İdealist bir kalem: Ömer Seyfettin

Yüz yıl öncesinden "Cahil milletler toplanamazlar. Birlik yapamaz. Mahvolur. Türkler de okuyup bilgi ve fen öğrenmezlerse milletlerini anlayıp terakki edemezler ve düşmanlarına esir olurlar." diye haykıran Türk Milletinin büyük evladı Ömer Seyfettin.


Paylaşın:

Ömer Seyfettin

7 Kânûn-ı sani 1918 tarihli Ruznamesine [i] Ömer Seyfettin şunları yazar:

“Evet, İtalya Muharebesi, Balkan Muharebesi… Ben Yanya Kalesinde esir oldum. Yunanistan’da bir seneden ziyade esirlik… İstanbul’a gelip kendimi toplayacağım zaman annemin ölümü… Sonra Cihan Harbi… İşte dört senedir bu felaketli harbin buhranı içindeyiz. Yarım okka ekmek otuz kuruşa satılırken kim edebiyatla uğraşabilir? Ama ben uğraştım.”

Hem de ne uğraştı.  Durmadan yazdı. Hikâyeler, şiirler, oyunlar, makaleler ve birçok çeviriler hep onun imzasını taşıdı. Amacı edebiyat tarlamızı zengin lisanımızın kıvraklığıyla işleyerek ondan yeni, taze ve faydalı ürünler elde etmekti.

Ruşen Eşref Ünaydın’ın bir sualine  “Ağustos böceği gibi öterek yan gelmektense karınca gibi çalışmak daha iyi değil mi? Şimdiye kadar öttüğümüz elverdi; biraz da iş yapalım ki çorak edebiyatımız şenlensin” diyerek cevap veriyordu.[ii]

Verdiği bu cevabın karşılığını misliyle yerine getiren Ömer Seyfettin, kısa ömrüne o kadar güzel, etkili ve faydalı eserler sığdırdı ki bu eserler sayesinde Türkçe ve Türklük onu hep alkışlarla yâd edecektir.[iii]

Yakın dönem Türk edebiyatında hikâyeleri kadar dil ve tarihle ilgi görüşleriyle tanınan Ömer Seyfettin, aynı zamanda kendi kimliğini ortaya çıkarmaktan çekinen Türk milletini, içinde bulunduğu bu pısırıklıktan ya da korkaklıktan kurtarmak için büyük gayretler göstermiştir. Öyle ki ismiyle müsemma olarak kalemini bir kılıç gibi kullanan Ömer Seyfettin, Osmanlı devletinin varlık yokluk kavgası verdiği bir dönemde destansı bir edayla konuşmayı başarmıştır.  Meselâ 18 Mart 1914’te Tanin’de yayımlanan Yeni Gün yazısı, kararan ufkumuzu aydınlatan bir güneş gibidir. Bu yazıda, Ergenekon’dan çıkışımızı, istiklâlimizi yeniden kazanışımızı anlatırken Ziya Gökalp’ın Ergenekon adlı şiirine yer verir.  Şiirin son dörtlüğü şöyledir:

Yurt girince yad eline,

Ergenekon oldu yine!

Çıkmaz mı bir Börteçine

Nurlanmaz mı çerağımız?

Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp’ın bu dörtlüğünden hareketle: “Şair, bugünkü Türklüğün perişan ve esir hâlini tıpkı “Ergenekon”a benzetiyor. Bir kurtarıcı, bir Bozkurt, bir Börteçine temenni ediyor. Onun heyecan ve ümidini biz Türkler kalbimizde duyarsak pek çabuk millî mefkûremizi kuvvetlendirecek, mefkûresizliğin verdiği yeisten, azimsizlikten, iradesizlikten bir anda kurtulacağız” diyerek Türk gençlerini bu millî bayrama kayıtsız kalmamaya davet ediyordu.

Yine “Eski Kahramanlar” adı altında yazdığı hikâyelerinde Türk’e yitirdiği gururu ve şuuru yeniden kazandırmaya çalışıyordu. Bu serinin içinde yer alan Pembe İncil Kaftan hikâyesinin kahramanı Muhsin Çelebi sanki Ömer Seyfettin’in ta kendisiydi. Çünkü Ömer Seyfettin sadece bir yazar değil aynı zamanda karakollarda nöbet tutan, hatta savaşta esir düşen bir askerdi. Pembe İncili Kaftan’ın kahramanı Muhsin Çelebi de devleti için gözünü budaktan sakınmayan bir alperendi.   İran Şahı’nın sarayına sırtında dillere destan olan “pembe incili kaftan”ı ile girmesi ve onu üzerine oturulacak bir kilim niyetine kullanması, sonra da saraydan çıkarken “Sarayınızda büyük bir milletin elçisini oturtacak bir seccadeniz, şilteniz bile yok” demesi ve “pembe incili kaftan”ı orada bırakıp şahın huzurundan ayrılması, Türkün cesaretini, gurunu göstermesi bakımından önemli bir olaydır.

Birinci Dünya Savaşının şartları içinde Osmanlı devleti topraklarını ve otoritesini kaybede ede büyük bir acziyet içine düşerken koca bir millet, kendi büyüklüğünün farkında olmadığı gibi kendine ait olan maddi ve manevi zenginliklerinden de bi haber yaşamaktadır. İşte bu şartlar altında bıkmadan, usanmadan topluma yön vermeye çalışan Ömer Seyfettin “Mektep Çocuklarında Türklük Mefkûresi” başlıklı yazısında bakınız, neler söylemektedir: [iv]

***

“Cahil milletler toplanamazlar. Birlik yapamaz. Mahvolur. Türkler de okuyup bilgi ve fen öğrenmezlerse milletlerini anlayıp terakki edemezler ve düşmanlarına esir olurlar. Onun için her Türk ilme, fenne, iktisada son derece ehemmiyet vermelidir.

Her Türk okuyup yazma öğrendikten sonra sanata, ticarete girmeli, milleti için zengin olmalıdır. Âlim milletler zengindirler. Fertleri ayrı ayrı zengin olan milletler en kuvvetli milletlerdir. Türk milliyeti iyice uyanmak ve parlamak için:

  1. Millî ve umumî bir Türk edebiyatı,
  2. Türklükte güzel sanatlar( mûsikî, resim, heykeltıraşlık, tiyatro ve vs…)
  3. Türklükte fen ve büyük sanatlar (fabrikalar, ihtiyacımız olan makineler, elektrik inşaatı vs…)
  4. Türklükte ticaret ve iktisat lâzımdır… Sonra canlanan ve zenginleşen millet mefkûresini kendi kendine duyar. O mefkûre de budur:

“ Büyük milletler gibi terakki etmek… Kan ve din kardeşlerimizi sırasıyla esirlikten kurtarmak. Türk namını tarihte tekrar parlatıp Türklükle beraber Müslümanlığa da eski ehemmiyetini verdirmek…”

Emperyalist devletlerin Türk’ü yeryüzünden kaldırmak için planlar yaptığı bir devirde, Ömer Seyfettin, Türk çocuklarına, Türk gençlerine bir yandan Ergenekon’dan çıkışımızın destansı hikâyesini anlatıyor, bir yandan da  “Bir çocuk nasıl Türk milliyetperveri olur?” diyerek diri ve genç ruhlara millî şuurun nasıl kazandırılacağını maddeler halinde sıralıyordu. Bu ilkelerden birkaçına dikkatinizi çekmek isterim:

* Konuştuğu Türkçeyi sever. Konuştuğu lisanı yazar ve bu güzel İstanbul Türkçesini herkese öğretmeye çalışır.

* Dini gibi milliyetini de sever ve mukaddes bilir. Türklüğün aleyhinde bulunanlara karşı Türklüğü müdafaa eder. Milliyetine lakırdı söyletmez. Hangi milletten olursa olsun Türkçe öğrenip Türk milliyetine karışan muhacirlere tıpkı eski kan kardeşi imiş gibi muamele eder.

* Askerlik, tüccarlık, sanatkârlık, memurluk, hâsılı hangi meslek için hazırlanırsa hazırlansın en başlı emeli Türklüğe, Türk mefkûresine hizmet etmek olur.

* Şahsî hayatının fâni, fakat milliyetinin, Türklüğün ebedî olduğunu aklından çıkarmaz…

Evet, bu duygulara ve bu düşüncelere bir can suyu gibi ne yazık ki bugün de çok ihtiyacımız var, hiç vakit kaybetmeden bütün çocuklarımızın aklına ve gönlüne bu ilkeler, bir nakış gibi işlenmelidir.  Çünkü içinde bulunduğumuz zaman, yeniden doğuşa, yeniden şahlanışa çokça ihtiyaç duyduğumuz bir zamandır!

Gerçi, bu duygulara yabancı kalan kimseler, yazılanlardan ve yazdıklarımızdan pek haz almaz hatta bizi ırkçılık gibi birtakım garip kisvelerle suçlamaya çalışırlar. Oysa kendileri gaflet, dalalet hatta hıyanet içinde bu coğrafyanın Bermuda Şeytan Üçgen’idirler. Her devirde bir fırsat kollayıp Türk’ü ve Türklüğü kendi anaforlarında eritmenin, yok etmenin yollarını ararlar…  Ömer Seyfettin’e göre onlar “Bedkârlık, Bedhahlık, Bedbinlik”[v] içinde olan hasta ruhlardır…

Her yerde ve her zaman bin bir şekilde karşımıza çıkabilecek olan bu hasta ruhlu insanların çığlıklarını “it ürür, kervan yürür” misali ardımızda bırakarak yolumuza devam etmeliyiz.  Çünkü bu yol Türk birliğine, Turan’a giden bir yoldur ve elbette zahmetli olacaktır. Ancak içimizde yanıp tutuşan bu sevda ile biz, bu muhteşem birliği mutlaka ama mutlaka kuracak “dilde, fikirde, işte” birlik anlayışıyla Turan’ı gerçekleştireceğiz.

Şimdi bazı zavallılar kendilerince bizi dalgaya alıp “Birbirinden uzakta olan bu Türk devletlerini nasıl bir araya getireceksiniz, sınırlar ne olacak?” diye sorabilirler.  Onlara Ömer Seyfettin’in 30 Nisan 1918 tarihli yazısındaki şu paragrafla cevap verelim:

“Türklerin muhtelif ülkeleri, muhtelif devletleri olabilir. Fakat lisanları, dinleri, milliyetleri birdir. “Turan” bir devlet değil harsî[vi], millî bir vatandır. Türklerin oturduğu, ekseriyet teşkil ettiği yerler hep Turan’dır. Siyasi hudutlar büyük Turan’ı parçalayamaz.”[vii]

***

Evet, mensubu olduğu toplumu aydınlatmak, bilgi sahibi kılmak için tarihten edebiyata, sosyolojiden psikolojiye, eğitimden spora, iktisattan istatistiğe kadar birçok konuda yazılar yazarak Türklüğe hizmet eden ve Türk hikayeciliğinin öncülerinden olan Ömer Seyfettin’i  2020’nin mart ayında doğumunun 136., ölümünün 100. yılında yâd ederken ruhu şad, mekânı cennet olsun diyoruz.

 

[i] 7 Ocak 1918 tarihli günlüğüne…

[ii] Diyorlar Ki… Ruşen Eşref ÜNAYDIN; MEB Kül.Yay. İst. 1972.s.221

[iii] Alkış: eski Türkçe metinlerde “dua etme, övme, birinin iyiliklerini sayma” manalarına gelmektedir.

[iv] Ömer Seyfettin Bütün Eserleri, Nazım Hikmet POLAT, TDK Yay. Ank. 2016, s.460

[v] Bedkâr: İşi hareketi kötü, fena

Bedhah: Herkesin fenalığını isteyen

Bedbin: Kötümser

[vi] Harsî: Kültürel

[vii] “Büyük Türklüğü Parçalayanlar Kimlerdir?” Ömer Seyfettin Bütün Eserleri, Nazım Hikmet POLAT, TDK Yay. Ank. 2016, s.526

 

Yazar

M. Hayati Özkaya

1 Yorum

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar