Yükleniyor...
Tonyukuk Bengütaşı’nda TÜRK kelimesi
Moğolistan ve Orhun Vadisi Notları
1-7 Haziran 2018
26 Haziran 2018
Moğolistan Türk tarihinde önemli bir ülke. O coğrafyada İskitler (Sakalar), Şa-tolar, Massagetler, Hunlar, Kök Türkler, Uygurlar, Kırgızlar, Oğuzlar, Türgişler… gibi Türk boyları yaşamış, “Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi” uğruna birbirleriyle savaşmışlar, çadırlarını yakmışlar, katunlarını, oğullarını-kızlarını, yılkılarını, davarlarını, koyunlarını ganimet olarak almışlar; bozkırda öylece hüküm sürmüşler… Sonra da bir gün gelince de Batı’ya, Uralları aşıp, Karadeniz’in kuzeyinden Macaristan ovalarına ve Avrupa içlerine, hatta İtalya’nın Po Ovası’na kadar uzanıvermişler.
On üçüncü yüzyılda da “Moğol” adlı bir kavim, önce Yesügey Kağan’ın, sonra da oğlu Çinggis Kağan’ın hükümdarlığında Orta Asya’ya hâkim olmuşlar, Türklerin eski yurdu Orhun Vadisi’ne, Karakurum’a (Harhurum), Uygurlar’ın eski başkenti Karabalgasun’a yerleşerek, Çin’e, Altın Orda bozkırlarına, İran ve Anadolu’nun büyük bir bölümüne kadar sınırlarını genişletmişlerdir.
***
İşte bu ata yurduna ilk kez 1987 yılının Eylül ayı içinde Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Genel Türk Tarihi Bölümünden Prof. Dr. Bahattin Ögel, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden Doç. Dr. Tuncer Gülensoy ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji Bölümünden Yar. Doç. Dr. Osman F. Sertkaya, Ankara-İstanbul-Moskova-Nova Sibirsk-İrkutsk (Yakutistan’ın başkenti)-Ulan Bator üzerinden gitmiştik. Osman ve ben Türk Dil Kurumu, Bahattin Hoca da Türk Tarih Kurumu’nun asil üyeleri idik.
O zamanlar bu yolculuk çok daha zahmetli oluyordu. Önce Moskova’ya Şeramedova Havalanı’na gidiyor, oradan ya Akademiya Nauk’un Moskova merkezindeki otelinde, ya da Kosmos Otelinde 2-3 gece kalıyor, sonra da başka bir hava alanından Rusların Topolov adlı hangar gibi uçakları ile İrkuts’ta ya da Buryatistan’ın başkenti Ulan Ude’de, Rusya’dan Moğolistan topraklarına giriş yapıyordunuz. Şimdi öyle değil. İstanbul-Bişkek [girdi-çıktı]-Ulan Bator. Dönüşte de bunun tersi…
***
Haziran ayının birinde, Ankara (Elazığ, Kastamonu, Bolu, Bursa, Kırıkkale, Konya, Eskişehir, Edirne, Kırşehir, Muğla, Denizli, İzmir, Ordu, Ardahan, Bayburt, Mardin vb.)-İstanbul (Atatürk Hava Limanı)-Bişkek (Kırgızistan)-Ulan Bator seferini tamamlayarak, 7 (+5=12) saatte Çinggis Kağan Uluslararası Hava Limanına indik…
“KÖKTÜRK YAZISININ OKUNUŞUNUN 125.YILINDA ORHUN’DAN ANADOLU’YA ULUSLARARASI TÜRKOLOJİ SEMPOZYUMU” adlı bilimsel toplantı için, Türkiye’den Ahmet Bican Ercilasun, Dursun Yıldırım, Tuncer Gülensoy, Abdurrahman Güzel, Hatice Şahin, Kerime Üstünova, Leyla Karahan, Vahit Türk, Bilgehan Atsız Gökdağ, İsmet Çetin, Ayşe Çetin, M. Fatih Kirişçioğlu, Feyzi Ersoy, Habibe Ersoy (ve kızları), Zeki Kaymaz, Rahmi Karakuş, Mehmet Kaya, Ekrem Arıkoğlu, Yavuz Kartallıoğlu, Ali Akar, Ahmet Buran, Ercan Alkaya, Ömür Ceylan, Şerif Ali Bozkaplan, Mevhibe Coşar, Kenan Azılı, Aysun Dursun, Bülent Bayram, Burcu Sıbıç, Ozan Yılmaz, Sinan Güzel, Nilüfer Tanç, Ceval Kaya, Murat Ceritoğlu, Selahattin Bekki, Oğuzhan Karaburgu, Ergün Veren, Süleyman Kaan yalçın, Melis Sezen Güneş, Talip Yıldırım, Nagehan Uçan Eke, Aysu Ata, Bülent Gül, Mustafa Gökçe, Azzaya Badam, Nuray Tamir, Süer Eker, Hamiye Duran, Naciye Ata Yıldız, Yasin Şerifoğlu, Mustafa Aksoy, F. Ahsen Turan, Zuhal Yüksel, Funda Toprak, İsa Sarı, Ali Duymaz, Alimcan İnayet, Işılay Işıktaş Sava, Hülya Savran, Dilek Ergönenç Akbaba, Rıdvan Öztürk, Aysu Demirel Güneri, Hüseyin Durgut, Fatma Sibel Bayraktar, Hüseyin Yıldız, H. Ömer Karpuz, Hanife Gezer, Fatma Açık, Ferruh Ağca, Abdülkadir Atıcı, Ferdi Güzel, Ömür Ceylan, Bilal Yücel, İsmail Avcı, Başak Öztürk Bitik, Arzu Yıkılmaz, Bilen Yılmaz, Engin Ömeroğlu, Veysel Çiftçi, Tevfik Orhun Develi, Nigar Alkan, Melek Çolak, Abdullah Kök, Tuba Tombuloğlu, Nursel Dinler, Mustafa Ağca, B. Ariyajav, Mehmet Yastı, Birol İpek, Yunus İnce, Yalçın Kulaç, Gamze Mutlu, Ahmet Turan Doğan, Sebahat Armağan, Abdülkadir Öztürk, Gökçe Bulut, Ozan Yılmaz, Başak Öztürk Bitik, Bilen Yılmaz…vardı. Bu büyük sempozyuma Türkiye’den 13 bilim kuruluşu ve Moğolistan Üniversitesi Rektörlüğü maddi ve manevi destek vermişlerdi.
Sempozyuma katılanlar toplu halde
***
Pasaport ve gümrükten hiç sıkıntı çekmeden geçerek, Ulan Bator’a 1 saat kadar uzaklıkta olan hava limanından, bizler için ayrılmış üç otobüse binip, etrafı seyrederek, şehrin merkezinde bulunan 4-5 yıldızlı tertemiz otellerimize ulaştık. Bolu İzzet Baysal Üniversitesinden Doç. Dr. Şaban DURMUŞ ile Moğol ve Türk akademisyen arkadaşlarının organize ettiği düzene göre hemen odalarımıza yerleştik. Sabah kahvaltısında genellikle Moğol usulü değil, Türk usulü kahvaltı vardı: Ekmek+peynir+zeytin+reçel+bal+süt+çay+hazır kahve…Fakat, Şaban Durmuş’un daha önce yaptığı uyarı üzerine pek çok kişi “zeytin, zeytin ezmesi, peynir, reçel, neskafe” vb gibi malzemeleri de Türkiye’den getirmişlerdi…Onları orada paylaştığımız gibi, daha sonra da yedik.
Kayıt yaptırmak ve programlarımızı almak için gittiğimiz kongre binasının 2. Katında bizleri Moğolistan Üniversitesinin Türkoloji Bölümü’nde okuyan ve hepsi de çok güzel Türkçe konuşan Moğol ile Kerey Kazağı kızlar karşıladılar. Programlarımızı, yaka kartlarımızı ve çantalarımızı alarak ön işlerimizi tamamladık. (Ben, Türkiye’den getirdiğim 25 adet ‘Türk Bayraklı Atatürk Rozeti’ni oradaki görevli öğrencilerin hepsinin yakasına takarak teşekkürlerimizi sundum. Daha sonra da Van-Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde verdiğim ‘Türk Alfabeleri’ konulu konferans vesilesiyle gittiğim Van’dan aldığım ‘Van kedisi bibloları’nı da onlara armağan ettim.)
İki gün için planlanan açılış ve sempozyum oturumları 2. gün “Bilge Kağan Salonu”, “Bögü Kağan Salonu”, “Kaşgarlı Mahmut Salonu”, “Dede Korkut Salonu” ve “Atatürk Salonu” adları verilmiş olan salonlarda hiç aksamadan yapıldı. Kongreye sunulacak tebliğler Türkiye’de 2 cilt hâlinde bastırılıp aynı uçakla katılımcılar tarafından paketler hâlinde Moğolistan’a getirildiği için, konuşmalar özetlenerek sunuldu.
Açılış Oturumunda, sırasıyla: Ahmet Bican Ercilasun, Dursun Yıldırım, Günay Karaağaç, Tuncer Gülensoy ve Yavuz Akpınar birer ‘tebliğ’ sunarak, Türk ve Moğol bilim adamlarını aydınlattılar. (Bu arada, Tuncer Gülensoy, Türkoloji Bölümü Kütüphanesine armağan olarak getirdiği 17 adet imzalı kitabını rektörlük görevlisine takdim etti.)
4 Haziran günü, sabahleyin erkenden “TONYUKUK ANITI”na doğru yola çıktık. Trafik çok sıkışık olduğu için, ara yollardan gidip, TOLA Nehri’in üzerindeki köprüden geçerek yolumuza koyulduk. (1987 yılında Moğolistan’a ilk gelişimde, tarihi eserlerde ve Yazıtlarda adı geçen Tola Nehri şehrin içinden görünüyordu. Suyu pırıl pırıl ve tertemizdi. 2018 yılındaki görüntüsü beni çok üzdü. Şehrin içine 25-30 katlı apartmanlar yapıldığı için nehir artık görünmüyordu. Suyu da azaldığı için nehrin içinde söğüt ağaçları ve otlar doluşmuş. Karşı tarafta da villalar yapılmış… O görkemli Tola Nehri artık ölmek üzere… Suyunda ne balık ne de sahilinde balık tutan kişiler kalmış!)
1987, 1990, 1992, 1995 yıllarında Tonyukuk Anıtı’na asfalt yol yoktu. Arabamızda bir kılavuz ile kimi yerleri suyla dolmuş bozkırda hoplaya-zıplaya gidiyorduk. Gidiş-dönüş 6-7 sat sürüyordu. 1987 yılında gördüğün Tonyukuk Anıtı’nın etrafında anıtı koruyan duvar ya da çit yoktu. Yazıtın pek çok yerine Moğol çobanlar tarafından silahla atış yapıldığı için üst kısmından pek çok parça düşmüştü. Bozkırda otlayan at ve sığırlar da ‘kaşınmak için’ yazıta sürtündüklerinden dolayı alt bölümleri de zarar görmüştü. Kartal, şahin, doğan ve akbaba gibi et yiyen kuşların da yazıtın tepesine konup taş üzerine dışkı saldıkları için üst kısmında da kopmalar olmuş… 1987 yılında iki dikili taştan başka kafaları koparılmış ‘heykeller’ de vardı. Bunlardan birisinin altına, bir kağıda yazdığım:
“TONYUKUK ATAM, TÜRKİYE’DEN BAHATTİN ÖGEL, TUNCER GÜLENSOY VE OSMAN FİKRİ SERTKAYA, SENİN HUZURUNA YÜZ SÜRMEYE GELDİK..” (1987)
notunu, siyah bir naylon poşet içine koyarak, anıta yakın başsız heykelin altına gömmüştüm. 1990 yılındaki ikinci gelişimde, bu külliyenin içine grayder sokularak etrafın düzeltildiğini ve heykellerin kaldırıldığını gördüm. Tabii benim yazdığım o tarihî not da kaybolmuştu. (1987 yılında Tonyukuk’tan, bizi gezdiren görevliden de izin alarak, getirdiğim bir avuç toprak ve bir adet çakıl taşı hâlâ evimdeki vitrinin baş köşesinde yer almaktadır.)
Tonyukuk Anıtı
1992 ve rahmetli Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel ile gittiğimiz 1995 tarihlerinde de yazıtın etrafında koruma çiti yoktu. O zamanın Dışişleri Bakanı olan rahmetli Erdal İnönü’ye Tonyukuk yazıtını, etrafındaki heykelleri ve şimdi çitin dışında kalmış “balballar”ı anlatmıştım. 1987 yılındaki gezimden sonra kaleme aldığım “ORHUN’DAN ANADOLU’YA TÜRK DAMGALARI” ile “ORTA ASYA’DAN KIRIM’A” adlı eserlerimi Demirel ile İnönü’ye armağan etmiştim.
Tonyukuk Yazıtı, Türkiye’den gelen genç Türkologlar için çok ilgi çekici idi. Hemen herkes yazıtın yanında tek ya da gruplar halinde fotoğraf çektirdi. En heyecanlı tarafı da Türk ve Kök Türk bayraklarının açılıp, (eski bir Buda geleneği olan) “Bozkurt işareti”nin yapılmasıydı.
Orhun Vadisindeki balballar
Tonyukuk’un hemen karşısında, Doğu’ya doğru uzayıp giden onlarca “BALBAL” taşı, Türk gençlerine çok şeyler anlatıyordu… Bazı kız ve erkek genç Türkologlar yorulmadan o balların ufuktaki son görüntüsüne kadar gittiler, döndüler…
Tonyukuk’tan geri dönerken “250 ton paslanmaz çelikten yapılmış” ÇİNGGİS KAĞAN anıtı ve müzesine uğradık. Anıtın sol tarafında 10 kadar Moğol süvarisi, eski devrin zırhları üstlerinde, kılıç-ok ve yayları omuzlarında, (birisinin kolunda Orta Asya kartalı) bozkırın “Cennet Atları”na binmişler, Tabgaç’a (=Çin’e) doğru sefere çıkmışlar…tam arkalarında da güzel bir Moğol çadırı düzenlenmiş.
Moğollar’ın adeta taptığı ÇİNGGİS KAĞAN’ın “at üzerindeki” heybetli ve muhteşem anıtı, güneş ışığı altında pırıl pırıl parlıyor. Büyük bir binanın içinde hem müze hem de Moğol hatıra eşyası (kadın erkek bebekleri, Moğol atları, eyer takımları, Moğol tarihi ile ilgili kitaplar, çeşitli magnetler vb.) satan bir bölüm var. Bir de tarihi Moğol giysileri kiralayıp fotoğraf çekilen alan var… Bizim kız ve oğlanlarımız üzerlerine giydikleri bu kıyafetlerle tarihi yaşadılar, yaşattılar… İsmet ve Ayşe Çetin çifti ile Ekrem Arık’ın, üzerlerinde tarihi Moğol kıyafetleri ve ellerinde kılıç-kalkan ve mızrak ile Moğol tarihini canlandırmaları çok ilgi çekici idi… Binanın üstünde yer alan Çinggis Kağan anıtındaki atın boynuna, merdiven ve asansör ile çıkılıyor. Oradan bozkırın manzarası çok görkemli… Bulutlar ve çorak toprak harika görünüyor.
Cengiz Kağan Anıt – Heykeli ve Müzesi
Şehre dönüşte, ana yoldan içeride kurulmuş olan “Hunnu Tur” adlı bir turizm şirketinin modern binasına gidiyoruz… Burada koyun eti+patates+havuç’tan oluşan Moğol yemeğini yiyoruz. Yanında “ayirag” (=ayran) da var. Ben Kırgızistan’da “at eti”nden yapılmış böyle çok yemek yediğim için şaşırmıyorum ama bazı gençler tereddüt ediyorlar. (At eti öyle yaşlı attan değil, özel olarak yetiştirilmiş 5-6 aylık taydan elde ediliyor. Tay, üzerine eyer vurulmamış, taze bahar otu yemiş olacak… Öyle herkes bu eti yiyemiyor, çünkü pahalı. 1990 yılındaki gelişimde, Doğu’ya Burhan Haldun yakınındaki Çinggis Kağan’ın doğduğu Kerülen Nehrine giderken mola verdiğimiz küçük bir yerde yediğim bol etli Moğol ‘çiğböreği’nin tadını hiç unutamıyorum).
Dönüş yolu üzerinde uğradığımız Moğol Budist Mabedi de ilgimizi çekiyor. Üç büyük oda içerinde Budizm’in sembolleri, küçük boyda yapılmış heykeller, bayraklar, Cehennem’den çıkmış zebani maskeleri ve ortada büyük boy BUDA heykelleri… Dışarıdaki geniş bahçede de elle döndürülen renkli “çarklar”, kazanlar, sacayakları sergileniyor…
Şehre döndüğümüzde, hatıra eşya almak için bir süper markete giriyoruz. Altı katlı bir bina, yürüyen merdivenlerle çıkıyoruz. Hatıra eşya reyonunda her türlü giyecek, el yapımı Moğol bebekleri, Çinggis Kağan’ın alçıdan yapılmış büstleri, Moğol eyerli atlar, Moğol gerleri (çadırları), üzerleri Moğol kadın resimleri ile süslü deri cüzdanlar, çantalar, Moğol resim ve desenleri ile süslenmiş magnetler… ne isterseniz var. Herkes gibi ben de eşe dosta hatıra eşyası alıyorum…
Aynı akşam, yemekten önce, özel bir Moğol tiyatrosunda sazlı-sözlü, aynı zamanda dramatik bir gösteri var. Salon yalnız bizler için ayrılmış. Tiyatroya girişte, duvarlarda ve camlı vitrinler içinde Moğol tarihi, giyim-kuşamı, müzik aletleri ile ilgili el yapımı objeler var. Salona girerken de uzun üflemeli bir Moğol çalgısı dikkatimizi çekiyor… Tıpkı “İsrafil’ın sûru” gibi… Yanlarında da büyük Şaman davulları var.
Sahne yüksekte değil, oturduğumuz ilk sıra ile aynı seviyede… Yukarıya doğru 5 sıra daha var… Yan yana oturup, sessizce gösteriyi bekliyoruz. Önce (at başı biçimde oyulmuş başlığı ile) “Morin hour” adlı yaylı Moğol çalgısı, Türkçe adı da “Yatugan/Cetigen” Moğolların da kullandıkları (kanuna benzeyen, yatay olarak çalındığı için adı yatuğan olan ortak) bir çalgı, Orta Asya’daki bütün Türklerin de kullandıkları demirden dövme yapılmış “Ağız Komuzu” adlı müzik aleti, zil ve üflemeli birkaç flüt tipi çalgı…
Salona ilk defa kız ve erkek çalgıcılar girdiler. Onları takiben önce bir kız, sonra da bir erkek şarkıcılar gelip, Moğolca şarkılarını okudular… Sonra başka bir grup dans ederek sağdaki ve soldaki kapılardan girerek Moğol danslarından örnekler verdiler. Arada, lastikten bir vücuda sahip bir akrobat kız, yaptığı hareketlerle bizleri hayran bıraktı… Yine sazlı-sözlü gösteri sırasında, erkek bir şarkıcı bizlere büyük bir sürpriz yaptı: Moğol müzik aletleri eşliğinde, benim gençliğimin müzisyen ve şarkıcılarından Ayten Alpman’ın “BİR BAŞKADIR BENİM MEMLEKETİM!” şarkısını okumaya başladı… Ortalık karanlık olduğu için başkalarını göremedim ama ben sulu göz de ağlamaya başladım… “Havasına, suyuna, taşına , toprağına, bin can feda senin uğruna!...” diye biz de şarkıcıya eşlik ediyoruz…Sesim titriyor, çatallaşıyor…Gözlerimden akan yaşlar ellerimin üzerine damlıyor… Şarkı bitince de söyleyen Moğol’u çılgınca alkışlıyoruz…
Son perdede de Budist Moğol inanışına göre yazılmış bir tiyatro oyunu ile karşılaşıyoruz… Cehennemden gelen iki şeytan ve “hayvan başlı” canlıların müzik eşliğindeki oyunlarını seyrediyoruz. Daha önce, bazı belgesellerde görebildiğim bu oyun bize Budist Moğolların inançlarından örnek verdiği için önemli…
Akşam yemeğinden sonra, ertesi gün ORHUN VADİSİ’ne (Bilge Kağan ve Kül Tigin yazıtları ile Orhun Nehri’ne gideceğimiz için erkenden yatıyoruz.
Beş Haziran sabahı herkes sabah 5’te otelin lobisinde toplanıyoruz… Yine üç otobüs hazır. Ben, Ahmet Bican Ercilasun, Dursun Yıldırım ve Abdurrahman Güzel için özel bir Japon arabası bulmuşlar. Sahibi, Türkiye’de doktora yapmış olan “Dr. Ankbayar”, şoförü de yine Türkiye’de doktora yapan “Altay”. Ankbayar ile Altay çok güzel Türkçe biliyorlar ve toplantılarda simultane tercüme yapabiliyorlar. Hele Ankbayar, bizim seçimlerle yakından ilgileniyor ve yorumları ile de bizi epey eğlendiriyor…
Ulan Bator’a 400 km. uzaklıktaki Kök Türklerin yerleşme merkezine doğru yola çıkıyoruz… Otobüslerdeki bütün herkesin heyecanlı olduğunu görüyorum… Ben 1087, 1990, 1992, 1995 vb. tarihlerde Moğolistan’i ziyaret ettiğim halde aynı heyecanı duyuyorum. Göğsüm heyecandan “körük” gibi inip kalkıyor. Şehrin sıkışık trafiğinden çıktıktan sonra yolların tenhalaşacağını sanıyordum ama yanıldığımı anlıyorum. Çünkü “kültür ve av turizmi” Moğolistan’ı oldukça geliştirmiş… Şehir dışında bile dinlenme yerleri, benzin istasyonları, küçük dükkânlar var. Etrafı seyrederek 120-140 km. arasında hızla gidiyoruz. Arada sırada çukurlara düşüp hopluyorsak da yüreğimiz yine kıpır kıpır… Ata yurduna gidiyoruz ya, Bilge Kağan ve Kül Tigin ile yine buluşacağız ya, Orhun Nehri’in soğuk suyunda elimizi-yüzümüzü yuğacağız ya! Bu düşünce bizi diri tutuyor.
İki saat kadar sonra, “Gobi Çölü”nün başladığı yere yakın bir yerde duruyoruz. Yolun kenarında 10-15 “çift hörgüçlü” Asya devesi ve Moğol millî kıyafetleri içinde deveciler var… Bizim çocuklar, kızlı erkekli hemen develere binerek fotoğraf çektiriyorlar. Develerin hemen hepsinin burnunda “burunsalık” dediğimiz çubuktan yapılmış aygıtlar var. Kızgın develeri zapt edebilmek için takıyorlarmış. Süer Eker elindeki plastik su şişesinin içine “Gobi Çölü’nün kumu”ndan dolduruyor, hatıra için.
Yarım saat kadar sonra yola koyuluyoruz. Öğleden sonra Orhun Vadisi’ndeki kamp alanına ulaşıyoruz. Kampın hemen yakınından Orhun Nehri’nin bir kolu pırıl pırıl ve kıvrılarak akıyor. Kampta 40-50 kadar Moğol çadırı ile ili büyük yemek çadırı, modern kadın erkek tuvaleti var… Çadırlar beton dökülmüş yolların kenarlarına kurulmuş, hepsi de numaralı… Bican, Yıldırım ve Gülensoy hocalar için “1” numaralı çadırı ayırmışlar. Kampın en sonunda ve merkeze de uzak. Ellerimizdeki çanta ve eşyaları çadıra bırakıp, biraz dinlenelim diyoruz. Çadırın kapısı dışarı doğru açılıyor, içeri girmek için başınıza çok dikkat etmeniz ve belinizi kırmanız gerekiyor. Çadırın girişine tenekeden bir Moğol sobası konulmuş. Bacası “tündük” deliğinin yanında dışarı çıkıyor. Yanında, içine odun konulmuş bir kutu var. Kampta görevli bir Moğol kızı sobamızı yaktı gitti ama yemek dönüşünde sönmüş olduğu için Dursun Hoca’yı epey uğraştırdı. Ahmet Bican hemen soyunup sedir karyolaya yattığı ve yorgan ile battaniyeyi de üzerine çektiği için, iş Dursun ile bana kalmıştı. Dursun Hoca kutudaki odunları sobaya yerleştirdi ama başka odun bulmak için dışarı çıkarken başını kapını üstüne çarptığından, saçsız deri biraz kanadı. Fakat o yine de sobayı yakmakta ısrar etti. Kutudaki odunları tutuşturmak için çantalarımızdaki ilaç kutuları ile prospektüsleri kullandık… Allah’tan eşim Hatice Hanım benim çantamın içine üç küçük kibrit kutusu koymuş da kâğıtları onunla tutuşturabildik…
Orhun Nehri Konakladığımız Çadır Kamp
Yemek çadırı çok ilgi çekici idi. İçeri girdiğimizde, tam karşınızda “Tahtta oturan Çinggis Kağan”, yanında boş bir taht, oda içine dağılmış 6-7 tane masa. İki kız ve bir erkek garson hizmet ediyorlar. Yemekte Yavuz Akpınar ile üç arkadaş aynı masa oturuyoruz. Menüde haşlanmış ve kızartılmış “koyun kaburgası” var. Benim en çok sevdiğim yemek; üç parçasını elimle tutup, kemikleri sıyıra sıyıra yiyorum. Bazı kibar arkadaşlar de çatal-bıçak kullanıyorlar. Et çok lezzetli, kekik kokuyor.
Geceyi Moğol gerinde, yorgan ve battaniyeyi üzerimize sıkıca örterek geçiriyoruz. Üçümüz de çoraplarımızı üşümemek için çıkarmadık. Deliksiz bir uyku çekmişim. Dursun Hoca sabaha karşı dışarı çıkmış ve yine başını kapıya çarpmış. Pamuğa kolonya dökerek yarayı temizledikse de etrafı kızarmıştı. Bican da dışarı çıkmak için kapıda eğilirken belini incitti, fakat inadından kimseye belli etmedi.
Orhun vadisindeki Bilge Kağan ve Kül Tigin yazıtları güzel bir binanın içinde koruma altına alınmış. Birbirlerine çok yakın iki yerde hüzünle duruyorlar. İkisinin de pek çok yeri kırılıp kopmuş ve çatlamış… Kolay mı, Orta Asya’nın gündüz (artı) 40-45 sıcağına, gece (eksi) 30-35 derece soğuğuna dayanmak. Yanlarında kafaları kopmuş heykel ve balbal taşları var. Bir yerde de yine kafası kırılmış “kaplumbağa” heykeli duruyor. Moğollar ve ziyaretçiler, kaplumbağanın çukur yeri içine para, şeker, yazılı kâğıt, kalem vb. atarak “dilek tutmuşlar”. KAPLUMBAĞA, eski Türk kültüründe “sonsuzluk” işareti olduğu için bunlara “BENGÜ TAŞ/MÜNGKE TAŞ” (=Ebedî taş) diyoruz.
Bütün ekip tek tek ya da ikişer-üçer fotoğraf çektirerek o kutsal günü ölümsüzleştirmek istiyoruz. Bazı gençler yanlarında getirdikleri TÜRK ve KURT BAŞLI MAVİ KÖK TÜRK bayraklarını açıp, parmaklarıyla “bozkurt” işareti yaparak poz veriyorlar. Belki yüzlerce fotoğraf çekiliyor. Ben ve Bican buraların ilk fatihleri olduğumuz için hemen her fotoğrafta yer alıyoruz…
Bu müze koruganın çıkışında da hatıra eşya satan yerden de pek çok materyal alıp, eşe dosta vermek için torbalıyoruz..
Haziran’ın altısında sabah kahvaltısından sonra yola çıkmaya hazırlanıyoruz. Dönüşte, özel arabamız Bican, Dursun ve Ben varız. Abdurrahman Güzel otobüs ile dönecek. Şoförümüz yine Altan. Normal hızla Ulan Bator’a dönüyoruz. İki saat kadar sonra, öğle vakti, “bozkır”ın ortasında, otları sararmış, toprağı kuma dönmüş bir yerde durarak, kumanyamızdakileri yiyoruz. Bican’ın torbasından çıkan “patlıcan kızartması” ile “fasulye plakisi”ni de yiyip, sularımızı da içerek yolumuza devam ettik. (Boş şişe ve kutuları, kâğıtları da bir poşet içinde toplayarak şehir çöplüğüne getirdik.)
Biz otele geldiğimizde, otobüsle dönecek olanların, ana yolan biraz uzakta bulunan Uygur başkenti Karabalgasun’a uğradıkları için gecikecekleri haberini aldık. Onlar bu tarihi kalıntılarını da ziyaret ederek “Turan Haccı”nı tamamladılar.
Altı gün süren Moğolistan ziyaretimiz sırasında gördüklerimi sizlere kısaca nakletmek istedim. Bunlar benim tespit ettiklerim ve aklımda kalanlardı. Tabii, 80 kişiden her birinin gördükleri ve hissettikleri başka başkadır.
Bu gezide gördüğüm bazı şeyler beni çok üzdü. Moğolistan’a ilk gittiğin 1987 yılındaki sessizlik, doğal güzellik kaybolmuş. Şehrin hemen altından akan tarihî TOLA Nehri iyice mahzunlaşmış, o eski haşmetiyle akmıyor. Suyu öylesine azalmış ki nehrin içinde “söğüt” ağaçları ve ayrık otları çoğalmış. Hava alanı yolu üzerine de aynen bizdeki gibi dubleks evler yapılmış. Şehrin içindeki 25-30 katlı apartmanlar Ulan Batur’un nefesini kesmiş. Trafik felaket, Kore ve Japon otomobilleri dip dibe yürüyorlar…ortalık egzos dumanı kokuyor.
Moğol kız ve erkek gençleri aynı batılılar gibi giyiniyorlar. Mini etek, dar paçalı kız ve erkek pantolonları; “Amerikan” traşlı erkek çocukları… Genç-yaşlı, kadın-erkek herkesin elinde son model telefonlar, ya çetleşiyorlar ya da birileriyle konuşuyorlar… Bu durumu hiç yadırgamadım. İstanbul, Ankara, İzmir ve öteki şehirlerimizde de durum aynı.
Ama Moğolların en sevdiğin yanları “konuksever” insanlar. Bizi yalnız ve toplu olarak gördüklerinde hep güler yüzlü davrandılar.
Kapanmak üzere olan Moğolistan Üniversitesi TÜRKOLOJİ BÖLÜMÜ, bu sempozyum vesilesiyle yeniden canlanmaya başlayacak. Oradan mezun olan gençlerin Türkiye’de yüksek lisans ve doktora yapmaları ile Türk-Moğol dostluğu ve kardeşliği pekişecek.
Ata Yurdu’na hiç gidemeyenlere Müngke Tengri’den “KUT”, ikici kez gitmek isteyenlere de sabır diliyorum…
NOT: Bu büyük ve güzel organizasyonun içinde yer alan akademik torunum Doç. Dr. Şaban DURMUŞ’u, onu İstanbul’dan destekleyerek yardımcı olan hocalarını kutluyorum.
Hoşça kalın. (19 Haziran 2018-Ankara)
FOTOĞRAFLAR
(Fotoğrafları cep telefonunda görebilmek için telefonu yatay tutunuz. )