Yükleniyor...
Sarı Kam gidiverdi… Niçin Sarı Kam “uçmağa vardı” veya “kergek boldı” diye yaz(a)madım. Halbuki “gidiverdi” gibi hafif bir sözcüğün yerine “kam” sözcüğünün yanına “uçmağa vardı” veya “kergek boldı” ifadelerinden birini kullanmak daha uygun düşmez miydi? Hocası Şükrü Elçin gibi 27 Ekim günü akşamleyin kaybettik Dursun Yıldırım Hoca’yı ve yine hocası gibi 29 Ekim’de toprakla buluşturduk kendisini. Haber verileceklere açılan telefonlar ve haber alanların baş sağlığı aramaları ile geçen birkaç saatlik telaşın sonrasında fark ettim Mevhibe Coşar Hoca’dan gelen WhatsApp mesajını. “Sarı Kam gidivermiş. Mekânı cennet olsun.” diye başlıyor ve devam ediyordu. Gidivermiş diyordu Mevhibe Hoca. Sarı Kam gidivermiş… Haklıydı. Öylece gidiverdi Hoca. Gidiverdi ve olmak istediği yere, bir tohumun kendine en uygun toprağa düşmesi ya da bir başyapıtın müzedeki yerini alması gibi Atsız’ın biraz ötesine varıp durdu.
Şimdi ne yazabilirim Hoca’nın ardından? Yazabileceğim her şeyi zaten daha önce imzasız yayımladığım “Sarı Kam” başlıklı yazımda yazmıştım. İmzasız yayımlamıştım. Çünkü yazıdaki duygularımın bütün öğrencilerinin ortak duyguları olduğunu düşünüyordum o zamanlar. Bu yazı için Dursun Hoca, “imzası içinde gizli” diyordu ve yazıyı ilk okuduğunda “Gerçekten dışarıdan böyle mi görünüyorum?” diye sormuştu. “En azından benim için” diye cevaplamıştım sorusunu. Son yirmi yıldır yakınlaştığımız için mi bilmem, “sonbahar” gibiydi Hoca benim için. Sonbaharda yapraklarını dökmüş bir kaba ağaç gibi. Bir çınar, bir bay terek gibi. Yakın zamanda bir Antalya yörüğünden duyduğum şu söz nasıl da yakışıyor Hoca’ya: “Her ağacın bir meyvesi vardır. Çınarın meyvesiyse insandır.” Vefatından sonra geçen kısa zaman içinde; Hacettepe Üniversitesindeki törende, Karacaahmet Mezarlığı’ndaki defninde, üçü ve yedisinde gördüm ki gerçekten de meyveleri, öğrencileri ve dostları olan bir çınar ağacı gibiymiş Hoca. Her birimiz dal uçlarında olgunlaşıp dibine dökülmüşüz. Dahası, Hoca’nın öğrencilerine kişiliklerinin gücünün farkına varmalarını sağladığını ve “biri olduklarını” hissettirdiğini gördüm bu bir araya gelmelerde.
Hocalar, öğrencileri için fırtınalı zamanlarda arkasına sığınılan ağaçlar gibidir biraz. Kötü bir yanı da yoktur bunun aslında. Böyle zamanlarda Dursun Bey gibi hocalar, öğrencileri fırtınadan korunsun diye dallarını daha bir gerer ve genişletirler gövdelerini. “Aşk Ahlakı” kitabında Hilmi Ziya Ülken, benzer bir sığınılan ağaç metaforundan bahseder. “Korku ile birleşenlerin meclisi asla dostluk değildir. Bir fırtınadan kaçıp ağaç altında toplananlar fırtına geçince kendiliğinden dağılacaklardır.” Ama öyle olmadı. Korkuları geçince ve fırtına dinince dahi öğrencilerinin bir kısmı Hoca’nın son yolculuğunda ve anma günlerinde ayrılmadılar, ayrılmak istemediler ağacın altından. Uğurlayanlarla uğurlanan arasında hiç kopmayacak bir bağın manzarasıydı bu.
Şakirin Camii’nde kılınacak cenaze namazından önce ayaküstü yapılan sohbette Dursun Hoca kimdi, nasıl bir insandı, nasıl yaşadı diye konuşulurken Bülent Gül’e dönüp kendisinden onay beklercesine: “Sarı Kam kitabında çocuklarının fotoğrafına bakan kişi” dedim. Tamamladı Bülent: “Aynı şeyi düşünüyordum ama bir de Sarı Kam kitabının kapağında Orhun Abidelerine sarıldığı fotoğraftadır Dursun Hoca” dedi. Haklıydı. Dursun Hoca’nın hayatını, yazgısını bu iki fotoğraftan daha iyi anlatan hiçbir şey olamazdı. Sabır yaygısının üstüne oturarak hayatını çocuklarının özlemiyle geçirmiş bir baba ve Türklüğe gönülden bağlı bir Türkolog idi Dursun Hoca. Türkoloji, kimsenin ondan koparıp alamayacağı tutkusu, yaralı ruhunun şifası veya belki de tek sığınağıydı. İlkini ince bir sızı ya da bir iç kanama gibi içinde yaşarken diğerini olanca coşkusuyla dışa vuruyordu. Dursun Hoca’nın altına kendisinin “Zorlu Yıllar” notunu düştüğü ilk fotoğraf bana her zaman Necip Fazıl’ın bir şiirini hatırlatır: Bu ne hazin mesafe iki ten arasında / Bir hâli dinleyenle anlatan arasında.
Sohbetlerimizde ne zaman Türkolojinin kalbi olan Âbidelerden ya da Moğolistan’dan söz açılsa “Mümkün olsa da İbrahim, Orhun Nehri’ne bakan o tepeye defnedilebilsem.” diyordu. Bunları derken gözlerine başka bir anlam doluyor, tepeden tırnağa enerji yüklenmiş bir şekilde döndüğü Moğolistan’a yaptığı son gezisinde o tepenin üzerinde oturup kendini rüzgâra teslim ettiği andaki duyguları, o topraklara duyduğu hiç bitmeyecek özlemi ve susamışlığı anlatıyordu. Mânen arınmış ve dünyevî bir cennetten dönmüş gibiydi. Zorluklarla geçen hayatında birkaç günlük kısa bir mutluluk anı yaşamıştı. Ciğerlerinde hâlâ Orhun Vadisi’nin havası vardı. Sonraki zamanlarda Hoca, yaşamdan bunun ötesinde bir beklentisi yokmuş gibi, Moğolistan’a tekrar gitmek için dayanılmaz bir istek duyuyor, bu isteğini de her fırsatta dile getiriyordu. Bitkin ve umutsuz hâliyle de olsa gerçekleşmesini ölesiye istediği bir düştü bu onun için. Oysa hasta bedeni bu düşüyle kavga hâlindeydi ve ona ayak uydurmayı reddediyordu. Düşü ve gerçekliği çatışma içindeydi.
Yine de Hoca, bu düşünün gerçekleşmesi için ilahî bir elin kendisine dokunmasını bekler gibiydi. Son gezisinde Şaban Doğan’a: “Belki bir daha buralara gelemem Şaban, ceketimi sana bırakayım da hiç değilse bir parçam buralarda kalsın” demişti. Kamlar her zaman davullarıyla kamlamazlar ki. Bazen Celbü adı verilen bir bez parçası ya da yelpazeyle de kamlayabilirler. Esrimiş kam cezbe hâlindeyken Celbü’den çıkan rüzgâr, ruhları kamın etrafında toplar. O ceket, umarım o topraklardadır ve Orhun Vadisi’nin rüzgârıyla savrulup/kamlayıp duruyordur şimdi. Ve kamlamak, yalnız bir ritimle ve esriyerek ruhlara eşlik etmek midir? Ömrünün son yıllarında sol tarafına felç inmiş bir Türkoloğun kendi gücüyle ayakta kalmasının imkânsız olduğu zamanlarda dahi bilimsel üretim yapmak için tek eliyle klavyeyle mücadelesi ve sayfalar dolusu yazma çabası da kamlamak değil midir?
Dursun Yıldırım Hoca, yazma yetisini kaybedene kadar yazmaya ve bütün bilim hayatı boyunca yaptığı gibi ömrünün son zamanlarında da hamasi argümanlara kapılmadan mistik bir adanmışlık hâlinde olduğu Türkolojinin çerçevesini genişletmeye çalıştı. Türkolog olmak için doğmuştur; çetin yazgısı içinde üstesinden gelmek zorunda olduğu kaderinin/kederinin ve yalnızca kendisiyle karşılaştırılabilecek karakterinin onu zorladığı görev de budur. Türkolojiye ait her unsur o kadar özüne sinmiş, kişiliğine nüfuz etmiş ve o kadar kaynaşmıştır ki, Türklük biliminin sınırları içinde olan her şey onda âdeta kutsalın özüymüş gibi tezahür etmiştir. Bu nedenledir ki Dursun Yıldırım Hoca, bağlı olduklarını iddia ettikleri ideolojileri kişisel çıkarları (para, dünyevî rütbe ve kamusal saygınlık vb.) uğruna utanç verici şekilde kurnazca pazarlayanlardan olmamıştır.
29 Temmuz 2024 tarihinde Kara Kam (Ahmet Bican Ercilasun), Bilge Ercilasun Hoca, eşim Figen ve ben hastane odasında ziyaret etmiştik Sarı Kam’ı. Bilinci yerindeydi, kendisine söylenenleri anlıyor ama konuşma güçlüğü çektiğinden, içinden geçenleri sözlere dökemiyordu. Bu ziyaretten sonra Kara Kam bir duygu fırtınası yaşamış olmalıydı ki, ertesi gün bir e-posta aldım ondan. Epik bir taşkınlık içinde “Kamlar Destanı” adlı bir şiir yazmıştı. Gönderi listesinden şiirin bana ve İsmet Çetin Hoca’ya gönderildiği anlaşılıyordu. Destanı Sarı Kam’a okumamızı ve istediğimiz takdirde yayımlayabileceğimizin de notunu düşmüştü.
Bar eken, yok eken,
Bar meken, yok meken?
Ay dünye kün evren
Top bolmagan eken.
Bir varmış bir yokmuş,
Var mıymış, yok muymuş?
Ay dünya gün evren
Top olmamış imiş.
Türkiye’nin ortasında,
Türklerin astanasında
Tunalı Hilmi denilen
Yerde, evler arasında
Bir ev varmış mübarek
Türklerin astanasında.
O evde bir kam yaşarmış,
Sarı Kam derlermiş ona,
Yedi kat göğü aşarmış.
Kimse bilmezmiş sırrını,
Sadece bir dostu varmış,
Zamanı delip gelirmiş,
Sarı Kam’a eş olurmuş,
Sırdaş olur, kardeş olurmuş.
Gök katında, yer katında
Birgelikte uçarlarmış
Ak yağız tulpar sırtında.
Tulpar imiş, küheylanmış,
Nice kamla dolananmış,
Sarı Kam, Kara Kam başka
Deyip göğe ulananmış.
Günlerden bir gün Sarı Kam
Yaz, yaz demiş Kara Kam’a
Yaz Kara Kam, durmadan yaz,
Geçse de yay, güz, kış, ilk yaz.
Nasıl olup dolmuş evren,
Bunca yıldız ve gezegen
Nasıl doldurmuş evreni,
Nasıl olmuş boyu, eni?
Yağız yer denen gezegende
Nasıl yaranmış kişi oğlu,
Kişi oğlunun üstünde
Nasıl türemiş Türk’ün oğlu?
Böyle demiş, Sarı Kam susmuş,
Kara Kam’a yüklenmiş destan.
Coşmuş, su gibi akmış zaman.
Sarı Kam kıs kıs gülermiş,
Kara Kam esin beklermiş.
Sarı Kam dönermiş kamca,
Güm güm davula vurunca
Esin gelirmiş Kara Kam’a,
Bakarmış yıldızlara, aya,
Esin gelirmiş Kara Kam’a
Yazarmış günleri saya saya.
Coşmuş da su gibi akmış zaman,
Kocamış Sarı Kam, Kara Kam,
Evren kocamış, tulpar kocamış,
Kalem kocamış, defter kocamış,
Destan olmuş yer gök, evren,
Nice yıldız, uydu, gezegen,
Nice kavim, Türk, Türkmen
Sarı Kam’ın gözlerinde,
Kara Kam’ın izlerinde
Destan olup da yazılmış,
Bengü taşlara kazılmış,
Zamanı Tanrı yaşarmış,
Kişiler ölüp kergek bolmuş,
Sarı Kam’ın Kara Kam’ın
Destanı bengü olup kalmış.
Dilden dile gezinmiş destan,
Günden güne bezenmiş destan.
Sarı Kam gülmüş Kara Kam’a,
Yarınlara uzanmış destan.
Ay Sarı Kam, ay Kara Kam!
Gözünüz gönlünüz aydın olsun!
Bezendikçe bezenmiş destan,
Uzandıkça uzanmış destan,
İçiniz, gönlünüz dinç olsun!
Belleklerde bengülenmiş destan!
30.07.2024, 11.35 Alacaatlı/ANKARA
Sarı Kam, kamlamak için Orhun Vadisi’nde bıraktığı ceketini almaya gitti. Sarı Kam
Çın Cerge* gidiverdi… Sarı Kam da gittiyse, gitmek güzeldir.
* Altay-Türk Şamanizmine göre, ‘Öteki Dünya’ anlamında Gerçek Yer’e / Asıl Yer’e.