. İnsanlar acıkmaya başladılar. Bir çeyrek ekmek ve bir parça peynir vardı. Ekmekten küçük bir parça koparan kalanı yanındakine uzattı ağabey” derken hâlâ o ânı yaşıyordu. Gözyaşlarını zor tuttu.
Konuştuğum herkes anlatırken o günlere yeniden dönüyordu. Psikolog olan başka bir yakınım, danışan sayısındaki büyük artışı anlattı. Bir an önce normale dönülmeye başlanmalı dedi. İnsanların sosyalleşme ihtiyacı var, bunun ilk şartlarından birisi fizikî mekân diyordu. Fizikî mekân da sadece yeni binaların yapılması değil, öncelikle enkazlar kaldırılırsa önemli bir faydası olacağından bahsetti. Depremin unutulmasına ihtiyaç var derken, enkazların hatırlatıcı özelliğini ekliyordu.
Maraş, Ahır Dağı’nın eteklerinde kurulu. Dağa doğru gidemeyince doğu-batı yönünde ve ovaya doğru genişleyen bir şehir. Depremde yıkımın büyük çoğunluğu aşağılarda oldu. Akşamları oturacak, sohbet edecek kafeteryalar, pastaneler yukarıda kaldı. Hem de oturulan yerlerin yakınlarında enkaz da pek yok. Görülen o ki, psikolog kızımızın söylediği sosyalleşme ihtiyacı bu salonlar üzerinden giderilmeye çalışılıyor. Seçim sonrasındaki çok abartılı konvoy ve Galatasaray’ın şampiyonluk kutlamalarının da bu sosyalleşme ihtiyacı olduğunu düşünüyordu. Evet abartılıydı, belki olmasa daha iyiydi ama manzaranın bir de bu yönünü düşünmek gerekiyor.
Depremin ilk günlerinde cumhurbaşkanı, bakanlar, valiler ve diğer yetkililer orta hasarlı binaların yıkılacağını açıklamışlardı. Depremin ilk haftasından itibaren de ülkenin her yerinden görevlendirilen teknik elemanlar hasar tespiti yaptılar. Bir yandan can kurtarılmaya çalışılırken uzmanlar da diğer yanda tespitler yapıyordu. Ancak bugün, yapılan o ilk tespitlerin değişmeye başladığı söyleniyor. Ağır hasarlar ortaya, ortalar hafif hasara dönmekte. Bunlar da kafa karıştırıyor.
Tespitleri kesinleşenlerin de ne yapacağı, nasıl yapılacağı belli değil. Fikirler çatışıyor olsa gerek, yetkililer de ne yapılacağına karar verememiş görünüyor. Aksi takdirde bu karmaşa yaşanmazdı. Her kafadan bir ses çıkıyor. Fısıltı gazetesi müthiş tiraj yapıyor. Halk zamanında bilgilendirilmeyince dedikodu iletişimi devreye giriyor tabi.
Şehir eski yerine mi yapılacak, yeni yerler mi bulunacak, eğer taşınacaksa eski yerdeki hafif hasarlı binaların akıbeti ne olacak? Su ve diğer altyapı ne zaman normale döner? Cevabını ya sadece yöneticilerin bildiği veya onların da hâlâ cevap aradığı sorular. Fakat yöneticiler bu sorulara cevap buldularsa bile galiba çok gizli olsa gerek, sır vermiyorlar. Hayrettir ki, devletin Kozmik Oda’sını böyle korumamışlardı(!)
Deprem veya başka felaketlerde devletimize güvenirdik. Şimdi bu güven ya kaybolmuş veya hiç görünmez hâlde. Devletin güvenilir olan kurumlarının yerini cemaat ve tarikatlar almış görünüyor. Eğer özellikle meydan onlara bırakılmamışsa çok büyük bir yanlış. Ama değilse de devletimizi elimizden alıp başkalarına veriyorlar demektir.
Türkiye, bir parti devleti hâline getirilmiş hâlde. Dolayısıyla devletle olan ilişki yerini iktidarla ilişkilere bırakmış görünüyor. Seçimlerde sandıktan çıkan sonuç ve sohbetler öyle söylüyor. Ama bu bir güven ilişkisi değil. Bütün birikimini ve hatıralarını birkaç dakika içinde kaybeden insanlar yeniden bir hayat kuracaklar. Bunun için de büyük ve güçlü bir desteğe ihtiyaçları var. Mevcut sistem de buna zorluyor. Fakat bu anlayış aynı zamanda tehlikeyi de barındırıyor. Devletin yardımı, insanın kendisine saygısını da koruyordu. Çünkü her Türk aynı zamanda devletin sahibi. Ama partinin yardımı insan onurunu zedeleyecek özellikleri de içinde taşıyor.
Elbette olsun tabi. Olacak da. Böyle soruların sorulmayacağı günler de gelecek, gelmeli. Türk Milleti mübarek bir millettir. Nasıl olacak sorusunun da cevabı aranıyor zaten. Bayram günlerinde her yerde, çok kısa kutlama ve hatır sorma faslından hemen sonra ne olacağız sorusu ortaya atılıyordu. İnanıyorum ki yurt sathında milyonlarca köşede benim yaşadıklarım yaşandı. Hâlâ da yaşanıyor. Cevap bulunana, karar verilene ve uygulanana kadar da devam edecek.
Tam burada Karakoç’un diğer şiiri devreye giriyor.
“Yaza dönsün kışınız, bayramlar bayram olsun
Dert görmesin başınız, bayramlar bayram olsun
Otlar dikenler dolsun Nemrut’ların çanına
Kolay gelsin işiniz, bayramlar bayram olsun.”
2 Yorum