KIRIKÇI İSMAİL AĞA

İsmail Ağanın hanesine kadar zağar gibi durmaksızın koşan Maraz Oğlan, bahçe kapısının tutamağına yapışır yapışmaz olduğu yere çöküverdi. Yukarıya seslenmeden önce azıcık soluklanmak istedi. Soluğan beygir misali kesik kesik öksürüyor, nefesi tıkanıyordu. Kalkıp iki adım ötedeki avlu kapısına ulaşmaya gözü kesmiyordu. Tere batmış urbasının tuz değirmeninden çıkmış gibi gün vurdukça ağarıp kabuklaşan arka kısmı sırtını […]


Paylaşın:

İsmail Ağanın hanesine kadar zağar gibi durmaksızın koşan Maraz Oğlan, bahçe kapısının tutamağına yapışır yapışmaz olduğu yere çöküverdi. Yukarıya seslenmeden önce azıcık soluklanmak istedi. Soluğan beygir misali kesik kesik öksürüyor, nefesi tıkanıyordu. Kalkıp iki adım ötedeki avlu kapısına ulaşmaya gözü kesmiyordu. Tere batmış urbasının tuz değirmeninden çıkmış gibi gün vurdukça ağarıp kabuklaşan arka kısmı sırtını acıtmaya başlamıştı. Biraz kendine gelir gibi olunca tekrar düşmemek için kapı tokmağından tutarak yukarıya seslendi:

 -İsmail Emmi, Oy İsmail Emmi!

İsmail Ağa, sabahın erinden gecenin leyli vaktine kadar kapıya dayanan davetsiz konuklara, telaşlı ünlemelere alışıktı. Bismillahla kurulduğu yer sofrasında mis kokulu tarhanaya çala kaşık girişmeye hazırlanıyordu. Maraz Oğlanın ağlamaklı sedasını duyunca hemen doğruldu. Siftah etmediği sabah tarhanasını, dumanı üstünde saç ekmeğini, şimşir kaşığı tablaya bıraktığı gibi aşağı inmesi bir oldu. Yeni yeni kendine gelen Maraz Oğlanın kendince ifadesini almaya başladı. Nevruzun ayağının yaylada kırıldığını, kağnıya yükleyip köye indirdiklerini, geliğe uzatıverdikleri ineğin önüne konan arpa samanına, mısır katığına bana mısın demediğini bir çırpıda anlatıverince gerisini dinlemeye gerek görmedi. Dili bağlı Nevruz’u daha fazla zarıncamada bırakmak olmazdı. İç avlunun çatmasına asılı zembili omuzladığı gibi hızla bahçe kapısına yöneldi.

Karısı Koca Şerife’nin;

-Adam, karnını doyur da git, yol uzun. Başköy yakın yer mi? türünden laflarına aldırmadı. Kızılca kurtlar yiyesi, devrile kalası, çift çubuk yine geri kaldı gibi ilenmelerini de duymazdan geldi.

Çevre köylerden ala İneğinin ayağı kırılan, Sakar kömüşünün boynuzu çıkan İsmail Ağanın kapısına dayanırdı. Ömründe mektep medresenin eşiğinden geçmemiş Kekeme Emmi, büyüklerden gördüğüne kendi ferasetini de katınca yörenin alaylı baytarı olup çıkıvermişti. Mal canın yongası diye boşuna dememişler. Cana gelmesin mala gelsin dense de malın ziyanı son kaldı sahibinden çıkar. İneği yardan uçan, danasının boynuzu kırılan oğul uşaktan tez ayaklısını Aşağı Yazı köyüne salardı;

– Aman oğlum, Aşağı Yazı’dan Kekeme İsmail Ağa’ya selamımı söyle, iki eli kanda olsa tez vakitte geliversin. Durum böyleyken böyle dersin. Hadi bakalım.

Ulak, tepelerden yel derelerden sel misali akıp Yazı Köyünü tutar, Maraz Oğlan gibi soluk soluğa yukarıya seslenirdi:

-İsmail Emmi, Oy İsmail Emmi!

İsmail Ağa’nın kırıkçılık, sınıkçılık dışındaki marifetleri saymakla bitmezdi. Konu komşunun öküzlerini, kömüşlerini nallamak, kurbanlarını kesivermek, yardan uçan, dene tutan, kurt dalayan sığırları murdar olmaktan kurtarmak, usulünce pay ediverip komşulara dağıtmak bunlardan bazılarıydı. Gördüğünü kapan, duyduğunu unutmayan, becerisini bedelsiz sunan bir adamdı.

İlçenin Veznedar Camisinde, Adil Efendi Camisinde müftünün, hocanın yıllar önceki vaazını kelimesi kelimesine hatırlar, birebir naklederdi. Asker Ocağında bellediği marşları makamıyla okur, yakından tanımayanlar cahil olduğuna asla inanmazlardı.

İsmail Ağa yolda Maraz Oğlanı konuşturuyor, Nevruz İneğin yaşını, huyunu suyunu, kaç kez buzağıladığını, kapıdan mı yetiştiğini, sığır pazarından mı alındığını inceden inceye soruyordu. Maraz Oğlan, ineğin buzağılı olduğunu, önceki buzağısının kırkı çıkmadan ölüverdiğini, bıldır yaylada kurdun elinden son anda kurtardıklarını, buzağısının anasının başına geleni anlamış gibi sabaha kadar meleyip durduğunu anlatınca İsmail Ağa iyicene hızlandı. Oğlanın hayli geride kaldığını fark etmiyor, mesafe her adımda biraz daha açılıyordu. Maraz Oğlan, Kekeme Emmisine yetişmek için seğirtirken taşa toprağa dolaşıp iki de bir tökezliyor, kuru yere kapaklanacak gibi oluyordu.

Sınır deresini arkada bırakıp Erenler Türbesine ulaştıklarında, ilkin Başköy Camisinin minaresi göründü. Köyün batısına düşen samanlıklara az kalmıştı. Ondan sonrası kolaydı. Başköy, arka verdiği dağın yüksek düzlüğündeki yayladan aşağıdaki Ilgaz Çayına kadar uzanan tarlaların, meraların ortasındaki düzlükte, suyu bol, yeşillikler içinde bir köydü. Eteğindeki vadiden akıp giden Ilgaz Çayı kenarına, yukarıdan gelip vadide Ilgaz suyuyla birleşen Belkavak deresi kıyısına sıralanmış, yaz kış çarkı dönen su değirmenlerine çevre köylerden un öğütmeye, arpa yarmaya gelenler eksik olmazdı.

İsmail Emmi, Erenler Türbesini hizalayınca durdu. El açıp ulu meşenin altındaki Erenlere Fatiha okudu. Urbasının ucundan yırttığı çaputu türbenin üzerini ev gibi örten koca meşenin dalına özenle bağlayan Maraz Oğlan da aynısını yaptı. Erenlerden Nevruzun derdine deva, kırığına şifa dilemeyi de unutmadı.

Hastasına bir an önce ulaşmak isteyen İsmail Ağa, karşılaştığı Başköylülerin hoşbeşini kısa karşılıklarla geçiştiriyor, sözün uzamasına fırsat vermiyordu. Maraz Oğlanın babası Mehmet Ağayı, anası Fatma Kadını sokağın başında kendilerini bekler buldular. Nevruz, evin önündeki geliğin ortasında üç ayağının üzerinde sessizce duruyor, şaşkın bir halde etrafına bakınıyordu. Ana kokusunu alan pindeki buzağı meledikçe ahırdan yana dönerek karşılık veriyor, belki de başına gelen olmadık işi ikisinden başkasının bilmediği bir dilden anlatmaya çalışıyordu.

İsmail Ağa, Nevruzun havada tuttuğu sol arka ayağını ellemeden önce avludaki meşe kazığına bağlı yularını iyice kısalttı. İneğin sırtını ileri geri bir müddet sıvazladı. Alnını, kulaklarını, boynunu, sağrısını okşarken şefkatli bir sesle konuşuyor, insanmışçasına hal hatır soruyordu:

– Ne oldu kızım? Ne oldu sana Nevruzum? Deyiver bakalım. Korkma kızım. Hiç görmemişe döneceksin. Biraz canın yanacak amma yine kısa günde dokuz tepe tüğmeye başlayacaksın.

Hane halkından olmayanı yabancılayıp el sürdürmeyen, on adım öte kaçıp kırışan Nevruz’a bir haller olmuştu. İsmail Ağa’nın okşamalarına, sıcak titreşimli sesine teslim oluvermiş, iyice gevşemişti. Doktoruna güven duyan hasta misali, İsmail Ağa’nın sırttan, sağrıdan aşağı inip kırığın üstünü, altını yoklamaya başlayan ellerine hiç itiraz etmiyordu. Kekeme Emmi, Nevruzla hoşbeş ederken yaptığı muayenede diz altındaki kırığın parçalı olmadığını anlayınca çok sevindi. Tedavi daha kolay olacaktı.

Fatma kadından birkaç yumurta, un, uzunca kaput bezi, genişçe bir kap istedi. Mehmet Ağa’ya döndü: ” Mehmet Çavuş sen de birkaç tane ince meşe tahtası buluver bakalım. Eski saman çitinden palaska gibi enlice dört beş meşe söyesi yeter. Hadi ahbabım, çabucak getiriverin”.

Fatma Kadınla Mehmet Çavuş, istenenleri bir hamlede İsmail Ağanın önüne yığıverdiler. Köy Baytarı kırdığı yumurtaların akıyla unu çiriş haline gelinceye kadar güzelce karıştırdı. Birkaç kat yapıp sağlamlaştırdığı kaput bezinin üzerine macunlaşmış çirişi bolca dökerek sıvadı. Yoklukta yaratılan köy alçısı hazırdı. Kırık kemiğin iki ucunu denkleştirirken bir iki titremenin dışında Nevruz hiç huylanmadı. Ne tekme attı, ne öteberi kaçmaya çalıştı. El kararı on beş santim uzunlukta kesip kırığı aralıksız çevrelediği meşe kontrplakları çirişli kaputbeziyle birkaç kez dolandıktan sonra sıkıca bağladı. Çirişten alçının, meşeden platinin yerli yerinde olup olmadığını, sağlamlığını iki elle dikkatlice yokladı.

Nevruz’un kırık tedavisi şimdilik tamamdı. Mal sahiplerine ineğin önünden mısır bulamacını, arpa katığını, suyunu eksik etmemelerini, buzağının emerken anasını zorlamaması için dikkatli olmalarını, diğer mallardan uzağa bağlamalarını sıkı sıkıya tembihledi.

Hane sahipleri İsmail Ağa’yı yukarı buyur ettiler. Tanrı ne verdiyse o ikram edilecek, yavan yaşık ne varsa o yenecekti. Sofranın başköşesi, kaşığın yenisini, ekmeğin hası Kırıkçının hakkıydı. Kekeme Emmi, içinden bu günün kısmeti Koca Şerife’nin değil, Fatma Kadın’ın tarhanasıymış diye geçirdi. Yemeğin ardından ocağa sürülen kahvenin kokusu ahşap odanın döşemeden tavana her yerini kaplamıştı. Kahveler içilip çubuklar tüttürüldükten sonra geldiği yoldan geri dönecek, yığılı bekleyen işlerle gün batımına kadar didişecekti.

Yollar beller aşmanın, tarlada ekini, harmanda hasılı yüz üstü bırakmanın karşılığı bu kadardı. Koşu hayvanını nallayıvermek, kurban kesivermek, kırık sarıvermek komşuluk hakkından sayılır, para alınmaz. Eli yakışanın elinden geleni yapıvermesi atalar töresidir. Marifeti olanın marifetinden yalnızca hısım akraba, konu komşu değil, yedi kat el de yararlanır.

Konuğu yolcu etmek için her birlikte aşağı indiler. Fatma Kadın, anası Firdevs İnek sele kapıldığında memeden kesilmemiş olan Nevruz’u öbür ineklerin sütüyle büyütmüştü. Öksüz kızının dün akşamdan beri çektiklerine daha fazla dayanamadı. Utanmasa konuğun yanında uzun uzun yas edecekti. Gözlerinden sessizce akan yaşları çemberinin ucuyla silerken Kekeme Emmiye durmaksızın alkış ediyor, Yüce Tanrıdan oğul ekmeği yemesini, ayağına taş dolaşmamasını diliyordu.

İsmail Ağa, Mehmet Çavuş’un kendisine köy dışına kadar yoldaşlık etmesini istemedi. Herkesin işi gücü vardı. Millet çoktan davarını, sığırını gezeğe yaymış, ekini olan biçmeye, destesi olan harmana çekmeye başlamıştı.

Kekeme Emminin Çaldibindeki buğdayı, Vakıf Tarladaki arpası iyice kocamıştı. Bu gün yarın biçilmezse temelli yere geçerdi. Koca Şerife, yine başının etini yiyecekti. Karısı bıdır bıdır söylendikçe bazen zıddına basar; “Yaz var kış var. Evecek ne iş var” diye zeklenip iyicene çileden çıkarırdı.

Bütün bunları düşünürken yolu ortalamış, çoğu gitmiş azı kalmıştı. Toprak yolun iki yanına dizili karaçamların, meşelerin uç dalları yukarıda birleşiyor, iki köyün arasını bir çeşit yeşil tünele dönüştürüyordu. Dağ taş kıpır kıpırdı.  Gündoğusundan Başköyün, günbatısından Yazı Köyün malının davarının birbirine karışan çan sesleri, zil sesleri, köpek havlamaları, çoban ünlemeleri Kekeme Emmiyi anlatılmaz bir hazla kendisinden geçiriyordu. Bıçak altına yatırılacakken sağalttığı onca dili bağlı malın dağ bayır gezip oynaşmasının, buzağılayıp kuzulamasının yanında, yere geçecek arpayı da buğdayı da konuşulmaya bile değmez buluyordu.

Yazar

Hüseyin Özbek

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar