Yükleniyor...
Kurar iken gördüm Leylâ’yı… (Yalanım varsa iki gözüm önüme aksın!)
Biraz yüzsüzlük etmiş olabilirim. Yani akademisyen bir arkadaşım var diye, Türkçü bir entelektüel muhite böyle patavatsızca girmem sizi kızdırabilir. Şu anda çoğunuz, MDM’ de(Milli Düşünce Merkezi) hiç görmediğiniz, büyüklerinizden hiç birinin size bahsetmediği, Karanfil’de veya Konur’da beraber çay içmediğiniz tuhaf bir adamın zırvalarına neden devam ettiğini düşünüyorsunuz herhalde. (Bizde “ağabeylik”, “reislik”, “hocalık” vs. her şeydir. Tartışılmaz bir akademik titriniz, genel geçer bir dernek yöneticiliğiniz, siyasetçiliğiniz falan yoksa… Olmasanız da olur… “Dolayısıyla bilemiyorum…” {Böyle bir şarkı sözü olduğunu biliyor muydunuz?})
Her neyse… Feyerabend “Abi”yi okuduğumda, “Yok daha neler?” demiştim. Bahsi geçen abimizin savunduğu ana fikir şudur: “Herhangi bir kabile büyücüsünün yaptığı şey de bir moleküler biyoloğunki kadar ‘bilimdir’.” Tam bu anda: “Hadi be oradan!” demeniz gerekiyor. Şahsen ben öyle demiştim.
Hadi biraz işin dedikodu faslına gireyim: Bu Feyerabend Abi, vakt-i zamanında Popper Üstadın asistanlığını yapmış… (Arada kız meselesi falan var diyorlar, obalı günahı onların boynuna… Şaka be şaka! Kız mız yok!) Şimdi… Her an, “Biz daha Feyerabend kim, anlayamadık, araya bir de Popper diye birini mi soktun? Bizim ocaklarda böyle adamlar yok! Elin gâvurlarıyla ahlâkımızı mı bozacaksın pis casus?” demenizi bekliyorum. (Milliyetçi camiada en sevdiğim suçlama budur: “Casusluk”! Neden bu kadar sık karşılaştım, hiç bilmiyorum…)
Nerede kalmıştık? Ha! Bir casus bir casusa “Gel beraber bir berber dükkânı açalım!” demiş ya hani… O sırada Feyerabend Abi “Ne yani? Şimdi bu önlüklü, doktoralı adamlar, bilgiyi tekellerine mi alacaklar?” diye düşünmüş ve koskoca Yanlışlamacılık Okulu’nun kurucusu Karl Popper’ın asistanlığından vazgeçmiş. (Tekrar ediyorum, lütfen işin içinde kız meselesi olduğunu söyleyenlere itibar etmeyiniz!)
“Anarşizm Üzerine Tezler”, Feyerabend’i anlamak için temel kitap. (Bakın, bazen ciddi bir cümle de kurabiliyorum).
Şimdi başka bir dala atlıyorum, tikat! Sene doksanların başıydı… (Böyle de tarihleme mi olur yahu?) Evet evet başıydı… Şimdilerde ABD’de emeklilik günlerini bir fakültede huzur içinde çalışarak geçiren bir başka profesör arkadaşımın, Şebnem’in evinde görüp de okuduğum, daha sonra da edindiğim, Robert Ornstein adlı yazarın “Yeni Bir Psikoloji” adlı kitabıyla kafamda kocaman bir salon aydınlanmıştı. (Gördüğünüz gibi kafamın içinde gayet geniş ve karanlık boşluklar bulunuyor… Ayrıca ne çok profesör arkadaşımın olduğu, umarım dikkatinizi çekmiştir.)
