Yükleniyor...
Lester R. Brown’ın, “Yirmidokuzuncu Gün” adlı çalışması var. Kitabın temel amacı, dünya nüfusu ile dünyanın mevcut yaşam alanları arasındaki aşırı dengesizliğe, her konumdaki karar verici kişi ve kurumlar ile toplumların dikkatini çekmek.
Kitabın girişi, Fransızların okul çocuklarına, ‘üstel büyümenin’ nasıl olduğunu öğretmeye yarayan metaforik bir bilmeceyle başlamaktadır. “Bir nilüfer gölünde tek bir yaprak vardır. Her gün, göldeki yaprakların sayısı iki katına çıkmaktadır. İkinci gün, iki yaprak; üçüncü gün dört yaprak; dördüncü gün sekiz ve böylece sürer gider. Eğer, göl otuzuncu gün tamamen doluysa kaçıncı gün yarı dolmuştur? Yanıt: 29. Gün”. Yazar, dünyanın biyolojik sistemlerini oluşturan yaşam alanlarını ‘göl’ metaforuyla anlatırken, dünya nüfusundaki dengesiz ve orantısız artışı ise nilüfer yapraklarının çoğalmasıyla anlatmak istemiştir. 29. Gün, ayrıca nilüfer yapraklarının aşırı çoğalmasıyla gölün kendi canlı varlıkları için asla geriye döndürülemez bir “başkalaşma” eşiğidir.
Lester R. Brown, bu çalışmasında insanlığın yaşamını sağlayan dört biyolojik sistem olduğunu belirtmektedir. Bunlar; okyanuslar, denizler ve diğer su alanları; otlaklar, ormanlar ve ekim alanlarıdır. Yeryüzünün bu biyolojik sistemleri, temel besin ve gıda maddeleri sağlamanın yanında, çeşitli ekonomik sektörler için önemli birer hammadde işlevi görürler. Okyanustan ve denizlerden çıkarılan balık ve diğer su ürünleri, yüksek nitelikli proteinin yanında, kanatlı ve diğer canlılar için önemli birer yem hammaddesi olarak kullanılmaktadır. Ormanlar etkili bir iklim düzenleyicisi işlevi görmenin ve insanların ısınma ihtiyacını karşılamanın yanında, konut, kâğıt ve mobilya gibi onlarca işkolunun hammaddesidir. Yeryüzündeki otlaklar et, süt, yağ ve peynir gibi insanların en temel protein kaynakları ile ayakkabı, deri ve yünlü giysiler sağlamaktadır. Ekim alanları tahıl- meyve- sebze ve yağ bitkileri, giysi- dokuma iplikleri üretilen bitkiler vb. gibi tarımsal ve endüstriyel ürünlerin üretilmesine elverişli topraklardır
Brown’a göre, dünya nüfusunun henüz 4 milyar olduğu 1978 yılında, doğal biyolojik sistemin taşıma kapasitesi yani besleyebileceği canlı sayısı neredeyse dolmak üzeredir. Biyolojik sistemlerin, kendi hâline bırakılsa kendini yenileme gücü vardır; ama kötü kullanım, kirlilik ve diğer yıkıcı etkenlerden dolayı doğanın yenileme gücü giderek kaybolmaktadır. İnsanların içme, kullanım ve sulama suları giderek azalırken; okyanus, denizler, göller ve nehirlerdeki protein kaynağı balıklar tür ve miktar olarak azalmaktadır. Ormanlar, yangınlar, yakacak ve inşaat için yanlış kesimler yüzünden hızla tahrip olmaktadır. Otlaklar aşırı tüketim, küresel ısınmaya bağlı çölleşme ve kalabalık kent nüfusu için imara açma uygulamalarından dolayı giderek canlı besleme kapasitesini kaybetmektedir. Ekim alanları kent çevrelerine yığılan nüfusun barınması için betonlaştırılıyor, toprağa gübre verme ve zararlılara karşı zehirleme maksadıyla aşırı kimyasal maddelerin kullanımı araziyi verimsizleştiriyor, küresel ısınma nedeniyle özellikle güney yarım kürenin sıcak bölgelerinde tarım alanlarının önemli bir kısmı yitiriliyor.
Muhammed Abdus SALAM’ın 1988 yılında hazırladığı bir raporda, ülkelerin yaşam standartlarının asıl belirleyicisinin, bilim ve teknolojiyle olan bağlantıları olduğu savunulmaktadır. Yazar, Güney ile Kuzey ülkeleri arasındaki ekonomi ve teknoloji temelli açığın giderek genişlediği tespitini yapıyor. Güney’de bilim ve teknolojinin hacminin küçüklüğünün acilen giderilmesi için ulusal yönetim sistemlerinin sağlayacağı özel fonlar sayesinde iyi bir bilim ve teknoloji eğitiminin zorunluluğuna işaret ediyordu. Aksi takdirde, Asya ve Afrika’daki birçok ülkede, dini fanatizmin ve aşırı sınıf farklılığının, çok ciddi istikrarsızlıklara ve iç çatışmalara yol açacağı uyarısında bulunuyordu.
1990’lı yıllardan itibaren küreselleşme sürecinin başlamasıyla, ‘yeni dünya düzeni’ sayesinde, ülkeler arasında ekonomik ve sosyal gelişme farklılıklarının azalacağı öngörülüyordu. Ancak, bu yöndeki abartılı iyimserlikler, günümüzde boş çıktı; hatta ülkeler arasında ve her ülkenin kendi içinde farklılıklar daha çok arttı. Batı dışındaki ülkelerde otoriter yönetimler, artan eşitsizlik ve dengesizliklere koşut olarak daha da sertleştiler. Kendi halklarına karşı yoğun psikolojik savaş teknikleri kullanıyorlar. Güney ile Kuzey, Doğu ile Batı ülkeleri arasındaki bilimsel zihniyet, ekonomik, teknolojik ve siyasi gelişme farklılıkları, yoksul ülkelerdeki yolsuzluklar ve kötü yönetim tarzları yüzünden derinleşti. Geri kalmış ülke halkları, dışarıda zengin ülkeler ile içeride kendi yönetici sınıflarının sömürüsü altında sıkışıp kaldılar. Bu ülkelerde, insanların önemli bir kısmı, kendi yönetim sistemlerini daha adaletli ve toplumcu bir yapıya dönüştüremeyince, gözlerini dış âleme çevirdiler. İnsanlar, anlamsız ideolojik ve dinsel çatışmalardan, yolsuzluklardan ve yoksulluktan usandıklarından, daha iyi yaşam standartlarına kavuşmak amacıyla Batılı zengin ülkelere göç etmeye can atıyorlar.
Küreselleşme sürecinin bütün insanlığa zenginlik, barış ve demokrasi getireceği iddia edilmişti. Zengin ülkelerin yönetim mekanizmaları, zenginliklerinin asıl kaynakları olan enerji, hammadde, fason üretim ve kârlı pazar imkânlarını garantilemek adına, çevre ülkelerin merkezi yönetimleriyle iş birliği yaptılar. Küresel güçlerin sermayeleri, çevre ülkelerindeki yönetici sınıf ile yerli sermayenin rant amaçlı gösteriş yatırımlarına aktı. Sözgelimi, düşük kapasite ile işleyen, “pahada fazla, verimlilikte düşük” ve ülkeyi “dış güçlere” karşı aşırı borçlandırıcı otobanlar, köprüler, havaalanları vb. yapıldı. Bu ülkelerde, yerel hükümetler, öncelikle gelir ve istihdam artırıcı yatırımlar yerine, müttefikleri olan yandaş zengin sınıfın üretimden çok tüketime dönük yatırımlarını desteklediler. Onlar da toplumun sırtına yüklenen bu yanlış kamu harcamalarından kazandıkları paraları, lüks ve gösterişli otomobillere ve binalara harcadılar.
Küresel güçler, demokratik düzenin kendilerinin ekonomik ve siyasi gelişmelerinde büyük bir rol oynadığını iyi bildikleri hâlde, sırf kendi güdümlerinde oldukları için geri kalmış ülkelerin otoriter yönetimlerine büyük destek verdiler. Ayrıca, toplumsal gelişmenin ve huzurun ancak laiklik, bilim ve teknoloji gibi değerlerle sağlandığını iyi bilmelerine rağmen, bu imkân ve fırsatların dünyanın diğer toplumlarına yaygınlaştırılmasında hiçbir duyarlılık göstermediler. Batı dışı toplumlardaki yönetimler üzerindeki kendi denetimlerini pekiştirmek maksadıyla özellikle din temelli cemaatlerle ve çeşitli ideolojik terörist topluluklarla açıktan ya da örtülü iş birliği yaptılar. Bu ülkelerin halklarını, dini cemaat ve tarikat büyüsüyle oyalarken, o ülkelerin doğal kaynaklarının rantlarını kendi toplumlarının refahına dönüştürdüler.
Küreselleşme ile zaten bozuk olan dengeler, daha fazla altüst oldu. Çok uluslu şirketler ve onlarla iş birliği yapan yerel yönetici sınıflar küreselleşme sürecinin nimetlerini yaşarken, küreselleşmenin olumsuz sonuçları geri kalmış ülkelerin üzerinde kaldı. Toplumların çoğunda, insanların önemli bir kısmı, yeterli gıda ve barınma ile kaliteli eğitim ve sağlık hizmetlerine erişemedi. Çevre kirliliği kapsamında, hava, toprak ve su kirliliği arttı. Yaşam alanlarının daralması ve tarımsal üretimin girdilerinin aşırı yükselmesi sonucunda çiftçilerin önemli bir kısmı üretimden çekildi. İklim krizi ve yerel yöneticilerin neden olduğu vekâlet savaşlarından dolayı yoksul ülke nüfusunun önemli bir kısmının, kendi yurtlarını terk etmek istedikleri ortaya çıktı. Bütün bu göstergeler, ülkeler arasındaki gelişmişlik farklılıklarının artık dayanılmaz bir aşamaya geldiğini ve dünya nüfusunda ülkeler arası büyük göç dalgalarının tetiklendiğini gösteriyor.
Dünya ekonomisinde geri kalmış toplumlardaki büyük kitleleri oluşturan çaresiz insanlar için en ideal yaşam çevresi olarak gelişmiş Kuzey Amerika ve Avrupa ülkeleri çok çekici yerler olarak görülüyor. Asya’nın, Afrika’nın ve Orta Doğunun yoksul ve çatışmalı bölgelerinden insanlar, kendi kanlarından ve dinlerinden olan yönetim sistemlerinden kaçarak, başka toplumlarda yeni bir hayat kurma amacıyla ölümcül yolculuklara çıkıyorlar. Güney’den Kuzey’e, Doğu’dan Batı’ya göç yollarının üzerinde Türkiye bulunuyor. Küresel güçler, kendi yurtlarında karanlık küreselleşme politikalarının mağduru olan ve Batı ile Kuzey ülkelerine yönelmiş yığınları, Türkiye’de durdurmak ve Türkiye’de yerleşmelerini sağlamak için stratejiler geliştiriyorlar.
Türk ekonomisi, yanlış gösteriş yatırımlarıyla aşırı dış ve iç borçlanmaya maruz bırakılması yetmezmiş gibi, ekonomi bilimine tamamen ters kararlarla Türk Lirasının değerinin düşürülmesi sonucu, dış müdahalelere ve dayatmalara karşı oldukça kırılgan hale gelmiş bulunuyor. Bu noktada, toplumun geçmişin görkemli zamanlarından kalan duygu ve düşünceler kullanılmak suretiyle sığınmacıların ülkemizde alıkonulmasıyla ilgili temelsiz bir “muhacir-ensar” propagandası yapılıyor. Sığınmacıların sayısının ne kadar olduğu ve ne kadar olacağı tam bilinmiyor. Bu konuda, birtakım örtülü politikalar izlendiği anlaşılıyor. Söz gelimi, ülkeye kaçak yollardan girmeye çalışan sığınmacıların yakalandıklarına ilişkin fazla bir habere rastlanmaz iken, Batı’ya Türkiye üzerinden kaçmak isteyenlerin çok hızlı bir biçimde yakalanıp ülke içinde tutulmasıyla ilgili çok sayıda haberler duyuluyor. Kısaca, Türklerden, atalarının vatan topraklarına kanlarını akıtarak ve can vererek kazandıkları yurtlarını, başkalarıyla paylaşmaları bekleniyor.
Bütün dünyada, küreselleştirme politikaları, iklim değişikliği ve kötü yönetimler yüzünden, yakın gelecekte çok ciddi bir gıda ve beslenme krizi korkusu varken; Türklerin yaşam alanlarının, yersiz ve gereksiz biçimde sığınmacılarla doldurulması, “29. Gün” metaforu doğrultusunda Türk Yurdunun bir “başkalaşma” sürecine sokulduğu anlamına gelmez mi? Arada bazı kesiklikler olsa bile, en az yedi bin yıllık Türk Yurdu olan Türkiye’yi, “AB ile İmzalanan Geri Kabul Anlaşması” ile paylaşıma açmanın dünya dillerindeki karşılığı nedir?
İyi güzel de, zengin Batı’nın sömürgeleştirdiği ve içini boşalttığı Afrika’nın, Asya’nın ve Orta Doğu’nun vasıfsız ve sorunlu kalabalıkları, ne münasebetle “muhacir” oluyor? Biz, neden “ensar” oluyoruz? Sahiden dünyada bizden başka “ensar” yok mu?
Lester R. Brown (1979): Yirmidokuzuncu Gün, Dünya Kaynakları Karşısında İnsan İhtiyaçları, (Çev. Kemal TOSUN ve Diğerleri), İ.Ü. İşletme Fakültesi İ.E. Yayıınları:43
Muhammed Abdus SALAM (1990): Güneyin Gelişmesinde Bilim, Teknoloji ve Bilim Eğitimi Üzerine Notlar, (Çev. Orhan DÜZGÜNEŞ), Kültür Bakanlığı Yayınları:1261, Ankara,