HİKAYE: Gözyaşı

Koskoca trenin tüm vagonları tıklım tıklım doluydu. Her biri evlerine doğru akıyordu. Benimse gideceğim yer... Reyhan Özçiftçi'in "Bu Ankara Masalı Hiç Bitmeyecek" kitabından bir hikaye daha...


Paylaşın:

ADAM;

Karşı sıranın sağ ucunda oturuyordu. Bakılamayacak kadar güzeldi. Sanırım böyle bir güzelliği anlatırken, insanın gözlerini kamaştırıyor, derler. Bense gözlerimi kırpmadan ona bakıyordum. Siyah manto vardı üzerinde, boynunda kırmızı eşarp, siyah çantası kucağında, ellerini çantasının üzerinde bileklerinden çaprazlamıştı. Sağ elinde sımsıkı kavradığı bir şey vardı. Fakat ne olduğunu göremiyordum. Mantonun omuzlarına dökülen o sapsarı saçlar… Güzel kadındı, ya kırk ya kırk beşinde. Metro vagonundaki onca insanı silip de onu böyle seyre dalışım güzelliğinden değildi üstelik. Akşamın o saatinde nereden çıkmıştı karşıma. Günlerimde yeterince hüzün vardı zaten. Çenesinden oluk gibi akan yaşlarla yüreğimi kırıklamaya ne hakkı vardı.

KADIN;

Koskoca trenin tüm vagonları tıklım tıklım doluydu. Her biri evlerine doğru akıyordu. Benimse gideceğim yer, tavanından sarı ampul sallanan beyaz çarşaflı bir otel odası… Yollarıyla tanış olduğum, ağaçlarıyla bakıştığım, bulutlarına tutulduğum, ah bir kavuşabilsem diye hasretinle yandığım bu şehrin, üvey evladı bile değildim. Ne işim vardı Ankara’da? Avucumun içinde terden sırılsıklam olmuş telefonumdan, gecelerine sığındığım Allah’ımdan başka kimse yoktu yanımda. Çocuklarım, annem, babam onca yıllık yaşamımı sürdüğüm o şehir sanki başka bir dünyaya aitti artık. Sanki yüzlerce yıl geride yaşanmış gibiydiler. Gözlerimi kocaman açmış, trenin karşımda duran camına bakıyordum. Tren yer altına girince çenemden akan gözyaşlarımı görüyor, yeryüzüne çıkınca ışıl ışıl yanan şehrin içinde kayboluyordum. Ne işim vardı Ankara’da? Yaşanmamış düşlerin peşine mi takılmıştım? Kimden, nelerden kaçıp sığınmıştım? Yeni bir başlangıç mıydı istediğim? Geçmişimi unutmam mümkün müydü? Unutulamayanların üzerine nasıl yeni bir dünya kurabilirdim. Kim bilir belki de onları düşlerimden çıkarmak için koşmuştum Ankara’ya, belki de onlarsız düşlerimi yaşamak için…

Ya hayallerim? Küçük bir ilçede gerçekleşmesi mümkün olmayan hayallerim. Bugüne kadar başardıklarımı dikkate aldığımda; Kaf Dağı’nın zirvesi kadar uzaktı her biri. Özgüvenim çok yüksekti ve tüm savaşım kendime yenik düşmemekti. Yıllarca, yaşamak zorunda olduklarımla yaşamak istediklerim arasında gidip gelmiştim. Şimdi yaşamak istediğimi yaşıyordum.Öyleyse neden ağlıyordum. Biliyordum en değerli pırlantalar bile sahip olunduğunda cam boncuğa dönüşüverirler. İşte o zaman ya pişman olursam? En kötüsü de ya Ankara’ya tutunmayı başaramaz da düşersem; geldiğim gibi geri dönebilecek miydim? Tüm bu sorulara tek başıma göğüs gerebilecek güçte miydim?

ADAM;

Gözyaşları yanağında yolamak açmıştı. Mendil bile yoktu elinde, bende de yoktu ki! Olsa uzatır mıydım? Ağlamak bir insana bu kadar yakışıyorken… Omzundan kavrayıp, bedenini bedenime doğru çekmek geçti içimden. Başını koynuma doğru sokmalı, gözyaşları göğsüme akmalıydı. Kaybettiğim her şeyin yerine onu koymalıydım. Kim bilir belki yeniden güller açardı semalarda, belki yeniden yağmur yağardı gönlüme, içim yine eskisi gibi toprak kokardı, gidenlerin yerine onu oturtabilseydim… Tek başlılığımı unuttursaydı bana… Kırık dökük evime konuk etsem, meydan ateşinden sıçrayan kıvılcımlar gibi aydınlatsa karanlık duvarlarımı. Zambak kokusu dolansa odalarımda… Bir bardak sıcak çay uzatsa ve ben bıkıp usanmadan onu seyredebilseydim.

KADIN;

Gülen birinden ziyade ağlayanın daha fazla ilgi çektiğini biliyor, tanınmıyor olmanın vurdumduymazlığıyla beni izleyen gözlerden rahatsız olmuyordum. Gerçi tüm dünya gözünü bana dikse ne olurdu ki! Her şey bu kadar önemsiz ise üzerime abanan keder niyeydi? Kederim terk ettiklerime karşı duyduğum suçluluk duygusundan mıydı? Evet, biraz öyleydi. Daha çok da dost bildiklerimin uzatacağını umduğum ellerinin yokluğundandı. Ankara’ya yerleşiyorum, dediğimde, “Ay ne güzel bir karar vermişsin.”, “Bir şeye ihtiyacın var mı?”, “Senin için ne yapabiliriz?” gibi sözler duyacağımı umarken, dostum dediklerimin çoğundan şarkıcı olmak için evden kaçan genç kız muamelesi görmüştüm. Yaşadığım hayal kırıklığına rağmen hâlâ -çantama koyarsam duymam endişesiyle elimde taşıdığım telefonumdan- ne haldesin, diyen bir ses duymayı bekliyordum. Aslına bakarsam kimseye muhtaçlığım yoktu, daha gelmeden işimi ayarlamıştım. Ankara’ya tutunacak kadar param da vardı kenarımda. Gel gelelim herkesin önüme dikildiği bu yola üç gün gibi kısa bir sürede karar verip çıkmak, ruh halimi fazlasıyla çalkalamıştı. Bir yudum ilgiye öyle muhtaçtım ki! Sanki herkes aynı anda elini eteğini çekivermişti hayatımdan. Ağlamışım, gülmüşüm, yanıp dökülmüşüm kimsenin umurunda değildi. Peki, onlar benim umurumda mıydı? Sil baştan hayata başlamak, kimsesiz olmak değil miydi? Bebekler çırılçıplak gelirdi dünyaya… Ben de çırılçıplak olmalıydım. Eş, dost her şeyi ama her şeyi yenilemeliydim. Tüm bunlar beynimde dolanırken donuk bakışlarımı insanlar üzerinde gezdiriyordum. Karşı sıranın sağ ucunda oturan bir adam takıldı gözüme. Öne doğru sarkan bedeninden güçlükle dikleştirdiği başını bana doğru döndürmüş, sanki göz kapağı yokmuş gibi kırpıştırmadan bakıyordu. Taranmamaktan kabarmış saçları, uzamış sakallarıyla kocaman olmuş başı, heybetli omuzları arasına gömülüydü. Kalın bir parka vardı üzerinde, kirden koyulaşmıştı rengi. Ütü izi olmayan kalın pantolonun altında asker postalına benzeyen kaba saba ayakkabılarıyla, yıkılmış görüntüsüne rağmen sağlam basıyordu yere. Kocaman nasırlı elleri vardı, dizlerinin üzerinden bacaklarının arasına sarkan. Sanki kolumdan tutup beni sürükleyecekmiş gibi korktum bir an. Oysa her şeyin anlamsızlaştığı bir zaman dilimi içinde, ölüme bile korkusuzca teslim olabilecek güçteydim. Korkmak da neyin nesiydi? Bir kaç kaçamak bakış fırlattım adama doğru. Bir süre sonra ben de olmadığını fark ettim, öyle derinlerdeydi ki…

ADAM;

Beni fark etmesine neden olacak kadar çok bakmışım sanırım. İki kez göz göze geldik, göz bebekleri iri iri açılmıştı. Daha fazla ürkütmemek için birkaç saniyeden fazla kalmadım gözlerinde. Nereden geldiğini anlayamadığım o yaşlar çenesinden akmaya devam ediyordu. Kendimi hatırlatmıştı bana, geçmişimi, kim olduğumu, gidip gidip geri gelen acılarımı, dökemediğim gözyaşlarımı, unutamadığım hasretleri, asla geri dönmeyecekleri… Acıyordum da bir yandan. Annesini kaybedip sokak ortasında kalakalmış, korkudan gözyaşı ile sümüğü birbirine karışmış çocuk gibi çaresizdi. Acaba susturmak için saçını okşayıp elma şekeri mi uzatmalıydım. Yoksa elinden tutup, ağlama şimdi anneni bulacağım, mı demeliydim. Evet, evet elinden tutmalıydım, sanırım en çok buna ihtiyacı vardı.

KADIN;

Elinde şarap şişesiyle sağa sola sallanarak bağıra söylene dolaşan ayyaşların görüntüsü vardı adamda. Dilenci değildi, ama en az dilenci kadar döküktü üstü başı. Ruhsuz bakışları, uzaklara gittikçe şafak yıldızı gibi parlıyordu. Alaycı bir tebessüm iliştirdi bir ara dudağına fakat çok kısa sürdü, genel görüntüsü dokunsan ağlayacak gibiydi. İyi de, bana neden öyle bakıyordu? Ben de ona bakıyordum… Bence her şeyden vazgeçmiş, günü dolana kadar yaşamak zorunda olduğunu bilenlerdendi. Hayatın molozları altından defalarca silkelenerek kalkmayı başaranlardandı. Güven vericiydi. Ondan öğrenebileceğim çok şey olabilirdi. Bakışlarında oldukça zeki olduğunu görebiliyordum. Bir güç abidesi gibiydi adeta. Ve ben yalnızlığımla öyle güçsüzleşmiştim ki, bedenine sokulup zavallılığımı, varlığına gömmek isterdim. Ürkütücü görüntüsüne rağmen, pis kokacağını bile bile…

ADAM;

Trene Batıkent’te binmiştim, o Ostim’de bindi. Tren kaç defa durdu kalktı, farkında olmadan yol alıyordum. Nerede ineceğimin bir önemi yoktu ki. Ama o bir durakta inecekti, hem de çenesinden gözyaşlarını akıta akıta ve ben ömrüm boyunca onu metroda ağlayan kadın olarak hatırlayacaktım.

KADIN;

Sadece güçlü bir insan timsaliydi adam. Ne tanıdığım ne bildiğimdi. Yakışıklı mıydı? Boylu posluydu, biraz derlenip toplansa, eli yüzü açılsa, yıkanıp paklansa yani kısacası bir kadın eli değse üzerine, yakışıklı olacaktı. Üstelik şefkat dolu bakışları vardı. İyi birine benziyordu.

Gözlerimi yere dikmiş, adamın yaşantısı üzerine kurguladığım senaryonun ayrıntılarını yazıyordum. Senaryomdaki esas adam iyi bir ailede büyümüştü. İyi bir mesleği, hatırı sayılır bir geliri vardı. Biri oğlan biri kız iki de çocuğu… Kız küçüktü altı yaşlarında kadar, bukle bukle saçları koşuşturdukça omuzlarında zıp zıp zıplıyordu. Oğlan on yedisine yakındı oldukça ağırbaşlı fazlasıyla yakışıklı. Çocukların bir de annesi vardı tabii, endamsa endam güzellikse güzellik ve esas adama en az onun kadar âşık. Fakat zalim kader bu mutluluğun üzerine felaket habercisi kara bulutlar gönderdi, sonra kopardığı tufan ile darmadağın etti. Bir başına kalan esas adam ailesinin yıkıntıları önünde diz çöküp günlerce ağladı, önce işini sonra tüm varlığını kaybetti. Fakat Allah’ın biçtiği ömrü kendinden alamayınca sürüne yürüye yaşamını devam ettiriyordu.

Kendimi unutup esas adamın hayatı içine öyle dalmıştım ki karşı sıradaki yerinden kalktığını fark edememiştim. Onu yerinde göremeyince derin bir acıyla sarsıldım. Trenden inmiş olması, üç dakikada içine girdiği yalnızlığımla yeniden baş başa kalacağım anlamına geliyordu. Nasıl böyle habersiz giderdi, beni önemsediğini sanmıştım oysa. Omuzlarım çöktü, göz pınarlarımdan doğan damlalar sıklaşıverdi. Tren dirseği dönerken sallandı, o gürültünün içinde birinin konuştuğunu duyar gibi oldum. Kulak kesildim, sesin sol omzum üzerinden geldiğini hissedip başımı yukarıya kaldırdım. Adam inmemişti bana bir şeyler söylüyordu. Duymadığımı anlayınca söylediklerini yineledi.

“Lütfen beni yanlış anlamayın. Deminden beri sizi izliyorum. Yazık o gözlerinize, ne olur artık ağlamayın.”

Kalın ve tok sesi heybetiyle özleşiyordu. Oysa kurduğu cümleler görüntüsüne hiç yakışmayan türdendi. Tuhaf bir karşıtlıktı bu, şaşırtmıştı beni.

“Biliyorum, bazen gem vurulmaz duygulara. Ama emin olun ki gözyaşları sorunları çözmüyor, sadece yaraları biraz daha kanatıyor. Sizi rahatlatacaksa yine de ağlayın lakin istemesek de hayat bir şekilde devam edip gidiyor.

Teşekkür ederim anlamında gülümsedim. O ağlamamamı istiyordu fakat gözlerim kontrolümün dışındaydı ki! Peki, tüm duyguların yitirildiği anlarda gözlerden akan yaşlara ağlamak denir miydi?

ADAM;

Bana bakmak için başını yukarıya doğru kaldırmıştı, gerilmiş beyaz gerdanına gömüldüğümü sandım biran. Çenesindeki gamze, pembe dudağının kenarındaki minnacık gülücük, ıslak kirpiklerinin altında alev saçan gözleri… Bir kadına yakın olmak mı heyecanlandırmıştı bu kadar? Yoksa o sadece bir kadın değil miydi? Sesimin titrediğini fark edince sustum. O “Ama!” dedi sadece ötesini getiremedi.

KADIN;

Adama geçmişimi, başarılarımı, yıkılmışlıklarımı, düşüşlerimi, kalkışlarımı, Ankara’da ne aradığımı, her şeyi ama her şeyi anlatmak, ağlamak için haklı nedenlerim olduğunu ispatlamak istiyordum.

“Kendinizi yormayın, elbette yoğunlaştığımız anlar olacak. Demek istediğim; başınızdan ne geçerse geçsin asla pes etmeyin, kırılan dal kırıldığı yerden filizlenir, yeter ki ağaç kökünden kurumasın.” dedi bana.

Sanki yıllardır onunla yan yana yaşamışım hissine kapıldım. Hakkımda bir şey bilmemiş olsa da neler hissettiğimin farkında olduğunu anladım. Birkaç cümleyle ne kadar çok şey anlatmıştı bana, söylediklerine katıldığımı belirtmek için başımı hafifçe salladım.

ADAM;

Çok fazla kelimeye ihtiyacımız yoktu, onu bir nebze olsun rahatlatabilmiştim sanırım. Çenesindeki pınarı destekleyen kaynak bir an da kuruyuverdi, çehresi ayın on dördü gibi aydınlandı. Bir daha göremeyeceğimi bildiğim ve tarifi mümkün olmayan o güzelliği bir yudumda içiverdim. Artık trenden inebilirdim. Gözyaşlarını dindirmeyi başarmıştım. Yüzüne yayılan huzur ile görevimi yapmış olmanın rahatlığına kavuşuverdim. Tren gürültülü bir sarsıntıyla durdu. İndim, yüzümü ona döndüm, kalın bir cam vardı şimdi aramızda. Gözlerimin içine içine bakıyordu, gel desem gelecek gibiydi. Elinden tutup kendime çekmek için atılacak oldum, tren daha önce hiç duymadığım acı bir çığlık atarak tüm kapılarını kapattı.

KADIN;

Teşekkür etme fırsatı bile bulamadan trenden iniverdi. Hangi durak olduğuna aldırış etmeden peşi sıra inmek geçti içimden, pas kokan giysilerinden iğrenmeden koluna girmek, heybetli vücudundan güç alarak hayata başka bir köşeden başlamak… Başımı gayri ihtiyari ona döndürdüm, sadece bir adım uzağımda öylece bana bakıyordu. Sanki gel, der gibiydi kıpırdamaya fırsat bulamadan tren hızla hareket etti. Adam aynı anda görünmez oldu. Bakışlarımı onun üç dakika önce oturduğu sıraya çevirdim, çantasını ayakları dibine yerleştirmeye uğraşan bir delikanlı oturuyordu. Tüm duygularımı yitirmiş halde delikanlıyı izlemeye koyuldum. Büyük oğlum yaşlarındaydı. Çantasından çıkardığı kitabı kucağına yerleştirdi, arasındaki kalemi eline alıp hiç tereddütsüz kaldığı yerden soru çözmeye başladı. Hayat birilerinin bıraktığı yerden başka birileri tarafından devam ettirilip gidiyordu. Tren son durakta durunca istemeye istemeye yerimden kalkıp merdivenlere doğru yürüdüm. Başka zaman olsa yürüyen merdiveni seçmezdim, ruhumun yorgunluğu bedenimi takatsiz bırakmıştı. Trenden inen insanların yarıdan çoğu aynı benim gibi halsiz olmalıydı, basamakları tırmanmayı seçen parmakla sayılacak kadar azdı. Yükü kadar ağır ilerleyen merdivenin bizi yarı yolda bırakacağı endişesiyle gözlerimi ulaşacağımız noktaya dikmiştim. Yukarıda öyle arabesk bir kalabalık vardı ki! Hayretle bakışlarımı birer birer insanlar üzerinde gezdirmeye koyulmuşken tanıdık bir simâ takıldı gözüme. Gülümsemek geldi içimden, gülümsedim. O da gülümsedi. Adamın kara dudakları arasından görünen dişleri inci beyazlığındaydı.

 

Yazar

Reyhan Özçiftçi

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar