Yükleniyor...
Canım Bacım,
Bugün sen, gülüşü, sevgisi nar gibi bereketli bir kızın anasısın.
Hastaneden halamlara geldiğin ilk günü, asla unutmayacağım. Ne karışık günlerdi ama!
Bize çok doğal gelmişti. Çünkü Ankara henüz şehirdi, güneş yalın ve sokaklar şimdikinden çok daha sakindi.
Şunu bilesin ki biz senin adını bir zorlanmayla bulmadık. Biz sana bir ad verelim diye günlerce düşünmedik. Adın senin ruhuna öylece, ak kanatlı bir güvercin, üstü çiğ damlalı beyaz bir çiçek gibi konuverdi.
Aslına bakarsan senin adın, son kırk yılda Türkiye’de nice Türk kızının ruhuna öylece “konuverdi”.
Rahmetli babamıza yazar olmak istediğimi söylediğimde, “Oğlum, Türkiye’nin en üretken yazarı Peyami Safa idi ama o bile sıkıntılar içinde yaşadı.” Maksat “sıkıntısız” yaşamak mıydı o da ayrı bir konu…
Ama bende yazar olmak arzusunu uyandıran insanların başında kim geliyordu dersen, o da “Emine Teyzem”di.
“Küçük Dünya’sını okuduğumda, yirmi yaşında var ya da yoktum. Acemi heveslerimle “Küçük Dünya” hakkında bir “inceleme” yazmıştım. Muhtemelen rahmetli babamızın aldığı daktiloda yazdığım ilk metin de oydu. (Evde bir yerlerde duruyordu, anam göstermişti…)
Kadının yerinin, ancak erkeğinin “yüce gönlüyle” belirlediği, ona tahsis ettiği, ona bağışladığı bir mevki olduğunu söyleyen o şişkin, Türk İslâm sentezi egosundan öyle uzak bir kitaptı ki… Sonraları “Kadının Adı Yok” filan gibi şeyler yazıldı, çekildi, eleştirildi falan ama… Hiç biri “Küçük Dünya’nın” içtenliğine, sadeliğine erişemedi. Küçük kelimelerle örülmüş, bir çocuk hırkası ya da soğuk bir memlekette ellerimizi ısıtan bir eldiven gibi edebiyatımızda kendine bir yer edindi.
Kadının içimizde nasıl bir çiçek gibi açtığını, sevgisinin nasıl bereketli bir kaynak olduğunu, kırılganlığı, duyarlığı… Sanırım “Küçük Dünya’da” gördüm.
“Sancı”? Bir otobüs yolculuğunda, kim olduğunu hâlâ merak ettiğim bir üniversite öğrencisinin kısacık bir molada o kitabın nesini beğendiğimi sorduğunu hatırlıyorum. Delikanlıydım, egom büyük, kavga arzum daha da büyüktü. Okuma yazma bilmezken dağa taşa “MHP” yazmış bir çocuk olarak romanı nasıl da savunmuştum! Bugün “Neden bizim yazarımız, senaristimiz, ressamımız, müzisyenimiz yok?” diye ağlaşıp duruyoruz ya hani… Belki de “Sancı’nın” yazarının o Türk kadın yüreğine azıcık kulak kesilseydik, şu anda Stalinist, Leninist, Maocu, tuhaf terör efsanelerinin esaretinde debelenmezdik.
Canım Bacım,
Lafı fazla uzatmayacağım. O benim “Emine Teyze’mdi.” Gülüşünde içten ve ipince bir merhamet, alabildiğine yalın bir sevgi vardı. Eğer medeniyet, Atatürk’ün Türk kadınında gördüğü bir ziya idiyse, o ziya Emine Teyze’mde belirmişti.
Evet son kırk yıldır Türkiye’de kaç Türk kızına, kaç ana “İlay” adını koydu bilmiyorum… Ama şunu bil ki Emine Teyze’miz, önce ama en önce sana İlay adını bizzat koydu.
Şüphesiz yazarlar eserleriyle yaşar. Emine Işınsu ÖKSÜZ, Türk kadınının medeniyet doğuran ellerinden Türk ufkuna kitaplar uçurdu. Ama o ayrıca Türk yurdunda, ak çiçekler gibi açan belki binlerce kızıyla binlerce İlay’la Tanrı Dağı’na uçtu.
Bugün Türkiye’nin İlayları belki öksüz kalıyor ama Tuna’nın uzak rüzgârlarını, derin ve sancılı akışını ruhunda taşımış bir “anneye” sahip olmanın da gururunu taşıyor.
Işıklarda uyu, “Emine Teyze”…
1 Yorum