Yükleniyor...
Bugün (20 Temmuz) kurtuluşumuzun, özgürlüğe, güvenliğe, huzura kavuşmamızın, yeniden doğuşumuzun 49. yıl dönümü. En büyük, en anlamlı bayramımız… O günleri ve 1974 öncesini yaşamayanlar değerini bilmez. O nedenle, o günleri yaşayanların görevi, yaşadıklarını yıl dönümlerinde ve her vesileyle gençlere anlatmak, 5.Kol`un kara propagandasına karşı, onları millî tarih bilinci ile donatmak. Bugün, 3 günlük bir yazı serisi ile bunu yapacak ve o günleri yaşamayanlara, yaşadıklarımı aktaracağım.
20 Temmuz Barış Harekâtı’na ve bu kapsamda Yenişehir, Kızılbaş, Küçük Kaymaklı Taarruzuna 20 yaşında gönüllü sivil mücahit olarak katılmıştım. Mücahit ordusunda 1969’da, 15 yaşımda Lise birinci sınıfta gönüllü öğrenci mücahit olarak yer almıştım. Silah takımında havan nişancısı olarak görev aldığım bölük, Ledra Palas karşısında, Ledra Palas sınır kapısından İngiliz Yüksek Komiserliği’ne kadar olan bölgeyi savunan 33. Tabur 20. Bölüktü. İlk komutanımız rahmetli İbrahim Davulcu, sonraki rahmetli Doğan Akpınar, sonraki Şener Sözer idi. Rahmetli Halil Sermaye ve Derviş Delikurt da bizim Bölükte görevli takım komutanları idi. Benim bulunduğum silah takımının komutanı ise Kamil Özkaloğlu idi. Lise Mezuniyetimden sonra 1972’de ailece Avustralya’ya göç etmiştik. Orada 2 yıl fabrikalarda çalıştıktan sonra 1974 Mayıs ayında adaya geri dönmüştüm. Niyetim, üniversite giriş sınavlarına girip Türkiye’de üniversiteye gitmekti. Öğrenci Mücahitlik yaptığım için Anavatanın sağladığı burslardan yararlanma hakkım vardı. Öğrenci mücahitlere üniversite bursu verilmekteydi. 750 öğrenci sınavlara girdi, sonuçları beklerken ENOSİS amaçlı Yunan Cuntası ve EOKA B faşist darbesi geldi. 15 Temmuz 1974 Yunan darbesinden sonra seferberlik ilan edilmişti. Seferberlik birimi, Avustralya’dan döndüğümden habersiz olduğu için bana sefer görev emri göndermemişti.
19 Temmuz gecesi hiç uyumamıştık. Göçmenköy’deki evimizin kapı önünde oturarak radyolardaki haberlerden müdahale hazırlıklarını dinliyorduk. Ordu Güneye kayıyordu. Donanma Mersin Limanı’nda toplanıyordu. Başbakan Ecevit Londra’da son temasları yapıyordu. Acaba bu kez gerçekten gelecekler ve bizi kurtaracaklar mıydı? Bakmayın şimdi Rum ağzıyla “işgal” edebiyatı yapan beyni yıkanmış bazı yeni yetmelere ve casuslara; herkes müdahalenin bu kez olması için dua ediyor, Tanrı’ya yalvarıyordu. Geçmişte kaç kez müdahale kararı alınmasına karşın, son anda vazgeçilmesi nedeniyle müdahale olacağına inanmıyorduk. 1963, 1964, 1967’de her müdahale girişimi ABD tarafından tehditle önlenmişti. ABD 6. Filosu Türk donanmasının önüne geçmekteydi. O nedenle Rumlar “Bekledim de gelmedin” şarkısını çalarak bizlerle alay etmekte ve direnme gücümüzü kırmak için, psikolojik savaş yapmaktaydı. 20 Temmuz sabahı saat 05.00 gibi derinden gelen top seslerini duyduk. Savaş gemilerimiz kıyı yumuşatma bombardımanı başlatmıştı. Beşparmak Dağları’ndaki ve sahildeki Rum mevzileri denizden dövülürken savaş uçaklarımız da Beşparmaklar’daki Rum mevzilerini bombalamaya başlamıştı. Top mermilerinin ve savaş uçaklarımızdan atılan bombalarının derinden gelen gürültüsünü duyunca müdahalenin başladığını anlamıştık. Herkes göz yaşları içinde birbirine sarılarak “Kurtulduk, geldiler, nihayet geldiler!” diye çığlıklar atıyordu… Kadınlar, çocuklar uyanmış pencerelerden sarkarak patlama seslerini dinliyordu. Dev uçaklar Kırnı ve Göçmenköy ovalarına Paraşütçüleri atıyordu. Onlarca helikopterin dağları aşarak Kırnı bölgesine komando birliklerini getirdiğini görüyorduk. Gökyüzünden yağan çiçekler gibi, binlerce paraşüt ve onlara asılı paraşütçüler kurşun yağmuru altında ovalara doğru süzülerek iniyordu. İlk anda şaşıran Rumlar sonra toparlanmış ve özellikle Kızılbaş’taki Domuzcular Burnu mevzilerinden, inen paraşütçülere yoğun atışlara başlamıştı. Tüm Göçmenköy yaşlıları, kadınları, gençleri, çocukları kurşun yağmuru altında ovalara koşup yanık yüzlü askerlerimize sarıldık, paraşütlerini toplamada onlara yardım ettik, su götürdük, cephane sandıklarını sivil halkın kamyonetlerine yükledik, askerlerimize rehberlik yaptık. Bazı birlikler, atlama bölgesinin güvenliği için Dikmen tepelerine doğru yürüyüşe geçip mevzilenirken, bazı birlikler de Lefkoşa-Boğaz yolunun emniyeti için ilerleyerek yol boyunca mevzilendiler.
Rumların Dikmen ve Kızılbaş bölgesinden attığı havan mermilerinden ovalar yanmaya başlamıştı. Neyse ki atlayışlar da bitmişti.
Paraşütçülerin atlayışı bittikten ve askerler görev yerlerine gittikten sonra kalmakta olduğum ablamın Göçmenköy’deki evine döndüm. Yıldırım bölüğünde 10 yıllık mücahit çavuşu olan rahmetli eniştem Ümit Tilki’nin, ayağıma 2 numara büyük gelen eski botlarını giydim. Koşarak, en yakın bölük olan 400 metre ilerideki YILDIRIM BÖLÜĞÜ’ne (1969’da ilk acemi er eğitimlerini aldığımız yer) sivil kıyafetle intikal ettim. Kot pantolon ve mavi tişört giyiyordum. Silah ve üniforma istedim. Kaydımı yaptılar ancak üniforma ve silah yoktu. Bölüğün ortasından geçen kurumuş dere yatağı içinde oturup silah gelmesini bekledik. Çatışmalar artık iyice yoğunlaşıp yayılmıştı… Havan mermileri yakınlarımıza düşmeye başlamıştı. Öğleye doğru, içinde piyade tüfekleri olan bir landrover geldi, silahsız olan gönüllülere silah, 90 mermi, 2 el bombası ve içinde ilaçlı sargı bezleri olan “harp paketleri” dağıtıldı.
Düşman, büyük tahkimatları olan ve daha sonra, Türk Alayı tarafından ele geçirilen Kermiya’daki Gramer okulundan ve Yunan Alayı mevzilerinden bulunduğumuz bölge ile Ortaköy ve Gönyeli’deki Türk Alayı savunma mevzilerine yoğun uçaksavar ve havan atışları yapıyordu.
