18.04.2024

Bildiğini bilip bilmiyorum, bilip bilmediğini bilmiyorum, ne bileyim ben? Haddini bil Rüknettin!

Her şeyi biliyor muyuz, bildiğimizi mi sanıyoruz, bildiğimizi sandıklarımız sadece kendi gerçekliklerimiz mi? Peki "her şey" diye bir şey var mı?


Yazarımız Afşar Çelik’ in “Her şeyi biliyor muyuz, bildiğimizi mi sanıyoruz, bildiğimizi sandıklarımız sadece kendi gerçekliklerimiz mi? Peki “her şey” diye bir şey var mı?” vb. sorularla beynimize jimnastik yaptıracak yazısı, her zamanki esprili anlatımı ile sizlerle.

Bu nasıl başlık? “ Abi adam taktı bu bilgi işine ya!” dememek için kendinizi ne kadar zor tuttuğunuzun farkındayım da… Wittgenstein okumalarına o yüzden ara verdim. İki kitabına başladım, ikisi de yarım kaldı.  ( “Yarım” deyince bayağı yarısına falan geldim sanın da bana hayran olun diye öyle söylüyorum…) Wittgenstein, “Kesinlik Üstüne” adlı kitabına “Biliyorum” cümlesinin tahliliyle başlar. (Bu abimizin “Tractatus Logico- Philosophicus” adlı kitabını Birinci Dünya Savaşı’nda, siperlerde yazdığı biliyor muydunuz? Adam bildiğin deliymiş ya la! )

Bir şeyi bilip bilmemek bu kadar önemli olabilir mi? Hiç bana sormayın! Açın Wittgenstein’ı okuyun! ( Evet… Bu işi de üstümden attıktan sonra artık Konuralp Hoca’ya bir borcum kalmadı, demektir. Yazı bitti. Adamımsın Sokrates!)

Ama… Gene de yazıya Üstad Cem Yılmaz’ın şu meşhur “Faruk Eczanesi- Faruk Kıraathanesi” şakasına ufak bir atıfla devam etmek istiyorum. ( Gördüğünüz gibi iyi bir yazı/makale vs. yazmak istiyorsanız elinizin altında iyi bir yalancı bulundurmak her zaman şarttır…) Üstad, Türk toplumunda “Bilmiyorum.” cümlesinin hiç kullanılmadığından şikâyet ediyordu, değil mi?

Konuralp Hoca “Arayı fazla soğutma!” dedi. Muhtemelen okuyacak daha iyi bir şey bulamamış. Tamam da benim de bir istiap haddim var canım! Çocukken kamyonetlerin arkasında yazan “istiap haddi 1660 kg” yazısı hep ilgimi çekerdi. Hoca, hiç şehir içi nakliyatla falan ilgilenmediğinden olsa gerek bendenizin istiap haddini tahmin edemiyor…

Daha önce de düşündük aslında: Her şeyin ancak bir kısmını “algılayabiliyorduk” ya hani…( “kızılötesi ışımaya ne diyon hacım?” diyen gayretkeş ve çalışkan ağabeylerimin bir kez daha ellerinden öpüyorum.) Ya da meselâ köpeğiniz Bobi, köpek düdüğünü duyup da “ ulan şu sahibim olacak herif kendi çaldığı düdüğü duyamadan neden durmadan üfleyip duruyor ki?” diye merak içinde, attığınız topu kovalıyor ya…

Ya da annenizle alışverişe her çıkışınızda, o gün kaçıncı bel omurunuzun yerinden kayacağını merak ediyorsunuz ya…

Tabiat Ana, bütün bu örneklerinin Türkçe tercümesinde bize: “Haddinizi bilin!” diyor.

Ya da daha sıkıcı bir felsefî anlatımla bütün bu örnekler bize “varlığımızın sınırlılığını” hatırlatıyor.

Dünyada yalnızca madde mi var, yoksa aslında madde dediğimiz şey “yaygın algısal alışkanlıklarımızla”  gerçeklik olarak kabul ettiğimiz şeyler mi?

Belki “mutlak anlamda” bu iki soruyu cevaplamak mümkün değil. ( Bu yazı gitgide daha sıkıcı oluyor, farkındayım ama az daha dişinizi sıkın, n’olur. Ciddi yazmak şakaları yumurtlamaktan daha kolay…)

Yukarıda aklımıza geliveren ve bize “yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan?” diye düşündüren iki soru belki de aslında anlamsız. Elbette Faruk Eczanesi’ni ararken Faruk Kıraathanesi’ne giderseniz, ağrı kesici almak yerine size yüklenmiş bir çay hesabıyla karşılaşabilirsiniz. O halde en azından gideceğiniz yer hakkında bir şeyler bilmek iyi olabilir.

Dünyanın salt maddeden mi yoksa salt ruhtan mı oluştuğu sorularına insanoğlu bir cevap bulabilir mi? Bu iki soru üzerinde pek derin geyik muhabbetine girişilebilir ama size bir kötü bir haberim var; bu sorular cevaplanabilir sorular değildir.

“İyi de sen bilmem kaç saattir, her şeye bir cevabın varmış gibi konuşup duruyordun, ne oldu hacım?” derseniz, el pençe divan durur ve “kaderimse çekerim!” derim.

İyi de madem bu iki soru aslında cevapsız kalmaya mahkûm sorulardır, felsefe bölümlerini kapatarak tasarruf edilen paralarla yeni camiler yapmak daha münasip olmaz mı? Eh… İmamlarımızın cevaplarının çok daha kesin ve açık olduğunu düşünürsek, sanırım böyle bir kaynak aktarımı çok daha münasip olacaktır.

“Ne Faruk Eczanesi ne Faruk Kıraathanesi! Adresimiz belli: Faruk İbadethanesi! Ya Allah!” diye coşmanız ihtimaline karşı ben de kollarımı iki yana açıp gitmenize mani olmaya çalışıyorum.

Önceki vaaz-u nasihatlerimizde beyan buyurduğumuz üzere… ( Yakında çarpılmazsak iyidir…)

İnsan bilgisinin “kesinliği” ancak algı sınırlılığıyla kayıtlı bir tecrübe/ deneyim birikimiyle sağlanabiliyordu. 1994 yılında çekilmiş bir Plüton fotoğrafı görmüştüm.  Plüton, o fotoğrafta gülünesi bir “çözünürlükteydi”, üstünde en fazla dört renk barındıran bir tür “Minecraft” dekoru gibi görünüyordu. Çok yakın zamanda uydulardan alınan bir fotoğrafında ise Plüton büyüleyici soğukluğuyla lâcivert ve alıngan bir gezegen gibi bakıyordu objektife. ( Size çok pis hikâye ve şiir yazdığımı söylemiş miydim? Konuralp Hoca da söylememiştir, muhtemelen kıskançlığından…)

Yirmi yıl içinde insan algısının sınırlarında pek de gözle görülür bir değişiklik olmamıştı ama algı sınırlarının ötesinde kalanları, algı sınırlarımızın içine taşıyan teknolojileri muazzam geliştirmiştik. Yani? Ne yapmıştık? Daha önce ancak saf düzenliliğin dili olan matematikle varlığını sezebildiğimiz şeyleri, “kavramsal” dünyadan, “olgular dünyasına” taşıyabilmiştik. Newton- yanılmıyorsam- Plüton’un orada olması gerektiğini matematiksel olarak keşfettikten iki yüz elli yıl sonra bir uydu, kesinlikler evreninin olasılık hesaplarıyla bulunan şeyin varlığını, algılarımızın önüne sererek bize göstermişti.

İyi de bütün bunlardan ne öğrenmeliyiz? “Sadede gel birader! Gayrettepe- Karşıyaka maçına 1 e 3 veriyorlar, çok biliyorsan bir olasılık hesabı yap da bari işimize yara!” diyecek ağabeylerimin hâlâ var olduklarına duyduğum o derin ve ulvi inançla, kucaklıyorum sizleri, canım okuyucularım!

Bütün bunlardan en azından benim, içinde koskoca boşluklar bulunan, beynimle öğrenebildiğim şey: “Hepimizin haddimizi bilmemiz gerektiği” idi. Ama bunu daha önce de söyledim, değil mi?

Bir kere daha söyleyince ne olacak? Bilmiyorum.

Ama belki şöyle olabilir: Dün doğru bildiklerimizin bugün neden bazı yönleriyle, ya da tamamen yanlış sayıldığını anlayabiliriz.

Böylece meselâ “ canım doğru herkese göre değişir, mutlak doğru diye bir şey yok ki! Ehü ehü ehü!” diye konserve felsefe yapan kardeşlerimizin neden yanıldıklarını anlayabiliriz.

Nasıl anlayabiliriz? Önce şu “gerçek” tanımımıza bir kez daha dönelim mi? “Gerçek, kendisinden başka bir şey olamayacağı anlaşılmış şeydir.” Bunu nasıl bu kadar cüretkârca iddia edebiliyorduk? Şundan dolayı:  Beş duyusu bizim gibi çalıştığı halde karşısındaki insanı ejderha, maymun vs. gibi görebilen ya da var olmayan şeyleri “algılayabilen” insanlara doğrudan doğruya “deli” diyebiliyoruz da ondan. Hani hoşlandığınız kız size gülümsediğinde sevinçten uçacağınızı falan sanıyorsunuz ya… Hah! İşte o, deliliğin geçici ve tatlı hali… Demedi demeyin.

 

Demek ki “aklımızın” ya da idrakimizin hepimizde ortak olarak paylaşılan sınırlar dahilinde çalışıp çalışmadığını, “gerçekliği idrak edip edememeye” göre ölçüyoruz, sınıyoruz.  “Ben atın kuyruğunu tuttum ama ya at yoksa… Gerçeği nereden bileceğim ki?” diye soracak olursanız, o kuyruğu kuvvetle çekmenizi öneririm. Belki yediğiniz çifteden sonra fakire söversiniz ama gerçeği azıcık görmüş de olursunuz, diye düşünüyorum.

Varlığı idrak etme biçimimiz gerçekliktir!

Burada gözden kaçan bir nokta var: “deli doktorları” hastalarının “mutlak gerçekliği” idrak edip edemediklerine bakmazlar. Hepimizin kendi sınırlarımızla kayıtlı algılarımız ile deneyimlediğimiz “ortak şeylere” ulaşılıp ulaşamadığımıza bakarlar.  Hadi uzatmadan söyleyeyim: Gerçek vardır ama onun “algı sınırlarımız içinde kalan mutlaklığına” erişmemiz mümkün değildir. “Mutlaklık” ancak algı sınırlılığımız için söz konusudur. Mutlak olduğunu bilebileceğimiz tek şey sınırlılığımızdır. Bu yüzden de “algılarımızı aşan bir mutlaklık” hakkında konuşmamız mümkün değildir. “Mutlaklığın yokluğundan”  bahsetmemizin ya da böyle olduğunu düşünmemizin sebebi, gerçeğin göreceliği ya da varoluşsal imkânsızlığı değildir. Biz gerek algısal, gerekse anlaksal/ idrakî sınırlılığımızla “mutlaklığı” kavrayamadığımız için onun varlığından şüphe duyarız. Varlığı idrak etmek biçimimiz, gerçekliktir. Biz de onu her seferinde bir başka ilgili algısal deneyimle biraz daha fala idrak ederiz. Belki “mutlaklığın” neye bezediğini hiç bilemeyiz ama gerçeği idrak ettikçe onun varlığıyla “ bir mutlaklığın var olduğu” kanımız güçlenir. (Ama hadi kafası bunca felsefeden bulanan abilerime kestirmeden söyleyeyim: “Mutlaklığı” bulacağım diye uğraşmayın. Elinizden düşen bardak kırılıyorsa dahası bardak elinizden hâlâ düşüyor, yenge de hâlâ “ İki bardağı taşıyamıyorsun Rüknettin!” diye kızabiliyorsa,  karda buzda hâlâ kayıp düşüyor ve “ Allah sürtünme kuvvetimizi eksik etmesin!” diye dua ediyorsanız, kafanız yeterince sağlıklı, gerçekle ilişkiniz hâlâ normal demektir.)

Gene Plüton örneğine dönecek olursak; Plüton, mutlak düzenliliğin evreninde yani matematikte, “kuvvetli bir olasılık” olarak ortaya çıktığında,  gerçeğin bir bacağını tutmuş olduk.  Muhtemelen karasal/ optik bir teleskopla onun komik bir fotoğrafını çektiğimizde, o artık varlığı inkâr edilemez fakat bulanık görünen bir gerçek halini aldı. Böylece atın ( fil miydi o?) bir belki de iki bacağını daha tuttuk. Bundan birkaç yıl önce gelen fotoğrafıyla Plüton bütünüyle algılanabilir bir gerçek halini aldı. Değişen neydi? Değişen şey, algı sınırlarımız içinde daha fazla olguyu tercüme edebilen araçlar geliştirmiş, ya da atın ya da filin, daha fazla kısmını görmemizi sağlayan daha kuvvetli lâmbalar geliştirmiş olmamızdı.

Hadi bir örnek daha vereyim de İskender Hoca bizi dövüyor mu dövmüyor mu görelim. Hani hepimizin ezberidir ya: “Ehü ehü! Bak Einstein geldi de Newton nasıl zail oldu?” falan diye…

Newton Abim, öncelikle ışık hızını kendince ölçmüştü. Ayrıca, size pek öyle gelmese de, aslında gözle göremediği bir gezegeni bulmasını sağlayan da Eisntein’ın daha ayrıntılı kuramlaştırdığı “göreceliği” el yordamıyla kullanmasıydı.

Ama bunların ötesinde… “Işık hızına ulaşınca bildiğimiz madde kalmıyor n’aber? Ehü ehü!” diyecek çalışkan ağabeylerime bir şey hatırlatmak isterim: Henüz ışık hızına erişemedik. Biliyorum, çok üzücü ama “gerçek” bu! Yani hâlâ trafik kazalarında kemer bağlamayınca camdan uçup gidiyoruz ve hâlâ tırlarla çarpışan arabalarda daha fazla hasar meydana geliyor.   Hadi uzaydan uçuk kaçık bir örnek vereyim: Yer çekimsiz ortamda çok kolay hareket ediyorsunuz ama ne kadar hızlı hareket ederseniz, uzay istasyonunun duvarına tosladığınızda canınız o kadar fazla yanıyor. Bu örnekler ne anlama geliyor? Size daha tırtıklı bir örnek vereyim mi? Einstei’ın görecelik kuramını test eden (yanılmıyorsam) Apollo astronotları, saat deneyini ışık hızının altında bir hızda gerçekleştirdiler. Uzay uçuşları hâlâ Newton sayesinde gerçekleştiriliyor. Uzaya yollanabilecek kargolar hesaplanırken hâlâ kafasına elma düşen bir dahinin basiretine muhtacız!

Hani artık Newton demodeydi falan ya… Hah! Bu örneklerin hepsi, eylemsizliğin ( Emniyet kemeri takmayınca camdan uçup gidiyorsunuz ya hani) ve momentumun ( “Yahu tırla çarpışınca niye ezilen biz oluyoruz?” diyorsunuz ya…) hiç de demode olmadığını ya da çürütülmediğini gösteriyor!

Peki, o halde Newton-Einstein çekişmesi bir “yanlışlama” mücadelesi mi? Bunu böyle mi anlamalıyız? Hayır. Burada anlayacağımız şey şudur: İdrakimizin sınırları ne kadar gelişirse, sınırlılığımızı ve neden sonuç ilişkilerinin düzenliliğinin şartlarını o kadar iyi anlayabiliriz. Yani… “ Herhangi bir şeyin, hangi sınırlar içinde, nasıl davranacağına” dair bilgimiz ne kadar artarsa önermelerimizin gerçeğe yakın olma ihtimalleri, yani doğru olmak ihtimalleri de o kadar artar. Newton- Einstein çatışması bir yanlışlama mücadelesi değildir. Burada söylenebilecek şey: “Işık hızı altında Newton hâlâ geçerlidir. Işık hızın üstünde maddenin doğası değişeceği için farklı bir kuram geliştirilmelidir ki, zaten o zaman biz de Newton’un bildiği varlıklar halinde kalmayabiliriz.” Yani… “Sınırlar değiştiğinde veriler ve doğrular değişebilir fakat bu sadece gerçeğin (filin ya da atın) farklı araçlarla, farklı ışık şiddetleriyle ve farklı yönlerden görülmesi gibidir. Oysa gerçek değişmemiştir ve gerçekle ilgisi hâlâ devam eden kavrayışlar ya da algılar varlıklarını sürdürürler.”

Yani, belki dünyanın mutlak maddeden mi yoksa mutlak ruhtan mı oluştuğu sorularına cevap veremiyoruz. Ama sınırlı algılarımızla yaşadığımız ortak deneyimlerin sonuçlarını paylaşarak bir “gerçeğin” var olduğunu düşünüyoruz. ( “Eh o zaman madem her şey düşünmekten ibaret, düşünmeyiz, olur, biter!” diyen abilerime,  Morpehus Abi’mizin “ Matrikste ölürsen gerçek hayatta da ölürsün, bilinç olmayınca vücut yaşayamaz” dediğini hatırlatırım. Ya da insanın “beyin ölümü” gerçekleştikten sonra neden “ölü” sayıldığını sormak isterim. Son söylediğim, İsviçre falan için geçerli, bizlik bir şey yok, sıkıntı yapmayın… )

“Bana bir şey olmaz hacım! Bak şimdi paralel evrende bu kamyondan nasıl kaçacağım?!” diyerek kuantum dehasıyla üstüne gelen kamyondan kaçabilecek ağabeylerimin ellerinden öpüyorum. Kuantum âlem güzel de işin kötüsü, bir kere baktığınız navigasyona/ seyrüsefere ikinci kez bakamamak da var. Bir şey değil yengeânım; “hep senin aklına uyup kestirme diyerek geldik paralel evrene!” diye cıngar çıkarırsa, karışmam!

Fakat insan evlâdının algılaması hâlâ sınırlı… Bu ne anlama geliyor? Bunun anlamını bir dahaki yazıda düşünelim mi? Ayrıca “anlam” hakkında biraz kafa yormak fena olmayabilir. Çünkü bunca patırtıdan sonra görünen o ki; gele gele geldik “anlam ovası”… De hadin hayırlısı!

Şimdi “ Ne alâka?” diyeceksiniz amma… Domates, araba, ev alırken matematiğin o eşsiz mantığıyla iş yapıp da “vekil” alırken “bize bir şey olmaz!” diyerekten kaderini çeyrek okumuşlara, Türk sevmezlere, türlü çeşitli vatansızlara teslim etmekte beis görmeyen aziz milletimle ilgileniyor mu bilmem ama… Mevcut mantık çerçevesini falan bir yana koyarak bir kez daha:

TANRI TÜRK’Ü KORUSUN!

Not:  Bazı şeylerin üstünde sayfalarca yazılabilir ama bazen gözyaşınızın düştüğü bir dipnotla çok daha fazlası anlatılabilir. Ey bu topaklar için toprağa düşen asker! Vatan sana minnettardır! VATAN SAĞ OLSUN!

 

 

Yazar

Afşar Çelik

Peki ben ne yapabilirim?
Bizi okuyor, beğeniyor ve “Peki ben ne yapabilirim?” diye soruyor musunuz? Bağış yaparak bizi destekleyebilirsiniz. Bağışlarınızla faaliyetlerimiz daha sık, daha geniş ve daha etkili olacaktır. TIKLAYINIZ!

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar