Yükleniyor...
Çok başarılı bir milli kimlik inşa sürecinin, bir ulus için sosyal ve ekonomik olarak hızlı bir kalkınmanın yolunu açması beklenen bir sonuçtur. Batılıların uçağın tekerlerinin pistten kesilerek havalanması (take-off) terimi ile ifade ettikleri bu durum, koşmaya başlamadan önce atın şahlanışına benzetilebilir.
Bu yazımızda İkinci Dünya Savaşı’ndan günümüze kadar uzanan süreçte, Finlandiya’nın uyguladığı krizleri fırsata, dezavantajları avantaja dönüştüren iç ve dış politika ile kalkınma stratejilerinden örnekler vereceğiz.
1809 yılından başlayarak günümüze kadar istikrarlı bir şekilde süregelen milli kimlik inşa süreci, mükemmel bir eğitim sistemi ile her Fin’i; çağdaş bilgilerle donatılmış, çalışkan, fedakâr, üretken, ahlaklı, vatansever ve güçlü bireyler olarak yetiştirmeye hız kesmeden devam etmiştir.
Finlandiya’nın böyle bir kalkınmayı sağlayabilmek amacıyla nasıl güçlü ve zengin bir beşerî sermaye oluşturduğunu anlayabilmek için sadece şu verilere bakmak bile yeterli olacaktır sanırım:
“5,5 milyonluk Finlandiya’da her yıl ortalama 20 milyon kitap satılmaktadır. 2017 yılında 68 milyon kitap ödünç alınmıştır. Bu ülkede yerleşik halk kütüphanelerinin yanında 12.500 adet de kütüphane hizmeti veren otobüs görev yapmaktadır.” [1]
Ülkede huzur ve güvenin sağlanarak, toplumsal enerjilerinin nasıl sadece kalkınmaya yönlendirildiğini gösteren şu veri de anlamlı olsa gerek:
“Fin polisi, bir yılda altı kez ve o da sadece uyarı maksatlı ateş etmiştir.” [2]
Finlerin Sovyetlerle İkinci Dünya Savaşı içinde “Kış Savaşı” ve “Devam Savaşı” olarak anılan iki savaş yaptıklarından önceki yazımızda* bahsetmiştik. Finliler bir yandan Almanların yanında görünürken, diğer yandan öteki ülkelerin tepkisini çekmekten de kaçındılar. Bu bağlamda;
Stalin, İngiltere’yi Finlandiya’ya karşı savaşa mecbur etti. İngiltere bunu kabul etmesine rağmen, Finlandiya şehirlerini bombalamaya gelen İngiliz uçakları bombalarını denize bıraktılar.[2]
Hitler, Moskova’ya güneyden saldırırken Finlilerin de kuzeyden saldırmasını istedi. Bunu yapmayarak düşmanları Rusya’nın güvenini kazandılar.[2]
Gene Hitler, Finlandiya’daki Yahudilerin toplanarak Nazi toplama kamplarına gönderilmesini istedi. Bunu da yapmayarak Yahudilerin ve diğer ülkelerin sempatisini kazandılar.[2]
Savaş sonrasında Finlandiya, savaşın galibi ve yeni süper güç SSCB’nin sınır komşusu olmak gibi çok nazik bir konuma gelmişti. Finlandiya sınırı St. Petersburg’un sadece kırk km uzağındadır.
Finler yeni dönemde, savaş sırasında yürüttükleri akılcı politikalarını bir dizi yeni politika ile takviye ederek sürdürdüler. Güvende olmaları için Sovyetlerin de kendisini güvende hissetmesi gerektiğini yaşayarak öğrenmişlerdi.
1918 yılında başbakanlık ve savaş sırasında altı yıl Moskova Büyükelçiliği de yapan 76 yaşındaki tecrübeli siyasetçi Paasikivi’yi 1946’da cumhurbaşkanı yaparak on yıl görevde tuttular. 1956’da Kekkonen cumhurbaşkanı oldu ve 81 yaşına kadar, 25 yıl boyunca, görevde kaldı. Kekkonen AET’ye girerken Sovyetler ile ilişkileri etkilemeyeceği sözünü vererek Brejnev’i ikna etti. Sözünün tutulması ve Sovyetlere güven vermek için 1974’teki cumhurbaşkanlığı seçimleri iptal edildi. Fin ulusu bu iki tecrübeli devlet adamını 35 yıl görevde tutup siyasal istikrarı sağlayarak bakın hangi zorlu dönemeçlerden geçtiler:
Finler mücevherlerini vererek Sovyetlere savaş tazminatlarını eksiksiz ödediler. Savaş suçlularını yargılayarak Sovyetleri tatmin ettiler. Ama daha sonra hepsini, itibarlarını iade ederek, önemli görevlere getirmeyi de ihmal etmediler.
Finlandiya, Soğuk Savaş döneminde Doğu Avrupa ülkeleri komünistleşip Varşova Paktı’nda yer alırken, Sovyetlerin yanı başında ve onlarla savaşmış bir ülke olarak Komünist Blok dışında kalabildi. Bunu Stalin’in güvenini kazanan Paasikivi sağladı. Hür dünya ülkesi olarak Finlandiya, Sovyetlerin 1956 Macaristan ve 1968 Çekoslovakya darbelerine sessiz kalarak, Soljenitzin’in Sovyet karşıtı kitaplarını yayınlatmayarak Sovyetlerin tepkisinden uzak kalmayı başardı. Finlandiya hem Batı ile ilişkisini geliştirdi hem de Sovyetlerin güvenini korudu. AET/AB’ye girerken Batı’ya verilen tavizlerin aynısını Sovyetlere de verdiler. Böylece bağımsız Batı müttefiki haliyle, Sovyetler için komünist bir uydu devletten daha faydalı olacaklarına ve Sovyetlerin Batı’ya açılan penceresi olma konusunda Sovyetlere güven vererek “Soğuk Savaş” dönemini kalkınarak atlattılar. 1995’te AB üyesi oldular.
Finlandiya’da savaş altyapıyı mahvetmişti, savaş sırasında İsveç’e gönderilen seksen bin çocuk anadillerini unutarak travmalarla dönmüşlerdi. Savaş tazminatı ödeyerek yoksullaşmışlardı. Finler savaş krizini Nietzsche’nin “Bizi öldürmeyen şey güçlendirir.” sözünü doğrularcasına fırsata dönüştürmeyi bildiler. Çok sayıda Fin, Amerika Birleşik Devletleri’nde veya Batı Avrupa’da okumak için yurt dışına çıktı ve ileri beceriler kazanarak döndü.
Finler ıssız bir adaya düşerek hayatta kalmayı, üretmeyi ve bir yerliyi de kendine yardımcı yapmayı başaran Robinson Crusoe’un başarısını “Bizler her birimiz birer Robinson’uz.” sloganıyla örnek alırlar.
Finlandiya kalkınabilmek için en dezavantajlı ülkelerden biridir. Yeterli stratejik madenleri, doğalgazı, petrolü yoktur. Ülke bataklıklar ve göllerle kaplı olduğu için yeterli toprak da yoktur. Kuzey Kutbuna yakınlığı nedeniyle, tarımsal üretimi doğrudan etkileyen “güneşlenme süresi” (büyüme mevsimi) çok kısadır. Bilindiği gibi toprak ve su faktörü aynı kalmak şartıyla her türlü tarımsal üretimin miktarını tayin eden faktör, güneşlenme süresidir. Bu sürenin uzunluğu bizim gibi ülkelerde yılda birden fazla ürün almayı mümkün kılmaktadır.
Bir Fin şöyle düşünür; “Tanrı doğal nimetleri dağıtırken bize cimri davranmış, biz de çok çalışarak bunu telafi etmeliyiz.”
Finlandiya’nın en önemli doğal varlığı ülkenin %72’sini kaplayan ormanlarıdır. Bir ormancı olarak Finlandiya ormanlarının birim alandaki ağaç serveti, buna bağlı olarak birim alandaki artım(verim) ve biyolojik çeşitlilik yönünden diğer Orta Avrupa ülkelerinin ormanlarından daha iyi olmadığını söyleyebilirim. Buna rağmen, ormancılık sektörü, elektronikten sonra ikinci sırada “stratejik sektör” olarak görülmekte ve ihracat gelirlerinin %20’si orman ürünlerinden elde edilmektedir. Finlandiya, kurduğu entegre ormancılık anlayışı ile göreceli olarak dünyada ormanlarından en fazla gelir elde edebilen ülkedir.
Türkiye ve Finlandiya yaklaşık aynı miktar orman alanına sahiptirler (22 milyon hektar). Ancak ormanların milli gelire katkısı, Türkiye’de yaklaşık bir milyar USD iken, Finlandiya’da elli milyar USD’dir. [3]
Bir Fin, kendini yaptığı işin en iyisini yapabilmeye mecbur ve mahkûm hisseder. Bu anlayışla küresel ölçekte rekabet gücü olan firmalar kurabilmiş ve markalar yaratabilmişlerdir.
Savaş öncesinde köyde yumurta satan Tomas Gulbe, on yılda Avrupa’nın yumurta kralı ve sayılı lokanta zincirlerinin tedarikçisi olabilmiştir. Yine ormanlarda ahududu toplayan Yarvinen tatlı ve reçel kralı olurken, bir ayakkabı tamircisi Paris, Londra gibi merkezlerde ayakkabı mağazalar zinciri oluşturabilmiştir.[4]
Avrupa’nın önemli kâğıt, kereste, makine ve elektronik firmalarına sahip olan Finlandiya, elverişsiz bir coğrafyadaki beş buçuk milyonluk küçük bir ülke olmasına rağmen Fransa, Almanya, İsveç ve İngiltere ile eşit bir “kişi başına sanayi üretimi” ile “ileri derecede sanayileşmiş” ülke kategorisine yükselme başarısını gösterebilmiştir. Kişi başına düşen milli gelirleri ise zengin coğrafyaları ve sömürge avantajları da olan bu ülkelerin seviyesine ulaşmıştır.
Önceki yazımızla birlikte bu yazımızda, sadece iki asırlık bir geçmişi olan Fin toplumunun bu kadar kısa bir sürede hızlı bir aydınlanma ile nasıl bir “Yüksek Fin Kültürü” yarattığını, nasıl güçlü bir “Milli Kimlik” oluşturduklarını ve nasıl refah toplumu olduklarını kısaca anlatmaya çalıştık. Bizde ise Cumhuriyet’le birlikte milli devletimiz kuruldu, milli ideolojimiz net olarak belirlendi ama zaman içinde yüksek milli kültür yaratma konusunda Atatürk döneminde başlanıp da tamamlanamayan noktadan bile daha gerilere düştük. Toplum kesimlerinin kimi Osmanlıcı, kimi Arapçı, kimi gelenekçi, kimi laik, kimi siyasal İslamcı olurken yetmezmiş gibi bir de millet bütününü etnik mozaiğe benzetme yanlışına düştük.
Atatürk’ün de hayranlık duyduğu Fin başarısını, biz Türklerin elde edememiş olmamız ve son yüz yılda Atatürk’ün başlattığı yüksek Türk kültürü oluşturma ve Türk milli kimliği inşa sürecinin bile kesintiye uğramasıyla hâlâ “kimlik ve kültür krizi” yaşamamız üzücüdür. Finlerle aramızdaki en önemli fark da budur.
Kalkınmaya gelince; bizim “şahlanış”, başka bir deyişle bizim Türk usulü “take-off” anlayışımızı, Başbakanlık dönemindeki (24 Aralık 2007) Sayın Erdoğan’ın sözleri ile anlatıp takdiri okuyanlara bırakıyorum:
“İcabında Sayın Valim, atlayacaksın kamyonun şoför mahalline, sen gideceksin, kömürü sen vereceksin. Bunu yaptığın gün bu Türkiye ne olur biliyor musun, şahlanır, uçar, uçar.” [5]
*Bu yazı dizisinin ilk yazısına buradan ulaşabilirsiniz.
** Kış Savaşı ve Devam Savaşı ile ilgili fotoğraflara buradan ve şuradan göz atabilirsiniz.
[1] Uluğbay, H. (2019, Temmuz 9). Kurtuluş Savaşını kaybetmiş olmayı arzu eden bir zihniyetin okuması gereken temel belgeler. http://www.hikmetulugbay.com/9 Temmuz 2019 adresinden alındı.
[2] Diamond, J. (2019). Yükseliş (1. b.). Pegasus Yayıncılık.
[3] Alp, S. (2013, Temmuz 17). Türkiye ormanlarına Finlandiya modeli önerisi. Dünya Gazetesi.
[4] Peyrov, G. (tarih yok). Beyaz Zambaklar Ülkesinde. Koridor Yayıncılık.
[5] Özdil, Y. (2020, Ekim 10). Şahlanıyoruz, az sabredin. Sözcü Gazetesi.