Akşam hava kararınca atışlar daha da yoğunlaştı. Her dakika onlarca mermi düşüyordu. Gönyeli’den minare boyu ateşler yükseliyordu. Ovalar yanıyordu. Gökyüzünü kara dumanlar kaplamıştı. Ancak ne ilginçtir ki o temmuz sıcağında başlayan hafif bir yağmur ovalardaki yangını söndürdü.
Gece yarısına doğru ağır bombardıman ardından Yunan Alayı, Ortaköy ve Gönyeli’deki Türk alayına karşı 8 tank desteğinde saldırıya geçti. Amaçları Türk Alayını imha edip Gönyeli’yi ve Göçmenköy paraşüt atlama bölgesini işgal etmek, Lefkoşa Boğaz yolunu kesmek ve Dikmen’den gelen Rum 34. Komando taburu ile birleşerek dar boğazı ele geçirmekti. Yunan Taarruzu gelişirken bazı mevzilerinden geri çekilen Türk alayına atış desteği sağlamak için Ortaköy-Gönyeli yolu boyunca mevzilendik. Uçaklar gece olduğu için yardıma gelemiyordu. O zaman karkas inşaat halinde olan Dr. Burhan Nalbantoğlu hastanesi üstüne bir geri tepmesiz top getirildi. Bu topun isabetli atışları ile Rum tankları vuruldu. Vurulan tankların yandığını görüyorduk. Bir an önce sabah olması ve Türk uçaklarının gelmesi için dua ediyorduk.[1]
Gün ışır ışımaz Türk uçakları imdada yetişerek, Yunan alayı üzerine ölüm yağdırmaya başladı. Türk Alayı ise Gönyeli- Ortaköy bölgesinden aynı anda karşı taarruza geçerek ilerlemeye başladı. Seferi personelle birlikte yaklaşık 200 mücahitten oluşan Yıldırım Destek Bölüğü olarak kurşun yağmuru içinde, yolun iki kenarında birer kolda yürüyerek Kumsal İlkokulu arkasına (şimdiki Açık Öğretim Fakültesi) intikal ettik ve beton zemin üzerine uzandık. Her taraftan kurşun yağmaya devam ediyordu. 2’li, 3’lü guruplar hâlinde Gelibolu İlkokulu’ndan Türk Lisesi’ne kadar uzanan 77. Bölük savunma mevzilerine takviye olarak dağıtıldık. Bedrettin Demirel Caddesi boyunca uzanan toprak set arkasında her 25-30 metrede bir mevzi vardı. 22 Temmuz’da yapılan taarruzda şehit olan Ali Çamsöken Çavuş beni ve bir arkadaşı şimdiki sağlık bakanlığı, (o zamanki göğüs hastanesi) arkasındaki toprak sette yer alan bir mevziye kurşun yağmuru içinde götürdü. Kısa boylu, başında demir şapkası olan bir çavuştu. Elinde, yerli, Kırıkkale yapımı bir tomson silahı vardı.
Getirildiğim mevzide, Ortaköylü otobüs şoförü İbrahim Amerikalı adlı bir seferi mücahit ile birlikteydim. Yakınımızdaki mevzide ise Ortaokuldaki İngilizce hocam, Erenköy gazisi Mahmut Bayram ile bir mükellef mücahit vardı. Elimizde 2. Dünya savaşından kalma birer İngiliz piyade tüfeği, 90 mermi, 2 el bombası vardı. Öğleye doğru bize naylon poşetler içinde yiyecek getirdiler. Poşette 10-15 zeytin, ekmek ve bir domates vardı. Bir buçuk gün geçmesine karşın, o ana kadar yediğimiz ilk yemekti.