Peki ama bu adamların birbirleriyle ne ilişkisi olabilir ki? Aralarında bir kız meselesi olup olmadığını gerçekten bilmiyorum ama… “Kolektif bilinçaltı” kuramıyla gönülleri fethettiğini düşündüğüm Rahmetlik Jung’u doğrularcasına, kafamdaki seyrek nöronlar arasında “şerareler” yaptırmışlardı. Nasıl mı? Şöyle:
Batılıların doğu mistisizmine ilgileri hepimizin malumu… Bunlardan bazıları, “Yahu bu herifler, bu meditasyonla falan niye bu kadar uğraşıyor ki?” diye merak ederek doğu felsefesinin uygulamalarını başta nöroloji olmak üzere çeşitli batı bilim dallarıyla incelemişler. Uzatmayalım… Bakmışlar ki meditasyon uygulamalarının her çeşidinin, vücuttaki nöral ve korteks etkinlikler üzerinde belli etkileri var. Yani bunlar o kadar da “kocakarı ilacı” falan değiller. Keza meselâ akupunktur uygulamasının da nöral ağ üzerindeki etkileri incelenmiş. “Kirlian fotoğrafları” denen gözlem yöntemiyle zaten doğu ve batı psikolojileri arasında bir köprü kurulmaya başlanmış.
Yani? Bütün bunlardan ne anlamalıyız? Belki de Feyerabend, anarşist bakışıyla o kadar da anlamsız bir iş yapmıyordu. Belki de “anlamsızlık” sadece batı metodolojisinin bir önyargı duvarından ibaretti. (Yaşasın! İşte doğulu-Müslüman vs. olmak için en güzel sebep!)
Batı tıbbının kendi yöntembilimiyle gittiği yolda, görmezden gelinen bazı şeyler doğu felsefesiyle/ tıbbıyla açığa çıkarılıyordu. (Tam şu anda… İçinizde birinin… Filin hortumundan, kuyruğundan, kulağından vs. bahsetmesini nasıl sabırsızlıkla beklediğimi anlatamam!) Feyerabend anladığım kadarıyla bize şunu söylüyordu: “Issız bir adayı keşfe çıktığınızda, adadaki su kaynaklarını, tepeleri, kıyıları vs. GPS cihazınızla mı, pusulanızla mı yoksa çıplak gözlerinizle mi hatta rüyalarınızla mı bulduğunuzun bir önemi yoktur!”
Fakat bütün bu akıl yürütmelerin, çevresinde dönüp durduğu şey neydi? Feyerabend’in, “her ne vasıtayla olursa olsun” bulmamızı önemsediği şey neydi? Bu şey, “bilgiydi”. (Şimdi “Anlaşıldı, sen buraya bu herifi reklâm etmeye gelmişsin! Pis casus! Pis anarşist!” demenizi de sabırsızlıkla bekliyorum…)
Ama affınıza sığınarak ben başka bir şey söylüyorum: “Algılarımızı aşan bir gerçekliğin bilinemeyeceği” gerçeği, aslında her şeyi açıklıyordu. Feyerabend bunu düşünmüş müydü, bilemiyorum. Ama onun düşüncelerinin, şahsen neden kabile büyücüsüyle nörolog arasında o kadar da büyük bir fark olamayabileceğini akla getirdiğini az da olsa anlamaya başlamıştım.
Kabile büyücüsü ya da kam ya da adına her ne derseniz deyin… Bizim EEG’lerle (Elektroensefalografi ) vs. tespit ettiğimiz bazı etkinlikleri, “algılarımızla edindiğimiz sürekli ve düzenli izlenimlerimiz” ışığında (Berkeley Abiyi bir kez daha hayırla yad edelim mi gençler?), ellerindeki imkânlarla gözlüyorlardı. Gevher Nesibe Şifahanesi’nde belki EEG cihazı yoktu ama ses titreşimlerinin beyinde yarattığı değişikliklerle ilgi sayısız gözlemin birikimi vardı. Budist rahiplerin ya da Türk kamlarının dopamin seviyeleri hakkında bir fikirleri yoktu ama su sesinin yatıştırıcı etkisini “biliyorlardı”.
Yani? Batı biliminin, yol makineleriyle açtıkları yollarla, ulaştıkları bilgilere onlar, doğanın izlerini takip ederek ulaşmışlardı.
Paul Feyerabend
Evet… Biz bugün matematikle ifade edilebilen, nicel sonuçları önemsiyoruz. Bütün avadanlığımız da tartışmasız bir standardizasyonla ayarlanmış ölçüm araçlarından oluşuyor.
Fakat Kızılderili Çömmüş Bizon’un karısı Gülümseyen Ceylan, başının ağrısı geçsin diye söğüt kabuğunu kemiren kocasına dönüp de “Neden öküzlük ediyon herif?! Getir şunu adam gibi gaynatak da güzel güzel iç!” dediği gün, modern eczacılığın (Ne sandınız?) ve hadi diyelim ki modern tıbbın kapısını araladığını bile bilmiyordu. Eeee? Gülümseyen Ceylan batılı matılı değildi. Üstelik de muhtemelen o söğüt kabuğundan salisilik asit ekstraksyonuyla falan uğraşırken, Salem’de Coni Abimler, ısırgan otunu kaynatan kadınları “Bunu, zobada ısırgan neyin gaynatırken yakaladık papazım! … Bu cadı madı olmasın? Evvela yakak da çora çocuğa şey etmesin!” diyerek yakmakla meşguldüler…
“Ne diyeceğesen di gari! Gafa beyin bırakmadın, yemin ossun!” diye sabırsızlanan ağabeylerime şu elimdeki son bir atraksiyonu göstermek isterim:
Hani az önce dedik ya: “Biz bugün matematikle ifade edilebilen, nicel sonuçları önemsiyoruz. Bütün avadanlığımız da tartışmasız bir standardizasyonla ayarlanmış ölçüm araçlarından oluşuyor.” diye… Size komik bir haberim var: Aslında hâlâ rüyalarla ruhlar âleminden haber alan büyücü gibi çalışıyoruz. Neden mi? Hiç biriniz bana iki sayısının nerede yatıp kalktığını gösteremezsiniz de ondan! Hayda! Bu nasıl akıl yürütme böyle?
O halde size popüler matematikçi Ahmet Nesin’le cevap vereyim: “1/0 neden tanımsızdır, biliyor musunuz? Öyle tanımlanmıştır da ondan. Yani tanım gereği!” diyordu bir dersinde. Ya da Allah selâmet versin, önce matematik sonra geometri hocamız olan Rıfkı Hoca’nın “İki kere ikinin beş ettiği bir sistem de siz tanımlarsınız, olur biter.” dediğini bir kere daha belirtmek isterim.
Eğer insan bilgisinin, onun algılarının önüne konmuş “veri paketlerinden” ibaret olduğunu düşünüyorsak, bilgiye de bilime de muhtemelen çok yanlış bakıyoruz demektir.
O halde bilgi diye bir şey yok mu? Ot var, saman var, öküz var falan… Bilgi de öyle bir şey değil mi? Yoksa biz bilgiyi “yaratıyor muyuz” ya da “oluşturuyor muyuz?” (“Şuna ‘uyduruyoruz’ diyemiyon da afili lâflar ediyon, hacım!” diyecek okurları kocaman kucaklayacağım.)
Göremediği gezegenleri matematik aracılığıyla keşfeden Newton, aslında bir büyücüden çok da farklı bir iş yapmıyordu. “Düzenlilikleri” en net biçimde ifade etmek üzere insan tarafından geliştirilmiş bir dili kullanıyordu: Matematiği! Oysa matematik denen şey doğada yoktu! (Oldu mu şimdi ama?!) Şimdi akademisyen dostları biraz kızdıracağım ama… Newton gezegen keşfederken “atıfsız bir iş” yapıyordu.
Yani? Bilgiyi bulmanın tek yolu “kendinden öncekilerin bilgilerine dayanmak” değildi. Henry Ford “Eğer insanlara ne istediklerini sorsaydım, sadece daha hızlı koşan atlar istediklerini söylerlerdi…” demiş.
Einstein görecelik hakkında düşünürken “Yahu ben böyle bir şey düşündüm ama kimi şahit göstersem ki?” diye muhtemelen düşünmemişti. “Düzenliliklerden çıkarsanmış bir dilin”, matematiğin tutarlılığı ile o güne kadar gerçeğin görülmemiş, fak edilmemiş bir yönünü açığa çıkararak “bilgi” oluşturmuştu.
Feyerabend’in cüretkâr çıkışının fakire verdiği cesaretle… Şunu belirtmek isterim ki: Laboratuvarlarımız, bilgi üretimin atölyelerinden yalnızca biridir. Muhtemelen matematikle ve teknolojik hızlanmayla, bilgiyi en hızlı oluşturduğumuz yerler laboratuvarlardır. Fakat bilgi, laboratuvar imkânlarının sınırlılıklarından çok daha önce insan aklının işleyişiyle aslında oluşturulmaya başlanır.
O halde… “E canım laboratuvarların doğruladığı verileri tartışmanın gereği var mı?” diye düşünecek arkadaşlara şöyle bir cevap vermek isterim: “Laboratuvarlar, kuramların, algı sınırlarına tercüme edilebilmesi için kurulur. Yani Berkeley’in ya da Hume’un dediği gibi: “İzlenimlerimizden önce oluşturulmuş tasarımlar yoktur.” Önce düzenlilikleri “anlar” sonra oluşturduğumuz anlam takımını ortaya çıkaracak avadanlıklar tasarlarız. Yani? Higgs parçacığını çok daha basit bir mekanizmayla ortaya çıkaracak bir uzaylı tasarımı da var olabilirdi ama sadece kuramın öngördüğü (öngörü kehanet değildir, şart koşmaktır…) şartları sağlayacak bir avadanlık sınama işini görebilirdi.
Burada biraz ilgisiz kaçacak bir çıkarıma hemen atlamalıyım yoksa sözümü unuturum. Bilginin iki kaynağı olduğunu söyleyerek yazıyı bitireceğim.
Bu kaynaklardan birisi psikolojiktir ki o da “merak” duygusudur. İnsan ancak merak ettiği şeyi “anlamaya” çalışır. (Kıssadan hisse: Yeng’ânımlar aynen Cem Yılmaz Üstadın naklettiği üzere (Nasıl da atıfta bulunuyorum ama?) “Amaaan Graham! Gece gece icat çıkarma!” dediğinde, onlara kulak asmayın…)
Bu kaynakların ikincisi insanın idrakidir/anlığı ya da anlağıdır… İnsan bu iki araçla bilgisini oluşturur. Bu sayede de aslanlardan, kaplanlardan ve öküzlerden ayrılır… (Tamam… Günümüzde sonuncusundan ayrılıp ayrılmadığımızdan emin değilim…)
Ben bile sıkıldım, inanmayacaksınız ama…
Katilin kim olduğunu vallahi de billahi de bilmiyorum. Ve size bir sır vereyim: Dedektiflerin katili bulmakta kullandıkları zaman çizelgelerini asla izleyememiş ve anlayamamışımdır.
Ama demem o ki bilgi, çalışan akılların işidir. Çalışan akıllar, geçmişten edinilen birikimlerini de kullanarak gerçeğin görünmeyen parçalarını sürekli “keşfederler”. Her keşifleri de yeni bir bilgi olarak işlenir.
Tamam! Ben de yoruldum!
Bunların Türkçülükle ilgisini bir gün açıklayabilmeyi umuyorum. O zamana kadar cehaletle, düşmanlıkla ve ihanetle kuşatılmış şu öksüz ulusu;