Yükleniyor...
İnsanın korkunçluğu, korkularından kaynaklanırmış meğer. Korktuğumuz kadar korkunç olabileceğimizi yaşayarak öğrendim. Korkularından korunmak istedikçe korkunç olmak ve korkunç oldukça korkmak… Sonunda da koskoca bir boşluğa sahip olmak… Uzun ama aynı oranda kısacık kırk yılın özeti bu işte. Karanlıkla aydınlığın koyun koyuna yaşadığı, doğruyla yanlışın birbiriyle oynaştığı bir dünyada gölgede kalmanın ne aydınlığa ya da doğruya ne de karanlığa ya da yanlışa ait olmanın çaresizliği ve yalnızlığı içinde geçen kırk koca yıl. Her insan gibi kendi uçurumumun kenarında gezindiğim, bilincimin çoğunlukla kapalı en iyi ihtimalle yarı açık olduğu kocaman ve ufacık bir ömür. Ağır adımlarla ilerleyen zamanın içinde hızlı yürüyen zavallı kalbimin hiç kimsenin duymadığı çaresizliği ve sonunda ulaştığım o koca boşluk…
Hayalperest ruhum yara bere içinde ürkekçe dolaşırken hayatın dar sokaklarında, git gide daha da işlevsiz kalıyor yaşama sevincim. Yolun başındaki o güzel hayallerin yerini terk edilmiş harabeler almış gibi artık. Hayal kırıklıklarım, hayallerimden daha fazla yer kaplamaya başladığında, ben de büzüşerek içine oturup saklandım güya hayatın gerçeklerinden. Bir masalın içinde gezinir, bir rüyanın içinde dolaşır gibi uyanırken yeni sabahlara, artık karabasanlardan paçamı zor kurtararak nefes nefese ve çığlıklarla bölünüyor gecelerim. Uyuyamadığım gecelerin sabahlarında, uyanamadan başlıyorum artık her yeni güne. Hiçbir şeye kavuşamamanın ezikliği, ruhumda iyileşemez yaralar açtı yıllar içinde. Umudun yerini karamsarlık aldı.
Belki hayallerin köşesi yoktu ama sivri köşeli gerçekler yeterince can yakıcıydı. Yüreğim kan revan içinde kaldığı için bir bardak su gibi bir dikişte bitivermişti hayallerim. Önceden prova edilemeyen hayatın doğaçlama ilerlemesine de izin vermiyordu güç sahipleri. Ha bugün ha yarın derken bitivermişti kırk yıl. Köprüden geçerken “dayı” diyecek kimsem olmadığından köprünün altından akan sulara karıştım hep. Olsa da “dayı” diyemezdim ya zaten, neyse. Sırtımı yaslayacağım bir güç kaynağı da bulamadım hiç, biat edemezdim doğru bildiğimden öte bir şeye. Bir yere ait olmak için içimde besleyip büyütmediğim hiçbir fikre sahip(miş) gibi yapmadım. Burada ardından demediğimi bırakmayıp ötede ellerini öpmeye davranmadım kimsenin. Velhasıl olmadı gitti işte. Üniversite mezunu olmak, felsefe eğitimi almış olmak hem Felsefe hem de Balkan Araştırmaları alanlarında yüksek lisans tezi yapmak, biri roman diğeri tarih üzerine iki eser ve onlarca makale, köşe yazısı yazmak hiçbir şeye yaramadı. Kabarık bir cüzdanım olmadığından ardımda dalkavuklarım yoktu. Bir güce tapınmadığımdan önümü açan bir güç de yoktu. Kendi çabam da hiçbir işe yaramadı ve ben; çabalamakla, çalışmakla, emekle ve özveriyle geçen kırk yılın ardından sadece bir “hiç” olabildim. Gerçekten bu sadece benim ayıbım mı?
KPSS denen sınavdan 91 almama rağmen atanamamam benim suçum mu mesela? Aylarca iş umuduyla kapısında beklediğim insanların odalarına giren diğer kadınlara hızla iş bulmasına rağmen bana uygun bir iş bulamamalarında benim mi kabahatim var? Bilim dünyası ve akademik dünyanın arkası güçlü ama kendi heybesi boş olan büyük insanlarının her mecrada önümü kesmelerine ben mi sebep oldum? Diğerlerinin torpili hep burun farkıyla önüme geçmelerini sağladı diye ben mi başarısızım yani? İki, iki daha dört eder; öyle ya da böyle hâlâ bir baltaya sap olamayan benim yani, öyle mi? Benim dışımda ilerleyen hayatımda öğrendim ki ben kırkında bir hiç olmak dışında hiçbir şey beceremedim. Şimdilerde dürüstler, tehlikeli türler sıralamasının en başında yer alıyor. Hayal kurarken buna göre çizin rotanızı. Yoksa siz de benim gibi koca bir ömrün ardından sadece “hiçler listesi”ne yazdırırsınız adınızı…
2 Yorum