21 Temmuz gününü karşılıklı atışlarla geçirdik. Bizim mevzilerle Kızılbaş bölgesindeki Rum mevzileri arasında 50 metre genişliğinde kuru otlarla kaplı boş bir arazi vardı. Karşımızda şimdi Başbakanlık ve Dışişleri Bakanlığı olan yerlerdeki betonarme Rum mevzilerinde uçaksavar ve keskin nişancılar vardı. Bizim mazgal deliklerinden hayli kurşun geçiriyorlardı… Yanımızdaki mevzinin mazgalından geçirdikleri kurşunlarla mevzideki mükellef mücahidi omzundan ve çenesinden vurdular. Acı içinde:
” Yandım anam ölüyorum, yardım edin!” diye bağırıyordu. Gecenin karanlığında sesi kurşun seslerini bastırıyordu. Hemen mevzisine sürünerek onu dışarı çıkardım. Şoktan çıkması için onu sarsıp bağırdığımı, hatta bir tokat atıp “bağırma, herkesi paniğe sevk edeceksin, yaran ağır değil!” dediğimi anımsıyorum. Mevzide birlikte olduğu Mahmut Bayram Hocam da paniklemişti. Mevzi dışına çıkıp oturmuş ve “Onu hastaneye götürün.” diyordu. Harp paketimi çıkararak omzuna acemi bir sargı yaptım. Ancak kanı durduramıyordum. Çenesinden de bir küçük kemik parçası kopmuştu, kan kaybediyordu. Onu sırtlayarak göğüs hastanesi arkasına taşıdım. Bodrum kata indim. Erenköy gazisi Kütüphaneci Ahmet Yıldırım Hocam manga komutanımızla telefon başındaydı. Yaralının durumunu anlattım. Ambulans bulmak imkansızdı. Zaten telsizimiz de yoktu. Onu acil olarak sur içindeki genel hastaneye götürmeye karar verdik. Ahmet Yıldırım hoca ile birlikte göğüs hastanesindeki tek hemşirenin Renault TX aracını aldık. İtiraz etmeden arabasının anahtarlarını verdi. Hocam direksiyona geçti. Ben yaralıyı arka koltuğa taşıyarak kan kaybını durdurmak için iki elimle sıkı tampon yapmaya başladım. Karartma nedeniyle zifiri karanlıkta farları yakmadan kurşun yağmuru içinde giderken 1963’te ele geçirdiğimiz eski buz fabrikası (şimdiki merkez bankası) önünde mücahitler yolumuzu keserek (yol Rum atışı altında olduğu için) bizi şimdiki Meclis binası arkasındaki yola yönlendirdiler. Şehitler Abidesi önüne geldiğimizde Ahmet Hoca yol üçgeni içindeki mozaik çiçekliğe hızla çarptı ve lastik patladı. O şekilde devam ederken bu kez de aracın motoru Ledra Palas’tan gelen kurşunların isabeti ile infilak etti. Yol ortasında kurşun yağmuru içinde kaldık.
Kendimizi hızla dışarı attık. Ahmet Yıldırım Hocam ile birlikte çok kan kaybeden yaralı mücahidi Şehitler Abidesi’nden Sur İçi’ndeki eski genel hastaneye (şimdiki Rauf Denktaş Üniversitesi) kadar, yaklaşık 500 metre, değişe değişe sırtımızda taşıdık. Yaralı mücahidin ayaklarında bir şey yoktu ancak kan kaybı nedeniyle hâlsiz düşmüş ve psikolojik olarak çökmüştü, adım atamıyordu. Üstüm başım kan içinde kalmıştı. Giydiğim mavi tişört ve kot pantolon kandan iyice ıslanmıştı. Hastane dolmuştu. Başka bölgelerden gelen yaralı ve şehitler hastane dışında, yol ve kaldırımlarda yatıyordu. Yaralıyı bıraktık ve yaya olarak geri döndük.
Kurşun yağmuru içinde ara sokaklardan geri dönerken şimdiki Meclis binasının alt katındaki 11. Tabur ve 55. Bölük karargâhına uğradık. Tişörtümü ve pantolonumu kan içinde gören karargâh personeli başıma toplanıp ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Onlardan telsiz, mermi ve silah istedik ama yoktu. Bize, tomson silahı olanlara vermek üzere 2 paket tomson mermisi verdiler. Orda tarihçi Vehbi Zeki Serter hocamı gördüğümü anımsıyorum. Oradan arka yollardan Kumsal ilkokulundaki karargâha geldik. Durumu anlattık. Benim, 2. Dünya Savaşından kalma eski İngiliz piyade tüfeğim atış yaparken tırnağı kırıldığı için kovan kesmişti. Kovan namlu yatağında kaldığı için artık atış yapamıyordum. Orda rahmetli komutan öğretmen Ali Dinçer Hocam (Rahmetli İsmet Kotak’ın abisi) vardı. Daha sonra lisede felsefe hocam Erenköy gazisi, Celal Değgin de bir araçla geldi. St. Hilarion’dan hastaneye yaralı getirmişti ve dağa dönüyordu. Ortaokuldan, liseden öğretmenlerimizle birlikte savaşıyorduk. Beşparmaklar’da, Doğruyol mevzilerimiz düşünce cebir öğretmenim Erenköy gazisi Ali Ertuğrul, Yenişehir savaşında ise tarih öğretmenlerimize 55. Bölük komutanı Ecvet Yusuf şehit olmuştu. Onun yerine Yılmaz Bora getirilmişti. Celal Değgin Hocam beni üstüm başım kan içinde görünce, “Sabahattin ne oldu, yaralı mısın oğlum?” diye sordu. Hastaneye yaralı götürdüğümüz mücahidin kanı olduğunu söyledim, rahatladı. Ali Dinçer Hocam bize ertesi günün sabahı, (22 Temmuz) Yenişehir, Kızılbaş, Küçük Kaymaklı (1963’te Rumların işgal ettiği köyüm) bölgesine 3 koldan taarruz olacağını, taarruzlara 88., 55., 77. ve 44. Bölüklerin katılacağını ve emir geldiğinde Kızılbaş’a taarruz etmemizi söyledi. Türk alayının bir takımı da şu anda, GKK Güven Radyo’nun bulunduğu Domuzcular Burnu’ndan taarruz edecek ve Kızılbaş içinde buluşacaktık. Mevzilere gidip emri ilettik. Sabaha yine yemek dağıtılmıştı. 5-10 zeytin, çeyrek ekmek. Üçüncü gün de yemeğimiz buydu.[2]
33., 44., 55., 77., 88. Mücahit Bölüklerinin, HİLAL şeklindeki koordineli taarruzları başlayınca karşımızdaki Rum mevzisinde bulunan uçaksavar bizi hareket ettirmedi. Mevziden çıkıp toprak seti aşmaya ve önümüzdeki 50 metrelik düz araziyi geçmeye kalktığımız anda yoğun bir uçaksavar atışı ile bizi geri püskürttü. Bunun üzerine Türk Alayı’ndan yardım istendi. Bir ağır makineli tüfek timi geldi, onlara Rum mevzisini gösterdik. 1963’te ele geçirdiğimiz Seferis’in eski un fabrikası (şimdiki Grand Paşa Oteli’nin bulunduğu yerde idi.) üzerine çıkarak A-6 ağır makineli tüfekle Rum mevzisini yoğun ateş altına aldılar. Destek bölüğünden RPG 7 ile gelen bir Mücahit de bu ateş desteğiyle yaklaşarak mevziyi roketle vurdu. Böylece biraz geç de olsa taarruza geçtik. Rumlar uçaksavarı bırakıp kaçmıştı. Hilal şeklindeki taarruz gereği sivil halkın kaçması için, Rum köyü Büyük Kaymaklı yolu açık bırakılmıştı ve kaçıyorlardı. Rum mevzisine girerek bize göz açtırmayan uçaksavarı aldık. Mevzi ve evlerden topladığımız geri tepmesiz top dahil silah ve cephaneyi bir landrover ile karargâha gönderdik. Girdiğimiz her evden 15 Temmuz’daki iç savaşlarından kalan birçok silah ve mermi topladık. Çok sayıda esir alıp Arapahmet mahallesindeki esir kampına gönderdik.
Bu arada şimdi Kızılbaş kilisesinin ve kahvehanesinin bulunduğu meydanda hastaneye yaralı götürdükten sonra dönen sivil bir araç içindeki sivil kıyafetli mücahitleri Rum sanarak yoğun ateş açtık. Arabayı terk ederek mevzilendiler, çatışmaya başladık. Neden sonra birini tanıdık ve ismini çağırdık. Yanıt verdi, çatışmaya son verdik. Bu olaydan sonra sivil kıyafetli mücahitlere küçük bayraklar verildi ve göğüslerimize bağladık. Nitekim az sonra Domuzcular Burnu’ndan taarruz eden Türk Alayı askerleriyle karşılaştık. Bize ateş etmek için mevzilendiler ancak bayrakları görünce durup seslendiler. Yanıt verdik sarıldık, sevinçten ağladık. İlk G 3 silahını de onlarda gördüm. Atış yapmak için istedim. Gülerek verdiler, yarım şarjörü boşalttım. Taarruz devam etti, Yenişehir okullar yoluna ilerledik. Şimdi Şehitler Camisi olan Yenişehir Kilisesi ve Rum polis karakoluna (şimdi Türk polis karakolu) geldiğimizde şef Zeki Taner komutasındaki Bando Bölüğü ile karşılaştık. O an 2 Rum tankının okullar bölgesine saldırdığı haberi geldi. İki mücahit A-4 ve Bren silahı ile o yöne giderek mevzilendi. Ancak Rum tanklarının daha ilerideki Mücahitlerin atışı ile kaçtıklarını öğrendik. Kaçan Rumları kovalayarak 1963’de Samson’un işgal ettiği köyüm Küçük Kaymaklı’yı geri aldık. Ateşkes ilan edildiği için şimdiki sınırda durduk. Bırakılsaydık, Büyük Kaymaklı’yı da alırdık.
1963’de, 3 günlük direnişten sonra cephane eksikliği nedeniyle terk ettiğimiz ve yağmalandıktan sonra yakılıp yıkılan, 11 yıl Rum işgalinde kalan Küçük Kaymaklı’daki kilise karşısındaki evimize gittim. Tarifsiz duygular içindeydim. 9 yaşında bir çocukken, kurşun yağmuru içinde terk etmek zorunda kaldığımız köyümüzü ve evimizi, 20 yaşında eli silahlı bir Mücahit olarak savaşarak, Mehmetçiğin yardımıyla işgalden kurtarmıştık. O gece 11 yıl önce yakılıp yıkılan evimizin kalıntıları arasında uyudum. Hâlâ evlerden sivil giyinmiş Rum askerleri çıkmaktaydı. İkişerli timler hâlinde evlere girip temizliğe başladık. Yatak altlarında, dolaplarda, tavan arasında saklanmakta olan sivil giyinmiş Rum askerlerini bulup esir aldık. Yeni şehirde, eskiden Genç TV merkezi olan binanın tavan arasında çatıdan atış yapan bir Rum mevzisi vardı. Ancak tavan arasına çıkmak için merdiven yoktu. Bir tahta pancuru söktük. Tavan arası boşluğuna dayayarak tırmandım. Tomson silahımın tetiğine bastım. Ancak silah tutukluk yaptı. Tekrar kurup denedim yine patlamadı. Panikledim, silahı aşağıya atarak el bombasına sarıldım. Gerilimden saçlarımın ve tüylerimin dikildiğini anımsıyorum. Aşağıdaki arkadaşlar panikle “Atma, atma” diye bağırdı. Son anda durdum. Atsaydım hepimiz zarar görecektik. Bereket mevzi boştu, çoktan kaçmışlardı…
Üzerimdeki tişört ve pantolonda yaralı mücahidin kanı kurumuştu. Temmuz sıcağında kan kokmaktaydım, sineklerin saldırısı altındaydım. Kızılbaş’ta girdiğimiz Rum evlerinden birinin dolabında bedenime uyan bir pantolon ve tişört buldum, kanlı pantolon ve tişörtü günler sonra çıkarıp attım, vücudumu ıslak bezle sildim, Rum gencinin pantolon ve tişörtünü giydim. Bütün bölük, yollarda, kaldırımlarda yatıp kalkıyorduk, evlerde uyumak yasaktı. Barınma ve yiyecek sorunumuz vardı. Gizlice girdiğimiz evlerde buzdolaplarında bulduğumuz yiyecekleri yiyorduk. Terhis edildik Cenevre’de görüşmeler başlamıştı. Bir süre sonra seferi personel terhis edildi. Herkes işine, dükkanına, dairesine gitti. Silahımızı cephanemizi teslim ederek ayrıldık ve ablamın Göçmenköy’deki evine gittim. Günler sonra nihayet yıkanıp derin bir uyku çektim. Çıkarma bölgesine gelen cephane ve yiyeceklerin boşaltılması için gönüllü aranıyordu. Göçmenköy’den 5 gönüllü genç, bir polis landroveri ile çıkarma bölgesine gittik. Boğaz bölgesinden geçerken, 21 Temmuz sabahı Dikmen’den saldırıya geçen ancak uçaklar tarafından imha edilen Rum 34. Komando taburunun yakılan araç ve toplarını o gün gördüm. Çıkarma bölgesinde 5 gönüllü, 5 asker bir günde 1 çıkarma gemisi dolusu cephaneyi, ikinci gün bir gemi dolusu un, makarna, pirinç, bulgur çuvalını boşalttığımızı anımsıyorum. Şehit düşen ilk askerlerin sahilde gömüldüklerini gördüm. Mehmetçiğin kanı ile sulanan o plaj, Normandiya Plajı gibi savaş müzesi olmalı, korunmalı, inşaata kapatılmalı…
Geceleri bizi Girne’deki eski Harup ambarlarına götürüyorlardı. Orada askerlerin verdiği konserveleri yiyor, beton zemin üzerine serdiğimiz torbaların üzerinde kocaman tarla fareleri arasında uyuyorduk. Bir hafta da böyle geçmişti…
Bugünlere kolay gelmedik. Çocukluğumuzu, gençliğimizi bilmedik. 11 yıl boyunca aç ve sefil ağıllarda mağaralarda, tek odalı han odalarında 20-25 kişi ölüm korkusu ile yaşadık. Çöplerden yiyecek ve çürük meyve toplayıp yedik. Kızılay yardımları imdadımıza yetişti. Ama, teslim olmayı bir an bile düşünmedik. Anavatan sayesinde direndik, Barış Harekâtı ile kazandık ve kurtulduk, özgürlüğe, refaha ve güvenliğe kavuştuk. O nedenle bugünlerin değerini çok iyi bilelim. “1974 sonrası her şey çok kötü oldu. İşgalci Türkiye defolsun.” diyen Rum’un, AB’nin, ABD’nin emperyalist ülkelerin beslediği 5. Kol’un yalanlarına gençlerimiz aldanmasın. Anavatana, ordumuza ve devletimize sahip çıkalım. Tüm şehitlerimizi, vefat eden, liderlerimizi, devlet adamlarımızı, komutanlarımızı, mücahitlerimizi, askerlerimizi rahmet ve minnetle, gazilerimizi şükranla anıyorum. Sonsuza dek Anavatan, sonsuza dek KKTC… Ne mutlu Türk’üm diyene![3]
[1] https://www.kibrisgazetesi.com/20-temmuz-baris-harekati-anilarim-1-makale,19455.html
[2] https://www.kibrisgazetesi.com/20-temmuz-baris-harekti-anilarim-2-makale,19463.html
[3] https://www.kibrisgazetesi.com/20-temmuz-baris-harekti-anilarim-3-makale,19472.html