Çok Renkli Bir Otobiyografi: Suyu Arayan Adam

Şevket Süreyya Aydemir'in Turancılıktan Komünizme savrulduğu düşünce dünyasında son karar kıldığı yer: Atatürk devrimleri ışığında, Türk halkına hizmet etmektir


Paylaşın:


Şevket Süreyya Aydemir’in tarihî bir roman tadında okunabilen otobiyografik eserini, itiraf edeyim ki üniversite yıllarında okumadığım için hep hayıflanırım. Çünkü bu eser, insanların fikrî arayışlar içinde olduğu gençlik yıllarında, birçok yönüyle rehberlik edebilecek bir hayat hikâyesi. Koronalı ve kısıtlı günlerde altını çizdiğim yerlerine tekrar göz atma imkânı bulduğum bu değerli eseri, özellikle gençlerimiz için hatırlatmak gereği duydum.

Eser, üç ayrı siyasi dönemi anlatan bir “Hatırat” özelliği de taşıyor. Osmanlı’nın son yirmi yılına ait dönem, Atatürk Dönemi ve 1970’lere kadar uzanan sonraki dönem. Yazar, yaşadıkları olaylar üzerinden yakın tarihimize ışık tutmaktadır.

Yazar, 18 yaşına kadar yaşadığı Edirne’den başlayarak Kafkas cephesine giderken ve Cumhuriyet dönemindeki resmî görevleri nedeniyle çoğu yaya olarak, Anadolu’yu adım adım gezer. Anadolu coğrafyasına ve Anadolu insanına ayna tutar. Bir örnek;
“Anadolu’da inekler, eşekler ancak keçi kadarlar. Onlara baktığınız zaman, elbisenizden, parçalanmamış ayakkabınızdan, hatta yüzünüzün taze sıhhatli renginden utanırsınız”

Cezaevlerinde geçirdiği günler ise onun için insanımızı yakından tanıması bakımından “Çetin ve manalı günler”dir.
Diğer taraftan yazarın gençlik yılları, Osmanlı’nın en çalkantılı son dönemine rastladığı için, ideolojik arayışların ve tartışmaların da yoğunlaştığı bir dönemdir. Yazarın Turancılıktan komünizme savrulduğu düşünce dünyasında son karar kıldığı yer: Atatürk devrimleri ışığında, Türk halkına hizmet etmektir. Yazar, kendi tanımı ile 1926 da <inkılâbın emrine girmiş> ve ölümüne kadar geçen yarım asır boyunca aynı çizgide kalmıştır. Hayatının tümüne bakıldığında, düşüncelerinde samimi, yazdığı eserler itibarıyla üretken, öğrendiği yeni gerçekler ışığında bildiklerini ve düşüncelerini tekrar gözden geçirebilecek olgunluğa sahip örnek bir Türk aydınıdır. (Yazar, Atatürk devrimleri için de, Rus Bolşevik devrimi için de “inkılâp” terimini kullanmaktadır.)

Yazarın düşünce dünyasındaki değişiklikler, hiçbir zaman tesadüfî veya edilgen bir savrulma olmayıp aksine, yaşadığı olayları, ilişki kurduğu insanları ve içinde bulunduğu şartları analiz ederek, akıl süzgecinden geçirerek ve derin bir nefis muhasebesi yaparak vardığı sonuçlardır. Aşağıda özellikle bu kırılma noktalarını veya dönemeçleri de içeren hayat hikâyesinden kesitler bulacaksınız.

Öğretmen olmak ideali ile okula başlayan, ancak son sınıfta yedek subay adayı olarak askere alınan yazarın, abisi Sarıkamış’ta şehit düştüğü için, gönüllü olarak Kafkas Cephesine gider. Kendine teslim edilen Sarıkamış artığı bölükte Mehmetçikler, ne ırkını ve ne de dinini tam olarak bilmektedir. Dinimiz “Ebu Hanife Dini” veya “Alevi Dini” diyenler olduğu gibi, “Peygamberimiz Enver Paşa” diyenler de vardır.

-Biz Türk değil miyiz? diye sorduğunda ise,
-Estağfurullah cevabını alır.

Yazar beklemediği bu manzara ve yaşadığı hayal kırklığı karşısında şunları düşünür; “…Galiba biz kendimizi aldatıyoruz. Galiba ilerimizde Turan’ı kurmak isterken, gerçekte arkamızdaki Türkiye bile bizim değil…Hatta ilk iş, belki de Turan’dan önce Türkiye’yi kurmak ve kazanmak gerekir”

Mondros Mütarekesi ile savaş bitince, okulunu tamamlar. Bu sırada Azerbaycan Türkiye’den öğretmen ister. Yazara bir kez daha Turan’a gitme fırsatı doğmuştur. Nuha (Seki) da görev alır. Zaman ilerledikçe içindeki şüphe ve sorulara cevaplar bulmakta zorluk çekerek, şu kanaate varır; “Yaşattığımız bu hayalin birçok unsurları eksikti. Potaya atılan maddeler birbirini tutmuyordu, bir arada erimiyordu. Ülkünün uzun vadeli bir açıklanışı yoktu. Ortada ne bir yazılı eser, ne de bir önder vardı.”

Bu sıralarda Bakü hareketlidir. 1 Eylül 1920 de “Şark Milletleri Kurultayı” ve 10 Eylülde de “Türkiye Komünist Partisi Kurultayı” yapılır. İkisine de katılır. Yazar hayatındaki ilk ideolojik dönemece gelmiştir. Batum’da “Türkiye Komünist Partisi” ne girer ve Moskova’ya üniversite eğitimine gider. Yol Arkadaşları Nazım Hikmet ve Va-La Nurettin’dir. Yazarın tanımı ile “Üç kendini arayan insan” Moskova yolundadır.

Dört yıl sonra İstanbul’a döndüğünde yazar kendini bir yabacı gibi hisseder. Her olaya öğrendiklerinin gözlüğünden bakmaktadır. Şehrin kapitalistler tarafından soyulduğunu düşünür ve basit bir zabıta olayını bile “sınıf Kavgası” olarak görmeye başlar. Kendi tanımı ile artık bir “Otomat” olmuştur.

Yazar, Dr. Şefik Hüsnü ve Pedagog Sadreddin Celal’in çıkarttığı “Aydınlık Dergisi” nde Marksizmi anlatan yazılar yazmaya ve tercümeler yapmaya başlar. Zaman içinde olaylara bakış tarzının, çevresinde sevimsiz karşılandığını hisseder. Otomat olmaktan rahatsızlık duymaya başlar. Bu arada Aydınlık Dergisi kapatılır, Nazım Hikmet, Şefik Hüsnü ve diğerleri yurt dışına kaçarlar. Yazar kalmaya karar verir. Ankara İstiklâl mahkemesinde on yıl hapis cezasına çarptırılır. Önce Ankara sonra da Afyon Cezaevine gönderilir.

Cezaevinde Anadolu insanını daha yakından tanır. Onlara okuma yazma öğretir. Anadolu gerçeği dört duvar arasında da olsa onu sarıp yoğurmuştur. Cezaevi yönetimi çalışmasını kolaylaştırıcı önlemler alır ve ilk kitabı ortaya çıkar; “Muasır Türkiye’nin İktisadî İnkişaf İstikametleri”. Hapse girişinden bir buçuk yıl sonra cezası affedilir ve İstanbul’a gider.
Yazar hayatındaki ikinci ideolojik dönemece gelmiştir. Zaten içindeki <Marksist Otomat> cezaevindeyken ölmüştür. Arkadaşlarıyla yollarını ayırır. Kendini inkılâbın emrine verip, Anadolu insanına hizmet edecektir. Cebinde ucuz bir otelde bir gece kalabilecek, bir öğün yemek yiyebilecek para ve çantasında Merkez Bankasına ilişkin bir rapor ile Ankara’ya gelir. Bolu ormanlarının içinde bir köy öğretmenliğine razıdır. Maarif Vekâleti Müsteşarı ile görüşür, “Teknik Eğitim Umum Müdür Muavinliği” görevine getirilir. Umum Müdür efsane eğitimci Rüştü Uzel’dir.

Müsteşarın şu sözü onun için bir dönüm noktasıdır; “Herkes dağarcığında ne varsa ortaya dökecektir. Hem hangi memleket çocuklarına bizim kadar muhtaçtır?”
Yazar için ülkesine hizmetin kapıları açılmıştır ve hayatının en verimli hizmet dönemi başlayacaktır.

Yazar 1929 krizi üzerine liberal politikaların revize edilmesi gereği duyarak, “Sosyal devlet yapısında planlı disiplinli bir karma ekonomi modeli” geliştirir. Bu konuyu Türk ocağında verdiği bir konferansta anlatır. Ocağın lider kadrosundan, Hamdullah Suphi, Yusuf Akçura, Ağaoğlu Ahmet oradadırlar. Konferans çok beğenilir ve kitapçık hâlinde basılarak tüm ocak şubelerine dağıtılır.

Yazar “Kâbemiz Turan” diyerek başladığı Türk ocağında, Turancılıktan vazgeçme nedenini bir kez daha hatırlar; “Turancılık, realitelerin terazisine konulduğunda hiçbir sıklet arzetmiyordu. Bu hükme, yıllarca süren madde ve ruh mücadelelerinden ve bir sıra hayal kırıklıklarından sonra varmıştım.”

Yazar, “Türk İnkılâbının niteliği ve bir inkılâp ideolojisinin prensipleri” isimli raporunu 21 nüsha hazırlayarak Atatürk’e sunar. Bu rapor, halk için hazırlanmamıştır. Çünkü yazar, inkılâbın azlık fakat şuurlu bir zümrenin yani, bir <kadro>nun önderliğinde derinleşebileceğine inanmaktadır.

Türk Ocağındaki konferansla başlayan, bu raporla genişleyen fikirler “İnkılâp ve Kadro” isimli bir kitapta toplanır. Daha sonra yazar ve arkadaşlarının çıkardığı “Kadro Mecmuası” nda parça parça işlenir.

Yazar, İktisat Vekâleti’nin “Sanayi Teknik Heyeti Başkanlığı” ve İkinci Dünya Harbinden sonra kurulan dört vekilden oluşan “Harp Sonu Raporu Komisyonu” raportörlüğüne getirilir. Yazarın II Dünya harbi dışında kalışımızla ilgili görüşleri, o dönemi yakından bilen biri olarak çok önemli olsa gerek;
“Türkiye, tarihinin en büyük şansı olarak bu harbi, militarist olmayan, hayalperest olmayan, harbin ne olduğunu ve sulhun değerini bilen bir hükümetin idaresinde geçirdi. Bu dönemde idareye hâkim olan ruh, hiç şüphe yok ki, ne bir Enver Paşa benliği ve cehaleti, ne de bir ittihatçı komiteciliğidir.”

Yazar, 1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti tarafından Bakanlar Kurulu kararı ile görevinden alınır. Artık emeklidir. Biraz kırılan ve üzülen yazar, üstündeki burukluğu atmak için Kayaş’taki çiftlik evine gider. Daha önce bir Yurt gezisi sırasında, Denizli Pamukkale’den bir köylüden satın aldığı “Epiktetos’un kandili” ismini verdiği feneri yakar, bir kadeh şarap alır ve Epiktetos ile sohbete başlar. Böylece Epiktetos’un ağzından bir nefis muhasebesi yapar. (Epiktetos, efendisinin ayağını kırarak topal bıraktığı, Pamukkaleli bir “köle filozoftur”)
Epiktetos konuşur;

“-Kaybettim deme, geri verdim de! Hayat bir ziyafetten başka bir şey değildir. Yemek ne kadar sürmüşse ziyafet orada biter. Kolun bu sofrada nereye kadar uzanmışsa nasibin o kadardır….İnsanlar kendilerine ya çok pahalı, ya çok ucuz kıymet biçerler. Sen sadece bir değerlendirme hatası içindesin….Kaybettiklerin huzurun pahasıdır”

Yazar, içinde bulunduğu durumda karamsarlığa kapılmadan, hayattan kopmadan yoluna devam etme kararı alır ve şöyle bir değerlendirme yapar;
“Tanrı bize hayatı bütün tezatlarıyla birlikte vermiştir. Nasibimiz, bu tezatları çözmek yerine, onlarla beraber yaşamak olsa gerekir. O halde, hayata küsmeden, düşman olmadan ve onu inkâr etmeden, ona bağlı kalarak, yaşamak hatta onu süslemek gerek.”

Hayat hikâyesine bir isim koyması gerekir; ”Suyu Arayan Adam”
Yazar, hayatı boyunca suyu, yani kendini aradığını, bu arayışlarında aldanışlarının da inanışları kadar güzel olduğunu ifade ederek, yaşadıklarından hiçbir pişmanlık duymadığını vurgular. Tekrar dünyaya gelse, gene aynı hayatı yaşamak istediğini belirtir.
Otobiyografi burada son bulur.

Yazar, o gün Kayaş’taki çiftlik evinde yaptığı nefis muhasebesi sonucunda aldığı karara sadık kalarak, hayata küsmez, gerçek bir aydına yaraşır hayat sürer ve düşündüğü gibi hayatını yazdığı çok değerli kitaplarla da süsler. Saygı ve rahmetle anıyorum.

 

 

 

Yazar

Aziz Bozatlı

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar