Yükleniyor...
Türkçülüğün siyaset, hareket ve fikir alanlarında öncülerinden, Millî Düşünce Merkezi Derneği’mizin kurucusu ve Şeref Genel Başkanı Sadi Somuncuoğlu’nu geçen yıl bugün, 28 Şubat 2022 günü kaybetmiştik.
Onun aziz hatırasını sevgi ve saygı ile anıyoruz. Eksikliği doldurulamaz.
Sadi Somuncuoğlu’nu dostları, bilim, fikir ve siyaset insanları onun hatırasına, Egemenlik temalı bir anı kitabı hazırladı. Şeref Genel Başkanımızı anmak için bugün bu kitaptan, Prof. Dr. İskender Öksüz’ün yazısını paylaşıyoruz.
1968 Haziran’ında ABD’de doktoramı bitirip Ankara’ya gelmiş, doktora hocam Oktay Sinanoğlu’nun ODTÜ’de kurduğu, Teorik Kimya Bölümünde öğretim görevlisi olarak çalışmaya başlamıştım. İşte o Haziran’da yer yerinden oynadı. Hani kendilerine 68’liler diyen komünistler, diğer bir deyişle, “millî demokratik devrimci bilimsel sosyalistler”, Türkiye’deki bütün üniversitelerde işgal ve boykot eylemlerine başlamıştı. Aslında ’68 birçok ülkede meydana geldi. İlk Paris’te başladı, Avrupa’ya yayıldı, ABD’ye sıçradı. Oralarda, o çağın gençlik kültürünün, hippilerin, marihuananın eklendiği bir şeylerdi 1968. Tükiye’de farklıydı. Türkiye’de hareketin sürücüsü farklıydı, hedefi farklıydı. Batı’da bir süre sonra olaylar yatıştı ama Türkiye’de on yıldan fazla devam etti ve 12 Eylül 1980 ihtilaliyle sona erdi.
Vatana geri döndüm, haydi şimdi burada, kendi yurdumda bilim yapayım, bu güzel üniversitede diye başladığım ODTÜ, Lenin portreleriyle, orak çekiçli bayraklarla donanıverdi. Benzer gariplikleri Erzurum Atatürk Üniversitesi’nde yaşayan ve benzer duygularla üniversiteye başlayan rahmetli Şaban Karataş Hocamızın tabiriyle, “Bu noktada ilim bitti, film başladı!”. Onun filminin başladığı nokta okul koridorlarında ıslıkla çalınan, türküye benzeyen bir havaydı. Bana kendisi anlatmıştı. “Nedir?” diye sormuş; “Kürdistan millî marşı.” cevabını almış! Maşallah “Kürdistan” tarih boyunca hem Rus hem Batı emperyalistlerinin vekalet savaşı enstrümanıdır.
Yaşı 70’in üstünde olanlar, “Tabiî” diyecektir. 1968, hem de Haziran. İleri görüşlülük ender bulunan bir şey ama bir de maalesef sıkça rastladığımız “geri görüşlülük” var. Olayların içinde, hem de ODTÜ’de, tam ortasında yaşayanların ne 1968’den ne de Haziran’dan haberi vardı. Hani bir hikâye vardır; Avrupa’da yaşayan akıllı, ileri görüşlü bir adam, İkinci Dünya Harbi’nin çıkacağını hisseder. Atlası açar ve “Harp nereye gelmez. Bulayım da oraya kaçayım.” diye aramaya başlar. Seçtiği yer, pasifikte, okyanusun ortasında sakin bir adadır: İwo jima. Gel gör ki bu sakin Pasifik adası, harbin en kanlı çarpışmalarına sahne olur. Ben, Pasifik adası sükunetini beklemiyordum ama ’68 ODTÜ’sünü de beklemiyordum.
Ne oluyordu? Milletler arası siyasetten anlayanlar için olan biten apaçık meydandaydı. “Bilimsel Sosyalizm”e göre devrimin, endüstrileşmiş, daha çok proletarya barındıran ülkelerde, mesela İngiltere’de, mesela Almanya ve İtalya’da olması gerekirdi. Devrim orada değil de Rusya’da meydana gelince Bolşevikler şaşırdı. Endüstrileşmiş ülkelerde de devrim beklemeye, devrimi teşvike başladılar. Bu bekleyiş ve tahrikin, daha henüz kurulmuş, ayaklarının üstünde doğrulmaya çalışan SSCB’nin başına iş açacağını hisseden Stalin, o bekleyenleri, baltayla kafasını kesmek dâhil, ortadan kaldırdı. (Bakınız Troçki). Avrupa’da bir türlü devrim olmadı. İkinci Dünya Harbi sonunda, Rus tanklarıyla “devrim!” yapılan Macaristan, Polonya velhasıl Doğu Avrupa ülkeleri hâriç… SSCB, Batı’da duvara toslamıştı. Doğu’da Afganistan bir ayı kapanı oldu. Girdiler ve saplandılar. Kuzey’de buz denizinden başka bir yer yoktu. Açılabilecekleri tek yön Güney’di. Açılabilirlerse.
Sovyetlerin bu sıkışmışlığını, Osmanlı’nın son yüzyıllarına benzetirim. Batı’da Viyana aşılamamış, Doğu’da güçlü Türk devletleri var. Güney’de, okyanuslarda Portekiz’e yeniliyor. Kuzeyde İtil’le Volga arasında kanal açıp Orta Asya’ya uzanılacak; kanal açılamıyor. İmparatorluk jeopolitik anlamda sıkışıyor ve önce duraklamaya, sonra çöküşe gidiyor.
Sovyetlerin bütün ümidi Güney’den bir kapı açmaktı. Türkiye’den… Zor iş. Türkiye NATO ülkesi. Fakat bir yol var. Eğer Türkiye’de, SSCB’ye dost bir yönetim iş başına gelirse o zaman denge kökten değişirdi. (Bu strateji kararını, rahmetli Cumhurbaşkanımız Celal Bayar’ın bir toplantıdaki açıklamasından öğrenmiştik: Sovyetlere dost bir yönetimi başa geçirmek.) Çünkü Türkiye yalnız Akdeniz’in değil, aynı zamanda dünyanın en stratejik ürünü petrolün de komşusuydu, kapısıydı. Türkiye aşılabilirse iş bitiyordu. Irak zaten petrol ülkesiydi. Irak da, Suriye de Sovyetlere karşı soğuk değildi; hatta işbirliği içindeydi. Asıl Türkiye’de devrim lazımdı da Türkiye’de de doğru dürüst sanayileşme ve proletarya yoktu. Dert değil. Diyalektik ustaları bir yolunu bulurlar ve sizi de inandırırlar. Türkiye gibi ülkelerde devrimi, yani ihtilali, proletarya değil, “sivil-asker bürokrat” yapacaktı. Teorilerinde buna, “Millî Demokratik Devrim” aşaması diyorlardı ve proletarya diktatörlüğünden önceki aşama olarak değerlendiriyorlardı. Teorinin ayrıntısını, ODTÜ’deki bir konferansında, Mihri Belli’den dinlemiştim. O zamanın “bilimsel sosyalist” literatüründe de bulabilirsiniz.
Türkiye’de, Millî Demokratik Devrim’e gidişi kolaylaştıracak bir özellik vardı. 1960 darbesinin hatırası henüz çok tazeydi. Darbeye giden günlerde üniversite öğrencileri gösteri yapıyor, polis onlarla karşı karşıya geliyordu. Polis-gösterici çatışmasında, İstanbul Üniversitesi Rektörü Sıddık Sami Onar da polis copuna maruz kalmış ve başı kanayan resimleri gazete sayfalarına döşenmişti. Bu olaylara tepki, 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra yazılan yeni anayasaya da yansıdı. Ne olursa olsun, isterse içeride kan gövdeyi götürsün, isterse sıcak takip olsun, rektörden talimat almaksızın polis üniversiteye giremiyordu. Üniversite öğretim üyeleri de kutsal varlıklar gibi muamele görüyordu. Ülkelerin sınırları dahi müstakbel devrimcilere bu derece yüksek bir güvenlik sağlamıyordu.
İşte bu korumalı üniversiteler, Millî Demokratik Devrim’in karargâhları ve devrimci kuluçka makineleri olacaktı. Önce Fikir Kulüpleri Federasyonu üyeleri ve sonra aldığı adıyla Dev-Genç’liler, bu ihtilalin genç öncüleriydi. Strateji şöyle işliyordu. Önce bir militan azınlık, Haziran 1968 ruhundan yararlanarak üniversitede boykot başlatıyor, boykota katılmayanları tehdit ediyor, dövüyordu. Boykotun bir adım ötesi üniversite binalarının işgaliydi. Bu “eylemler” bir amaca yönelikti: Öğrenciler ve öğretim üyeleri üzerinde egemen olmak. Onları dur deyince durduran, yürü deyince yürüten bir hâkimiyet altına almak. Öğretim üyeleri de arzu edilen bildirileri yayımlamaya, siyasî protestolarda, davranışlarda bulunmaya zorlanıyordu. Eylemle birlikte yoğun bir “bilimsel sosyalizm” eğitimi veriliyordu. Başta ite kaka veya eğlenceli, ders kaynayacak diye boykota katılan öğrenciler, bir süre sonra gönüllü militan hâline geliyordu. Militan yetiştirmenin psikolojisidir. İnsanları belli sloganları söylemeye, belli eylemleri yapmaya zorlarsanız bir süre sonra davranışları ile fikirleri arasındaki çelişkiyi çözer ve o eylemleri, sloganları haklı bulmaya başlarlar. Buna bir de Sovyetlerden gelip çevrilen hazır kitapları eklerseniz militan yetiştirmenin nasıl o kadar çabuk gerçekleştiğini anlarsınız.
Strateji ODTÜ’de tam başarıya ulaştı. Millî Demokratik Devrimci komünistlerden başka kimse ağzını açamaz oldu. Sosyal demokrat öğrencilere faşist dendi ve dayak yediler. Stalin’in faşist tarifi geçerliydi: Faşist = Komünist olmayan.
Buna bir de “devrim”i şapka, harf vs. devrimi sanan entelektüel tonton vatandaşlarımızı ve aman taraf tutmayalım, endişesiyle vazifeden kaçan devlet görevlilerini eklerseniz ihtilale giden yolun nasıl otoyola dönüştüğünün sırrı çözülür.
Devrim ateşi birçok kurumu sarmıştı. Öğretim üyelerinin büyük kısmı, “Bunlar yakında başa geçecek, onlara ters düşmeyelim.” havasındaydı. Basın, TRT “devrimci gençler”in yanında konumlarını almıştı. Danıştay’dan basına verilen bir beyanat, o hâli anlatmak için iyi bir tarihî dokümandır: Türkiye’de bir mücadele vardır ve Danıştay bu mücadelede yerini almıştır. Artık hukuk değil devrim ön plandaydı.
İşte biz. Bir grup amatör, bir grup, çoğu genç, bir avuç Türkçü, bu “devrim”in önüne dikilen güçtük.
Daha lise yıllarımda İzmir’de Türkçülere karışmıştım. Ben, Bican ve diğerleri. Bican’ın (Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun) “İzmirli Türkçüler” yazılarına bir göz atın.[1]
İşte çevre buydu, çerçeve buydu.
Ankara’daki Türkçü ekiple ve Sadi ile temas kurmam fazla zaman almadı. Ben mi onları buldum, onlar mı beni? Galiba karşılıklı oldu ve kısa zamanda gençliği yöneten gruba katıldım. Türk Ocakları Genel Merkezi’nde, Ankara’daki tarihî Türk Ocağı binasında toplanıyorduk. Başkan tabiî olarak Sadi idi. Sadi, MHP’nin gençlik işleri sorumlusuydu. Grupta Sadi’den başka, İbrahim Metin, Halil Özyıldız, Reşat Genç, Kâzım Kopraman, İsmail Aka, Mustafa Sönmez ve İsmail Hakkı Gökhun da vardı. Son beşi akademisyendi. Mustafa ve Halil’i genç yaşlarında kaybettik. Ben katıldığımda İsmail Aka, İzmir’e göçmüştü. Akademisyen arkadaşlarımızdan hayatta kalanlar, şimdi emekli profesörlerdir. Sadi, İbrahim ve Halil aynı okulda, Ankara İktisadî ve Ticari İlimler Akademisi’nde okumuştu. Sadi, mezuniyet sonrasında Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü’ne de devam etmişti.
Halil ve Sadi, Millî Eğitim Bakanlığı’nın bir biriminde çalışıyordu. İbrahim’in Ulus civarında bir tuz işletmesi vardı. Bir de tuz dağıttığı, İkinci Dünya Harbi ambulanslarından çevirme bir arabası. Yokuşlarda tıkandığında inip ittirirdik. Bu özelliğine “İtematik” demiştik. Birbirine takılmaya bayılan, son derece dost ve eğlenceli bir gruptuk. Fakat mücadele ağırdı ve her gün daha da ağırlaşıyordu.
İhtilalcilerin odağı üniversitelerdi ve bizim direnişimiz de oradan başlayacaktı. Bir avuç gencimiz vardı. Devrim eylemlerine cevabımızı, Dokuz Işık Yürüyüşleri ile vermeye çalışıyorduk. Üçerli, dörderli sıralar yapar, sıraların birbirinden uzakça yürümesini sağlardık ki elli-yüz kişi daha kalabalık görünsün. Türkeş Bey, yürüyüşü mesela Kurtuluş’tan başlatır, sonra gençleri Tandoğan’da karşılar ve onlara hitap ederdi.
Sadi’nin en çok üzerinde durduğu şey eğitimdi. Eğitim, eğitim, eğitim. Eğitim, MHP’nin Yüksel Caddesi’nde kiraladığı evin salonunda yapılırdı. Kalorifer yakıtı alacak parası olmayan partide, genel başkan paltoyla otururdu. Eğitimciler, ben, rahmetli Kâmil Turan, rahmetli Galip Ağabey (Galip Erdem) ve rahmetli Alparslan Türkeş’ti. Türkçü eğitimin gençleri nasıl kavradığına, onların yeni arkadaşlar kazanmasını nasıl sağladığına kısa zamanda şahit olduk. Her şeyden önce eğitim diyen Sadi’nin haklılığına da. Fikir, hidrojen bombasından kuvvetliydi. Dev-Genç’in ithal fikirlerine karşı bizim Türkçülüğümüz. Millî Mücadele’nin, bağımsızlık savaşımızın, Cumhuriyet’in kurucu fikri, taşıyıcı kolonu olan Türkçülük.
Şehitler vermeye başlamıştık. Anlaşılan Millî Demokratik Devrim kansız yapılmayacaktı. İstanbul’da Yusuf İmamoğlu, Ankara’da Süleyman Özmen… Emine Işınsu’nun Sancı romanında anlatılan günler… Özmen’in cenazesi Ankara Üniversitesi Ziraat-Veteriner Fakülteleri kompleksindeyken MHP Genel Başkan Yardımcısı Dündar Ağabeyimizin (Dündar Taşer) Özmen’in arkadaşlarına ve ailesine hitabı bütün canlılığıyla aklımda:
“Bu topraklar üzerinde artık biz ölmeyeceğiz!”
Bu komünist ihtilalcilere bir uyarıydı aslında. Sahne, Sancı’da aynen anlatılmıştır. Silahlı komünist gençler, Yüksek Öğretmen Okulu’nda bir grup öğrenciyi okul yatakhanesinde mahsur tutuyor. Dışarıya çıkmalarına, yiyecek almalarına tam bir gün engel oluyor. Onlara götürmek için yiyecek dolu bir file ile binaya girmeye çalışan Süleyman Özmen de kurşuna diziliyor. Peki, polis ne yapıyor? Polis üniversiteye giremez. Kan gövdeyi götürse de giremez! Millî Demokratik Devrim literatüründe bu cinayetlerin ismi, “Silahlı Propaganda” idi.
Ancak zaman bizim lehimize işlemeye başlamıştı. Bütün zorluklara, saçmalıklara, basının ve TRT’nin taraflı yayınlarına rağmen iki unsur, Türkçü öğrenci sayısını hızla arttırıyordu. Birincisi, devrimcilerin kontrolündeki üniversitelerin her yerini kaplayan Marks ve Lenin resimleri ile orak çekiçli bayraklar. Bunlar sadece öğrencileri değil, öğretim üyelerini de uyandırmaya başlamıştı. Artışın ikinci sürücü gücü, Sadi’nin talimatıyla ağırlık verdiğimiz kesintisiz eğitimdi. Yüz yüze eğitime az sonra Devlet, Töre ve Bozkurt dergilerinin yazılı eğitimi de eklenecekti.
Bu günlerde ben, Ankara’nın Nene Hatun Caddesi’nde kiraladığım küçük bir çatı katı dairesinde oturuyordum. Bir süre sonra Sadi de yanıma taşındı. İşimiz, günde yirmi dört saat, ülkücü gençlikti. Ve öğretim üyeleri.
Bir eksiği, şiddetle hissetmeye başlamıştık. O günlerde üniversite ve siyasetin ayrı tutulması şarttı. Siyasetten kasıt, siyasi partilerdi… İşte bizim, öğretim üyelerini davet edebileceğimiz parti binasından başka bir mekânımız yoktu. Demirel iktidarı sırasında bir gün, polis, Türk Ocağı’nı işgal etmişti. Ve o günden sonra ve hâlâ devletin bir kuruş katkısı olmayan, sadece Türk Ocaklıların, Türk milliyetçilerinin bağışlarıyla inşa edilen tarihî ocak binası, Türk Ocakları’nın kullanımına kapalıdır. Şu anda Devlet Resim-Heykel müzesidir.
Bir gün Sadi ile Ankara’nın Meşrutiyet Caddesi’nde yürüyorduk. Meşrutiyet’le Bayındır Sokağın kesiştiği köşede, bir kiralık ilânı dikkatimizi çekti. Kirayı sorduk, öğrendik… Sadi ile hesap yaptık. Burası öğretim üyelerinin toplantı mahalli olacaktı ve onlardan toplayacağımız aidatlar kirayı karşılayacaktı. Ya karşılamazsa… Hesap ettik. Benim ODTÜ’den, onun Millî Eğitim’den aldığımız maaşların toplamı kirayı karşılıyordu. En kötü ihtimalle öyle öderiz dedik; ikimiz de bekârdık. Hesap kitap sonunda Kültür Bilim ve Teknik Merkezi adına o daireyi kiralamaya talip olduk. KÜBİTEM hikâyesi böyle başladı. Derneğimizi, daireyi kiraladıktan sonra kurduk. Ben başkan oldum. Niçin ben? Çünkü Sadi partiliydi. O olmamalıydı.
İlk toplantımıza gelen öğretim üyesi sayısı 100’ün üstündeydi. Onlardan bir “Bilim Kurulu” oluşturuldu. Bilim Kurulu Başkanlığına Tarık Hoca (Prof. Dr. Tarık Somer) seçildi.
KÜBİTEM’in faaliyete geçişinden az sonra rahmetli Dündar Ağabey de (Dündar Taşer) gününün önemli kısmını orada geçirmeye başladı. Satranç müsabakalarımızı hatırlıyorum. Yeğeni, rahmetli Mustafa Taşar biz satranç oynarken bize çay servisi yapardı. O güzel insanı, sonradan bakan olan Mustafa Taşar’ı bir trafik kazasında genç yaşında kaybettik. Ailenin asıl soyadı “Taşar”dı. 27 Mayıs’tan sonra yapılan anayasada Millî Birlik Komitesi üyeleri tek tek sayılmıştı. Anayasa yazılırken Dündar Bey’in soyadı yanlışlıkla “Taşer” yazılmış. Dündar Ağabey, gülerek, “Benim soyadımın tashihi için anayasa değişikliği lazım.” derdi. Üniversite-siyaset ayrımından, Dündar Ağabey de payını alıyordu. Üniversite hocaları geldiğinde o, odasından çıkamazdı. Sadi bana, böyle zamanlarda Dündar Ağabeyin bazen terasa çıkıp sigara içtiğini hatırlatmıştı.
Daha önce bir kalorifer dairesinde hazırlanan Devlet dergisi oraya taşındı. Emine Işınsu’nun çıkardığı Töre de. Tabiî Emine Işınsu da. Bir süre sonra gençlik dergisi Bozkurt da orada çıkmaya başladı.
KÜBİTEM, gençliğin de merkeziydi. İster gençlerin, ister yetişkinlerin derneği adında “Bir” veya “Ülkü” bulunan bütün dernekler, KÜBİTEM’in birer çekmecesindeydi. Ülkü Ocakları dahil. Nerede neyle karşılaşacağınızı bilemezdiniz. Bir odada Prof. Dr. Oluş Arık’ı, eli kolu mürekkep içinde bir bildiriyi teksir makinesinde çoğaltırken görebilirdiniz. Bir başkasında Töre toplantısını.
Bilim Kurulu’nun kurulması da Sadi’nin fikriydi. Artık yalnız gençlerin değil, öğretim üyelerinin de merkezindeydik. Gelişen hâdiseler, büyüyen Sovyet saldırısı ve Millî Demokratik Devrim, yani ihtilal kalkışması karşısında hocalar ve biz, bir düşünce merkezi işlevini de görüyorduk. Olan biteni ve fikirlerimizi kâğıda döküyor, sonra hocalarımız o konuları anlatmak için devletin çeşitli kademelerine gidiyor, anlatıyor ve muhtıralarımızı bırakıyordu. Parti başkanlarına, Millî Güvenlik Kurulu Genel Sekreterine, Bakanlara, Başbakan’a, Cumhurbaşkanı’na… 1960’ta başlayan üniversite öğretim üyesinin prestiji devam ediyordu. Bizi dikkatle dinliyorlardı. Cumhurbaşkanı rahmetli Cevdet Sunay, raporlarımızı sürekli getirmemizi istemişti. Bizim KÜBİTEM’de hazırladığımız o muhtıraların Cumhurbaşkanı’nca, ordunun üst kademelerine yollandığını, oradan da birliklere ulaştırılıp okunduğunu bilmiyorduk. Sadi, o günlerden on yıllar sonra öğrenip bize de anlatmıştı.
Bütün bu fırtınanın merkezinde Sadi Somuncuoğlu vardı tabiî. Hepimiz her şeyle uğraşırdık ama Sadi’nin zamanının büyük kısmını gençlik, üniversite öğrencileri, “Devrimciler”in işgali altındaki üniversiteler ve Ülkü Ocakları alıyordu. Sadi’nin yükü hızla artıyordu. Çünkü onun çalışmalarıyla, hassasiyeti, zekâsı, siyaseti kavrayışı ve insan tanımasıyla, her şeyden önce de eğitime verdiği öncelikle, gençlik hızla çoğalıyordu. Dokuz Işık yürüyüşü yaptırdığımız, partinin bir odasına topladığımız o elli kişi, hızla 500, 5.000, 50.000 olmuştu. Sonra Türkiye’nin tamamını sararak milyonlara ulaşacak, bir nesli kavrayacak hareket, o mütevazı şartlarda teşkilatlanıp büyüdü.
Hareket… Bilgi gelir, haber gelir. Sadi dinler, sorar ve talimat verirdi. Bazen toplanıp tartışırdık. Karar verilir ve derhal icraata geçilirdi.
Ben, müstakbel eşim Emine Işınsu’yu KÜBİTEM’de daha yakından tanıdım. Sadi de müstakbel eşi Mübeccel’i. Mübeccel, hareketin gençlerindendi. Hepimiz gençtik ve hızla çoğalan, daha da genç nesilleri yetiştiriyorduk.
Dursun Önkuzu’nun şehadeti bir dönüm noktasıdır. Yine Emine Işınsu’nun Sancı romanında anlatılan bu “devrimci” vahşet, Erkek Teknik Yüksek Öğretmen Okulu’nda yaşandı. Bütün üniversiteler gibi orası da devrimin karargâhı olacak, bilimsel sosyalizmden başka söz edilmeyecek, sadece ihtilalciler konuşacak, yönetecekti ya… Dursun Önkuzu milliyetçiydi. Yakalandı, işkence edildi. Ölünceye kadar ciğerlerine pompayla hava basıldı ve can verince, cesedi pencereden dışarı atıldı.
Ertesi gün cenazede on binlerce genç vardı. Önkuzu’ya son görevimizi yaptık. Naaşını Tokat’a gönderdik ve KÜBİTEM’e döndük. Basın ve TRT büyük çapta Millî Demokratik Devrim taraftarlarının organı gibiydi. Ne yapmalıydık? Karar aldık. TRT Genel Müdürlüğü Sıhhiye’de, şimdiki radyo binasındaydı. Genç öğretim elemanlarından bir ekip kurduk. Saat 18:30 gibi genel müdürü görmek istediğimizi söyledik. Kimsiniz diye sorduklarında, “Bir grup öğrenci.” dedik. Mesela ben, 25 yaşımdaydım. Demek ki kendimizi öğrenci olarak takdim edebilecek yaştaydık. Türkiye radyoları, henüz TRT olmuştu. Randevu talep ettiğimiz ilk TRT Genel Müdürü Adnan Öztrak’tı. Kendisine olan biteni ve TRT’nin yanlı yayınından şikâyetimizi anlattık. O reddetmedi. “Doğru, bir tarafgirlik var.” dedi. Saat 19:00 olmuştu. Ana Haber Bülteni vaktiydi. Yanımızda getirdiğimiz transistörlü radyoyu çıkardık ve açtık. “Buyurun bakın cenazemizin haberini nasıl vereceksiniz…” dedik. Haberdeki bir cümleyi unutmam: “Günün geç saatlerine kadar çok sayıda ülkücü genç, Ankara sokaklarında gösteri yaptı.” Ziyaretimizin etkili olduğunu sanıyorum.
Sadi’nin tabiî öncüsü olduğu mücadelemiz gençlik içinde, yayınlarımızla ve devletin kilit noktalarına, hoca ziyaretlerimizle ve muhtıralarımızla sürüyordu.
Millî Demokratik Devrimcilerin üniversiteler vasıtasıyla Türkiye’ye hâkim olma stratejileri çökmeye başladı. Okullar tek tek bize geçiyordu. Ankara’da önce Ziraat ve Veteriner Fakülteleri. Sonra diğerleri. Dil-Tarih, Fen, Hukuk, Yüksek Öğretmen, öğrenci yurtları… Ankara’nın en büyüğü Site Yurdu’nda biz vardık. Geriye sadece ODTÜ ve Siyasal Bilgiler kaldı.
Bir eski SSCB görevlisinin, SSCB yıkıldıktan sonra bir televizyon mülakatında, “SSCB niçin başaramadı.” sorusuna verdiği cevap şöyleydi: “Çünkü güneyimizdeki sivil direnişi yenemedik.” İşte o sivil direniş bizdik. Fakat iş sivil cephede bitmiyordu.
İhtilalcilerin imkânları ve zamanları daralıyordu. 9 Mart 1971 günü ordu içinde darbeye teşebbüs ettiler. Fakat subaylar fikren hazırlıklıydı. İstihbarat da başarılıydı. Orduda, 9-12 Mart arasında bir bilek güreşi yapıldı ve müstakbel “Sovyetlere dost bir hükümet” teşebbüsü yenildi. Sadi’nin Mustafa Ağabeyi’nin Sakarya’daki terzi dükkânı bir başka temas noktamızdı. 12 veya 13 Mart’ta olmalı dükkana üniformalı bir subayın, bir subay arkadaşımızın geldiğini hatırlıyorum. Şapkasını fırlatır gibi asmış, bir koltuğa yığılmış ve “4 gündür uykusuzum!” demişti. İhtilalciler garnizonlara sokulmuyordu. İşte 12 Mart’ın arka planı buydu.
Sıkıyönetim ilân edildi. Bir ihbar üzerine KÜBİTEM, sıkıyönetimce basıldı. Sonra bir şey yapmaya gerek olmadığına karar verildi. Bir süre sonra tekrar basıldı. Ve bir daha açılmadı. Töre, Devlet, Bozkurt ve dernekler bir başka daireye taşındı. Üst derneğin adı değişti. Bu sefer TÜRKÜBİL olmuştuk.
Sadi’nin gençlik görevi de son buldu. Artık çalışmaları siyasetin merkezine, MHP yönetimine odaklanacaktı. Ben eşimle birlikte Töre’de çalışmaya başladım. Töre-Devlet Yayınevi’nin yönetimi de bana geçti. Artık Sadi ile aynı mekânda çalışmıyorduk. Fakat haftada birkaç defa durum değerlendirmesi yapıyorduk. Haftada bir de her seferinde bir başkasının ev sahipliğinde aile yemeklerimiz vardı. Mübeccel ve Sadi Somuncuoğlu; Sevgi ve Mustafa Kafalı; Bilge ve Ahmet Bican Ercilasun; Emine Işınsu ve İskender Öksüz…
İhtilal önlenmişti ama teşebbüs devam ediyordu. Bizim hareketimiz de büyümeye devam ediyordu. 1978 Büyük Yürüyüş’ü büyümemizi dosta ve düşmana gösterdi. Türkiye’nin her tarafından yüz binlerce kişi, lojistiğini kendi sağlayarak başkente gelmiş, bir düzen içinde yürüyüp aynı düzenle memleketlerine dönmüştü. Yüz binler… Bir yüksek rütbeli istihbaratçının, yıllar sonra Sadi’ye söylediği bir söz aklımdan çıkmaz. Büyük yürüyüşü kastederek, “Sizin biletiniz o gün kesildi.” demiş.[2] O günlerde milletvekili olan rahmetli Nevzat Kösoğlu’na bir CHP milletvekilinin söylediği de aydınlatıcıdır: “Yürüyüşünüzü gördüm. Ne biz ne sol ne Erbakan. Bir tek siz varsınız.” Kösoğlu bunu hatıralarında anlatıyor. Rahmetli şehidimiz Gün Sazak’ın cenazesi belki daha büyüktü. Kortejin bir ucu Ulus’ta Hacı Bayram Camii’ne vardığında Bahçelievler’deki MHP merkezinde hâlâ yürüyüşe katılacak bir kitle vardı. Milyon muyduk acaba?
MHP ilk seçimde ya tek başına, ya bir ortaklık içinde iktidara gelecekti. Bu apaçık belliydi. Ve 12 Eylül darbesi yapıldı. Sadi, “Darbe Rus-ABD işbirliğiyle, bize karşı yapıldı.” derdi. “Rusya, bombalarla, her gün birkaç kişinin öldürüldüğü cinayetlerle ortamı hazırladı; ABD, ordunun üst kademesi vasıtasıyla işi bitirdi.” 11 Eylül günü, Genelkurmayın bulunduğu cadde dâhil, Ankara’nın hemen her yerinde bombalar patlıyordu. 12 Eylül günü çıt çıkmadı.
“Soğuk Harp var, ABD ve Rusya hiç işbirliği yapar mı?” diyeceksiniz. Birden fazla örneği var. Biri Mısır’da, milliyetçi lider Nasır’a karşı Müslüman Kardeşler’in iki güç tarafından da desteklenmesi, sonunda Nasır’ın devrilmesidir. Bir diğeri, Türkiye Atom Enerjisi Komisyonu üyesiyken öğrendiğim, Güney Afrika’nın çekirdek silahı üretimine yapılan müdahaledir. Kuzey-Güney yönünde dünyayı turlayan, alçak yörüngeli Rus casus uyduları Güney Afrika’daki nükleer tesislerin fotoğrafını çeker. Fotoğrafları ABD’ye gönderir. ABD, Güney Afrika yönetimine müdahale eder ve çekirdek silahı çalışmasını durdurur.
Daha 9 Mart (12 Mart) darbe teşebbüsünden önce, doktora hocam Prof. Sinanoğlu’nun bana aktardığı bir konuşma var. Sinanoğlu Türkiye’den ABD’ye uçuyor. Yanında State Department, yani ABD Dışişlerinden biri oturuyor. Sinanoğlu ODTÜ’deki orak çekiçli, Lenin’li posterlerden, bayraklardan söz ediyor. Yanındaki memur, “Bozkurtlar (Grey Wolves) daha büyük tehlike.” cevabını veriyor.
Amerikan Sefiri Spain, 12 Eylül’den sonra gazetecilerle bir toplantı yapıyor ve “Türkiye’yi öyle bir raya oturttuk ki artık otuz yıl yoldan çıkmaz.” diyor. Toplantıda Avni Özgürel de var ve o, bu konuşmayı Sadi Bey’e aktarıyor.
ABD’nin darbeyle ilişkisi konusunda Ferruh Sezgin Bey’in de bir deliller derlemesi var.[3]
Sezgin önce Cumhuriyet Gazetesi’nden Ufuk Güldemir’in 12 Eylül döneminin ABD Büyükelçisi James Spain ile gazetenin 30 Aralık 1984 – 3 Ocak 1985 tarihli sayılarında yayımlanan röportajını aktarıyor:
“Bakalım, Spain’in en büyük korkusu neymiş:
“‘Her on yılda bir askerî müdahaleye yol açtınız, ama memleketi de Alparslan Türkeş’in eline teslim etmediniz. Türkiye’yi Kaddafiler yerine, hep üç aşağı beş yukarı aynı trend (meyil, eğilim) içerisinden seyreden liderlere yönettirdiniz.’
“Dünün ABD Ankara Büyükelçisi ve bugünün Rand Corporation yetkilisi James Spain bunları söylüyor.
“İfade ettiklerinin hiçbiri, kendi şahsî düşünceleri değil. Spain, ABD yönetiminin temel tercihlerine tercümanlık yapıyor.
“Şimdi , ABD Büyükelçisi siz olsanız, sevinçten zil takıp oynamaz mısınız? [12 Eylül darbesinden ötürü.]
***
“ABD yönetimindeki bu ‘anti-Türkeş’ tavrı etrafa ‘sızdıran’ sadece eski Amerikan Büyükelçisi ve yakın çevresi değil. Türk milliyetçiliğini saran kıskaç çok daha geniş. Bakınız Engin Ardıç, 27 Ocak 1990 tarihli Sabah gazetesinde neler yazıyor:
“…Bir rastlantı sonucu tanıştığım Amerikan Konsolosluğu’ndan bir yetkili, çok büyük ihtimalle Merkezi Haberalma Teşkilatı’nda (CIA) görevli bir genç, Balıkpazarı’nda iki yudum rakı ile iki dilim kalkan balığı arası bana ‘Bizi Türkiye’de darbe yaptırdık diye suçluyorsunuz Engin bey’ demişti, ‘ama bakın iktidarı Alparslan Türkeş ve adamlarına bırakmadık işte!’ Doğrusu açık konuşuyordu herifçioğlu.’”
9 Eylül olmalı. Telefonum çaldı. Tanıdık bir ses, “Burada olağanüstü bir hareketlilik var. Mutlaka tahkik edilmeli.” dedi. Ben, sadece “Teşekkür ederim.” dedim. Ses Genelkurmaydan yakın arkadaşımız bir subaya aitti. Hemen MHP’yi ve Türkeş Bey’i aradım. Aktardım. Telefonların dinlendiği muhakkaktı. Türkeş Bey cevaben, “Türkdoğan Hoca’nın kitabı ne durumda?” diye sordu. O sırada Töre-Devlet Yayınevi, Prof. Dr. Orhan Türkdoğan Hocamızın hacimli bir kitabını yayımlıyordu. Yakında yayımlanacağını söyledim ve telefonu kapattık. Mesaj gitmişti. Türkeş Bey’in Başkanlık Divanı’nda benim telefonumdan bahsettiğini Sadi’den öğrendim. Sonra başka belirtiler başladı. Şehre giren yollarda tanklar belirmişti. “NATO tatbikatı” açıklaması yapılıyordu. 11 Eylül’ü 12 Eylül’e bağlayan gece, TRT’nin tanklarla sarıldığını taksi şoförlerinin konuşmasından öğrendim. Bizim eski, siyah-beyaz bir Telefunken televizyonumuz vardı. Dalga ayarları kusurluydu ve düğmeleri ile biraz oynanınca polis telsizini alırdı. Oynadık düğmeleriyle ve “Size intikal eden askerî birliklerin komutası altına girin.” anonsunu duyduk. Sonra telsiz uzun süre komutanı emniyete gelen bir cipin nasıl geri yollanacağını konuştu. Cip komutansız gidemezmiş ama geri isteniyormuş…
İbrahim’i zorlukla kaldırdım… Sabaha karşıydı artık ve televizyonda Kenan Evren, darbenin anonsunu yaptı. Derhal sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Sadi’ye telefon ettim. Çok bekletmeden telefonu açtı. Durumu anlattım. Bize gelmesini söyledim. Peki dedi. Evden çıkmış. Kapıdaki koruma polisine, “Ben partiye gidiyorum.” demiş. Yürüyerek bize geldi. Böyle delilerdik. Bahçelievler’den Gaziosmanpaşa’ya, sokağa çıkma yasağı varken gelinir mi? Gelinir.
Sonra bizim ev MHP’nin irtibat noktası hâline geldi. Telefonla bütün yöneticiler ve milletvekilleri arıyor, bilgi veriyor, bilgi alıyordu. Kendiliğinden bir şifre doğmuştu. Herkesten bahsederken ismin ilk harfini koruyor ve gerisini değiştiriyorduk. Mesela Sadi, Suat; Cengiz (Gökçek) Cavit oluyordu. Türkeş Bey, zaten 1960’tan beri Ali Bey’di! Birkaç gün geçti. Hiç olmazsa bilimsel sosyalist devrim değildi bu. Hem arkadaşlarımızın çekinecek bir eylemi yoktu. Sadi, teslim olmaya karar verdi. Diğerleri de öyle yapmaya başladılar. Türkeş Bey, “Kabine kurulsun ben öyle geleyim.” demişti. En son o teslim oldu.
Darbe günlerinin hikâyesi en az buraya kadar yazdıklarım hacminde olmalı. Sadi ile hikâyemizi burada keseyim. Sonrasını, 80 sonrası MHP’sini ve Millî Düşünce Merkezi günlerini eminim başka arkadaşlarımız anlatacaktır.
Birlikte çalışmamız onun aramızdan ayrılışına kadar devam etti.
Bir yazımda, insanın hayatta yerini, yönünü tayin eden nirengi noktaları vardır demiştim. Benim hayatımda Sadi bunlardan biriydi. Biri diğeri de Galip Ağabey (Galip Erdem). Erol Güngör de öyleydi. Ve daha birkaç dostum. Türkiye’yi, Türklüğü, siyaseti, fikir sistemimizi düşünürken hâlâ onlara danışma lüzumunu hissederim. Onlar göçmüş de olsalar kafamın içinde hâlâ onlarla konuşurum.
Yetiştirdikleri ve hâlen yetişmekte olan milyonlarca gencin meselesi Türklük.
Eminim gittikleri yerde onların da meselesi hâlâ Türklüktür, Türkiye’dir, Turan’dır.
[1] Ahmet Bican Ercilasun, “İzmir Türkçüleri”, Yeniçağ Gazetesi, 23 Kasım 2014, https://www.yenicaggazetesi. com.tr/yazi-arsivi-383216h.htm; Ahmet Bican Ercilasun, “1960’ların İzmir Türkçüleri ve Ruhi Cebeci”, Yeniçağ Gazetesi, 16 Temmuz 2017, https://www.yenicaggazetesi.com.tr/yazi-arsivi-394133h.htm.
[2] 1978 Büyük Yürüyüş’ü, dönemin havası ve ilgili söz için Efendi Barutçu, Gün Sazak: Bir Şehidin Yolculuğu – 13, 14 Haziran 2020, https://www.efendibarutcu.com/gun-sazak-bir-sehidin-yolculugu-13/.
[3] Ferruh Sezgin, Sistem’in İntikamı: Bir 12 Eylül İncelemesi, Yeni Düşünce Yayını, 1991, sayfa: 94. Aynı bilgilere Efendi Barutçu’nun yukarıda verdiğim sayfasından da ulaşabilirsiniz.