Yükleniyor...
Arnavut Maksut’un bulunduğu yer, küçük bir tepeydi. Küçüktü fakat peş peşe sıralanmış kederli kağnılarla birlikte sürüklenen göçmenlerin, hangi yöne doğru aktıklarını görebilecek kadar yüksekti. Salkım saçaktı her şey, çaresizlik, korku ve ürküntüden… En değerli kıldıklarını yüklemişlerdi sırtlarına, iki tekerli öküz arabalarına, bir ev bir arabaya ne kadar yüklenirse… Kalaylı kazanlar, tencereler, üzerine atılmış kilimlerin açıkta bıraktığı kısımdan ikindi güneşi altında gümüş gibi parlıyorlardı. Yataklar dürülmüş, yükün en üstüne urganla sıkıca bağlanmıştı. Kimilerine küçük bir sandık, kimisine bir çuval un, kimisine taşınabilecek kadar buğday ya da bir gürbe yağ sıkıştırılmıştı. Arabaları, mandalarla öküzler çekerken inekler arkaya bağlanmıştı, insanlara ise yer yoktu üzerlerinde. Sadece yürüyemeyecek kadar yaşlı olanlarla hasta ve çocuklar iliştirilmişti ön taraflarına. Arabası olmayanlar ise ancak sırtlanabildikleri kadar eşya alabilmişlerdi yanlarına, yaşlı olanlara bohçalar, gençlere ise büyükçe küfeler düşmüştü. Genel konuştuğuma bakmayın, çoğunlukla kadın ve çocuklardan oluşmaktaydı kafile, erkekler ise erkek denemeyecek kadar bitikti, sağlam olanlarsa peş peşe eklenmiş savaşlarda şehit düşmedilerse, cephedeydi.
Ölüm sessizliği vardı doğada. Yola dökülmüş olanların üzerinde de sessiz telaş, yeni doğan gibi kıpır kıpır… Onların bu hali hayvanlarına da yansımıştı, tanış olmadıkları topraklarda ürkek adımlarla yürüyorlardı. Korkudan gözlerini iri iri açmışlar, birilerinin duymasından çekinir gibi ürkek bağırıyorlardı, kısa ve titrek. Köyleri oldukça gerilerde kalmıştı, onlarda bilinmeze doğru yol aldıklarının farkındaydılar.
Arnavut Maksut ailesini bulabilme umuduyla yukarıdan aşağıya sürdü atını. Kafileyi tam orta yerinden yakalamıştı, sahipleriyle birlikte yola düşen köpekler sardı etrafını, komşu köyünkiler havlarken, kuyruk sallıyordu Karabaşla Arap.
“Abe komşular, göresiniz benim kızanları?” diye sordu. Başlarını iki yana salladı onu tanıyanlar, hüzünle önlerine baktılar, herkes kendi derdine düşmüştü, utandılar.
Arnavut Oğlu durakladı, eliyle koymuş gibi bulacağını sanıyordu, şaşaladı. Kafilenin ön tarafına doğru baktı, ucu görünmüyordu, atını o yöne doğru mahmuzladı, biraz sonra durdu, gördüğü yüzler tanıdık değildi, bizimkiler bu kadar önde olamazlar, diye düşünüp tam terse döndürdü atını. Dizginlerini sıktı, atı yavaş adımlarla yürümeye başladı. Toz toprağa bulanmış yorgun yüzlerde daha çok yaşlı anasını aradı. Tanıdık her simaya, benim kızanları gören oldu mu, diye tekrarlayıp durdu. Her olumsuz baş sallayışta biraz daha tükendi umudu. Kafilenin sonuna geldiğinde ne yapacağını bilmez halde bir başa bir sona baktı, karar vermesi uzun sürmedi, yönünü köye doğru çevirdi, atın kuyruğu havalandı…
Orak zamanıydı, kadınların çabasıyla öbek öbek boy atmış sarı başaklar boynunu bükerek bakıyordu gidenlerin ardından. Kim bilir belki gidecekler bir daha hiç dönmeyeceklerdi. Belki de kış gelmeden dönüp geç de olsa hasat edeceklerdi mahsulü. Tabii gavur gavurluğunu yapıp onları çiğnem çürük etmez ise…
Tarihe Çanakkale Savaşı diye geçecek olan boğaz harbinin en kızgın dönemiydi. İstanbul’a ulaşmak için gemileriyle Çanakkale Boğazına dayanan İtilaf Devletleri bunun sandıkları gibi kolay olmadığını 18 Mart 2015 de Nusret Mayın gemisinin döşediği mayınlarla donanmalarının önemli parçalarını kaybedince anlamışlardı. Öyle güçlüydüler ki, böyle bir sonucu akıllarından bile geçirmemişlerdi. Kısa süren şaşkınlıktan sonra oradan buradan topladıkları, ne için savaştıklarının bile farkında olmayan, kendini asker sanan zavallı insanları Arıburnu sırtlarına yığdılar. Donanmanın boğaza girebilmesi için iki kıyıya sıralanmış Türk Askerlerinin ortadan kaldırılmaları gerekiyordu. Fakat bilmedikleri bir şey vardı, Çanakkale’de onlarla savaşan insan değil, ilahi ruhtu.
Cephede yere düşen şehitler ayağa kalkıp yeniden düşman üzerine yürürken, geride bıraktıkları da onların kanlarını yerde bırakmamak, varlıklarını koruyabilmek için ayrı bir savaş veriyordu. Çanakkale’de hem cephe hem de gerisi kan revan içindeydi. Dökülen kanları kimsenin önemsediği de yoktu, vatandı söz konusu olan, gerisi teferruattı. O elden giderse her şey biterdi. Şan biterdi, namus giderdi…
Düşman cephede kan dökmeye devam ederken cephe gerisini de boş bırakmıyordu. Biliyordu ki, halk pes etmedikçe asker pes etmezdi. Savaşlar silahla değil, inancını kaybetmiş halk sayesinde kazanılırdı. Bu nedenle tüm şehir, kasaba ve köylerin yakılıp yıkılacağını yazan kağıtlar atılıyordu İngiliz uçaklarından. Acı haberler tez ulaşıyordu kulaklara. Düşman geliyor haberi zaten tetikte bekleyen erkeksiz kalmış kadınları bir anlık şaşkınlıktan sonra gâvur askerinden gebe kalma korkusuyla döküvermişti yollara. Silahları olsaydı ya da erkekleri, durur savaşırlardı da, kalmaları çoluk çocuklarını, yaşlılarını telef etmekten başka işe yaramazdı, bunu çok iyi biliyorlardı. Çoğu Göçmendi zaten göçenlerin, onlar gâvurun gaddarlığını Balkanlarda öğrenmişlerdi, yerli olanlar da onların anlattıklarından. O an için kaçmaktan başka yapacak bir şeyleri yoktu. Tarlalarını, bahçelerini, zerzevatlarını, meyvelerini, tavuklarını, kuşlarını öylece bırakıverdiler.
Arnavut Maksut, Üsküp Muhaciri idi. Kitaplarda yazılanlara göre Balkan Savaşları onlar yeni vatanlarına ulaştıktan iki sene sonra başlamıştı. Oysa gerçek kitaplarda yazılanlar gibi değildi, Arnavut oğlu doğduğu günden beri savaşın içindeydi.
Ve onlar Üsküp’ten, dayanılması mümkün değil denilecek türden bir acıyı sırtlanıp da yola dökülmüşlerdi, anası, abası, eniştesi, ölen amcalarının karıları ve onların kızanlarıyla birlikte. Yüzyıllar öncesinde atalarının geldikleri topraklara dönüyorlardı, yalnız bu defa yürekleri umutlu değil kederliydi. Onlara Arnavut dense de Türkoğlu Türk olmanın gururunu taşıyorlardı. Türk gibi düşünüp, Türk olduklarını hissederek, Türk gibi yaşamışlardı. Zaten bu nedenle baskı ve zulmün odağı olmuşlardı. Yoksa ne diye babasıyla iki amcasını gözleri önünde kurşuna dizsindi Bulgar gâvuru. Yapmayın etmeyin, ne isterseniz veririm diye yalvaran dedesini bir dipçik darbesiyle yere yıkmışlardı. Kız kardeşiyle halasını da sürükleyerek götürmüşlerdi, onların yara bere içindeki cansız çıplak bedenlerinin başında, çırpınarak can vermişti nenesi. Verdikleri canların acısıyla ne mal gördü gözleri ne mülk. Zaten türlü çeşit bahanelerle Müslümanların mal varlıklarına el konulmaya başlanmıştı. Dönümlerce araziden oluşan çiftliklerinin bir köşesine gömdüler cenazelerini, arkalarına bile bakmadan düştüler yollara, filse billâh, perperişan… O yıllarda yirmi ikisindeydi Maksut daha, nur yüzlü gencecik bir karısı, biri beş diğeri iki yaşında da iki kızanı vardı. Yirmi kişilik ailesinin reisiydi artık, birkaç parça eşya daha çok anılarını yanlarına alarak bir gece yarısı sessizce ayrıldılar Üsküp’ten. Kan ağlayarak…
Can havliyle Edirne’ye ulaştıktan sonra elleri ayakları salınıverdi, takatleri tükendi. Fakat uzaklaşabildikleri kadar uzaklaşmak istiyorlardı geçmişlerinden, canlarını dişlerine taktılar Babaeski’ye kadar ilerlediler annesinin aklı daha güneyde olsa da aile meclisi Babaeski’de kalmaya karar kıldı, daha ileriye gitmeyi gözleri almadı, bir ayı gecik yollardaydılar. Hükümet küçük bir yer gösterdi onlara. Derme çatma bir ev yaptılar önce, ektiler biçtiler, karınlarını doyurmaya başladılar. Onca varlıktan sonra düştükleri durum en çok annesinin canını yakıyorsa da çektiklerini hatırladıkça, buna da şükür, deyip ses etmiyordu.
Orada yaşarlarken Bigadiç diye bir yerin varlığını duydular. Bigadiç de tütün tarlaları varmış ve doksan harbinde göçmüş birçok Arnavut. Bunları duyduktan sonra fazla duramadılar Trakya’da, tekrardan yollara düştüler. Malkara ve Keşan’da konakladılarsa da çok oyalanmadılar. Bigadiç’e az kala yol üstündeki Hamidiye köyünde geceyi geçirmek için konakladıkları sırada köy halkından gördükleri ilgiden memnun kalınca Remziye Ana “Daha gitmeysin bre Maksut!” dedi ve oraya yerleştiler.
Maksut yarı terk edilmiş köyüne (bazılarının gücü yetmemişti göçmeye, bazıları da gururuna yedirememişti kaçmayı) vardığında karşılaştığı manzara karşısında ağlamaktan alıkoyamadı kendini. Köy girişindeki çeşmenin ayan ayan şırıldayışı bile acıklıydı. Dört yıl olmuştu yerleştikleri oraya, kendileri gibi muhacirdi köylülerin hepsi, kimi onlar gibi yeni gelmiş, kimileri de çok öncelerden geldiklerinden muhacirliklerini bile unutmuşlardı. Toprağını da havasını da sevmişlerdi, karısı sık sık, a be Maksut severim burayı, der dururdu. Maksut boş sokaklarda sanki kendini birilerine duyurmak ister gibi bağırdı.
“A be anacım nerdeysiniz, Naciye a gidinin karısı, hani severim burayı der dururdun da nere gideysin?”
Sesi kimsesiz sokaklarda çınladı Maksut’un. Oysa bu saatte ne kalabalık olurdu çeşmelerin başı. Sığırdan dönen hayvanlar, çeşme başına sıralanmış kızanlar, onları süzen delikanlılar… Hayvanların böğürtüleri, kızanların kikirdeşmeleri kulağında çoğaldı. Ama maalesef suyun sesinden başka ses yoktu ortalarda. Tam o sırada bir gürültü koptu arka yanında dönüp baktı, sahipsiz kalan kazlarla ördekler suya doğru geliyorlardı, onların bile eski neşesi yoktu. Atı suya ardıldı, izin vermedi, dizginini çekip evinin olduğu çıkmaza döndü hızlıca. Duvar diplerinden fışkırmış akşam sefalar henüz suyunu çekmemiş topraktan aldığı güçle kokular salmaya başlamışlardı. Belli ki anası gitmeden önce birer kova su döküvermişti diplerine. Anasının hayali, iki kanatlı tahta kapılarının eşiğindeki kütükte ferecesine sarılmış halde oturuyordu. Asker çevikliği ile atladı atından, kapının küçük kanadının ipini çekip itti, kapı ardına kadar açıldı. Kireç badanalı avlu tüm ferahlığıyla yayıldı orta yere. Hayat çekilmemişti henüz avludan, sanki ev halkı komşuya kadar geçivermişti. Belki de kaçmamışlardı. O zaman neredeydiler? İçinden ana diye seslenmek geldi, seslendi de. Sonra sustu yine seslendi. Anladı ki kendisini duyuracak yoktu.
“Ana, anacım ben geldim. More Naciye nerdeysen? Ayde kızanlar çıkın be ortaya.” dedi. Sesi boş avlunun duvarlarına çarpıp geri döndü.
Naciye’nin
“Aaa, Maksut hoş gelmişsin beyav!” diyen sesiyle saya altından çıkıverişi canlandı gözünde, pembe donu, çiçekli entarisi, beyaz çemberiyle.
Burnuna gelen ekmek kokusuyla sıyrıldı hayallerden, koku avlunun güney kenarındaki fırından geliyordu, hızlı adımları gübreliğin kenarında eşelenen piliçleri kaçırttı. Fırının kapağını açınca nar gibi kızarmış tavuklarla ekmeklerin kokusu vurdu yüzüne, açlığını hissetti düşüp bayılacağını sandı. Elini fırının içine soktu bir tavuk bacağını koparıp ağzına götürdü. Ne varki ısırdığı lokma boğazından geçmedi, zor yuttu. Belli ki Naciye yolda yeriz diye hazırlamıştı bunları, tez uzaklaşmak zorunda kaldıklarından bekleyememişlerdi pişmelerini. Etrafına bakındı, tulumbanın yanında duran su testisine göz koydu, ipte asılı sofra bezini çekip aldı. Testinin dar ağzını kırdı, fırındaki tüm tavukları buna doldurdu, ekmekleri ise sofra bezinin içine bohçaladı bir çabuk arkasından avluya girmiş olan atın üzerine attığı heybeye yerleştirdi hepsini. Kızanlarımı bulursam onların, bulamazsam da bir Türk’ün kursağına düşsün, diye geçirdi aklından.
Bir yandan da “Aaa gidinin Naciyesi, bırakmışsın firunda tavukları, hiç düşünmezsin bre, gelir gâvur meze eder episini.” diye söyleniyordu.
Sanki bir top gürledi uzaklarda, burnuna düşer gibi oldu barutunun kokusu. Cephe geldi gözünün önüne, içi sızladı, çabucak dönmesi gerektiğini hatırladı.
Yanlış anlaşılmasın, Maksut cepheden kaçmış değildi o Türk Askeriydi silah arkadaşlarını komutanını yalnız bırakmazdı. Sadece bir anlık zaafına yenik düşmüştü, nihayetinde o bir baba idi.
Unutulmuş bir şeylerin olup olmadığını kontrol etmek için yattıkları odaya daldı çizmeleriyle. Aynı anda anasının öfkeli sesi çınladı kulağında, bre more, dalarsın ha odaya iskarpinle! Odada ilk göze çarpan sandığın üzerindeki yükü örten beyaz çarşafın bozuk oluşuydu. Belli ki yükten yatak yorgan almışlardı kendilerine. Arnavut Maksut kalan yükü kucakladığı gibi sandığın üzerinden indirdi. Bu sandık Emine’sinin çeyiz sandığıydı, geceleri lamba başında işlediği kanaviçeleri, mekik oyalarını, iğne oyalarını burada saklardı Naciye. Sandığın içinden aldığı beyaz pikeyi yere serdi, kızının göz nurunu pikenin üzerine boşaltıp bohçaladı. Bohçayı sol koluna geçirdiği gibi ardı sıra avluya girmiş olan atına atladı, atıyla avlunun ortasında bir kere döndürdükten sonra tahta kapıdan başını eğerek çıktı sokağa. Arkasına bakmıyordu, bakarsa dayanamayıp ağlayacaktı. Belki bu eve bir daha dönmeyeceklerdi, dönseler bile belki evlerini böyle bulamayacaklardı.
“Aa gidinin goca Arnavut’u a! Sen Bıçgın Amedin olusun, böle kuru sıkılara bırakıysın pabuç. Ne oldu ki bura geleli? Altı yüz yıllık ata ocağını bırakıp da gâvur bayrağı altında yaşamayız diye düşmedin mi yollara? İşte kızanlarında sen gibi, güzlerini gırpmadan bırakmışlar tası tarağı. Onlar bakar başının çaresine bre be, sana er meydanı yakışır. Gâvurla yaşamaktansa ölmek daha iyidir.” deyip mahmuzladı atını, top seslerinin geldiği yana doğru.