Yükleniyor...
Günlerdir Hamas’ın Dünyanın şaşkınlıkla karşıladığı İsrail’e yaptığı “toplu intihar” girişimini izliyorum. (İsrail, 1500 Hamas militanının ölüsünü topladığını açıkladı.)
75 yıldır köşeye sıkıştırılmış, vatanlarını kaybetmiş, ezilmiş ve gıdım gıdım öldürülerek yok edilen Filistinliler ve onlarla duygudaşlık içinde olanların yüreğini soğutan, İsrail’in yenilmezlik imajını sarsan gelişmeleri izlerken insan ister istemez konunun öncelikle insanî boyutuna kilitleniyor. Tüm TV haber kanallarında atılan bombalarla çuvaldan boşalan bulgur gibi dağılan yüksek katlı bina görüntüleri, can havliyle kaçışan insanlar, acı çığlıklar, yaralılar, cenazeler…
75 yıl boyunca tüm haklılıklarına rağmen Hamas militanlarının saldırısından dünyaya yayılan görüntüler vicdanları kanatıyor. İsrail yanlısı ABD ve Batı medyası bu görüntüleri ağlak ifadelerle paylaşarak dünyada İsrail sempatisi yaratma sanatını zirveye çıkarırlar. Her iki tarafta yaşanan insani trajedinin ilk görüntüleri vicdanları tutsak etti. Zihinler ve vicdanlar bu görüntülerle kör edilerek konunun diğer boyutları görünmez hale getirilecek ve İsrail’in vahşeti meşrulaştırılacak. Hamas ve onun kolu İzeddin El-Kassam’ın yıllarca birikmiş kinle körelmiş vicdanlarından ahlakî savaş beklenmemesi anlaşılabilir de bir devlet olan İsrail’inki nasıl açıklanır?
Tarihi boyunca hiç geri adım atmayan, bir askerine bir taş atan topluluğun evlerini başlarına yıkan hatta öldürmekten çekinmeyen İsrail’in bundan sonra neler yapacağını kestirebiliriz.
Savaş ahlakının olmadığı, hayvansal içgüdü davranışının tüm çıplaklığıyla ortada olduğu ve uzun süre öyle olacağı besbelli. Kitlesel büyük cinnet durumlarının nerelere gidebileceği konusunda hayvan ve sürü davranışları neredeyse yanıltmayan olacakları öngörebilme imkânı verir. Doğadaki hayvan davranışları belgesellerini izleyenler anlamışlardır.
İzzeddin El-Kassam/Hamas bir terör örgütü olsa ve terörist saldırıda bulunsa bile bir devlet olarak İsrail’in bunun kat kat fazlasını yapmasının insanlık vicdanında, savaş hukukunda, savaş ahlakında karşılığı nedir? Zaten 20 yıldır dünyadan tecrit edilmiş 2.3 milyonluk bir topluluğun gıdasız, susuz, elektriksiz, yakıtsız, ilaçsız bırakılmasının karşılığı nedir? Bunun orta çağlarda kale kuşatarak insanları açlıktan ve susuzluktan teslimiyete zorlamanın ve kaleyi ele geçirdikten sonra içeridekileri kılıçtan geçirme vahşetinden ve zihniyetinden farkı nedir?
Daha da endişe verici tarafı Netanyahu’nun “Vereceğimiz yanıt Ortadoğu’yu değiştirecek.” demesidir.
Bu açıklamayı duyduktan sonra konunun insanî boyutundan diğer boyutlarına çevrildi zihnim.
Bunun ucu bize mutlaka dokunur. Dokunur değil yıllarca canımızı yakar.
Türkiye bir İran değil. İsrail’i kuruluşundan sonraki bir yıl içinde tanıyan, onu bir devlet olarak gören; bölgede güven, huzur ve barış içinde yaşamasını isteyen bir ülke. Bunun için de bir ön şart olarak Filistin’in bağımsız bir devlet olarak tanınmasından; iki devletli bir çözümden yana. Dünyadaki çoğu ülkenin ve BM’nin de önerdiği bu. Bu tüm Arap devletlerinin de en azından görünen, resmî talebi. Ancak İsrail öteden beri çevresindeki tüm devletleri tehdit veya düşman olarak görüyor.
Elbette her toplumun, milletin ve devletin belli imkan, kabiliyet ve millî motivasyonları vardır. Netanyahu böyle dedi diye İsrail elbette Ortadoğu’da devletlerin haritalarını değiştirecek, bölgeyi yeniden düzenleyecek değildir; buna gücü ve muktediriyeti yetmez. Ancak bölgede İsrail’in bütün olarak çok derin etkiler oluşturacağı; zaten kaos içindeki bölgeyi daha da kötüleştireceği, bölge ülkelerinin enerjilerini absorbe edecek stratejik kabiliyette olduğu da belli. İsrail 8 milyonluk bir nüfustan çok daha öte bir güç. ABD İsrail’e tam ve koşulsuz destek vermenin ötesinde İsrail’i teşvik ediyor, cesaretlendiriyor. Dünyanın en gelişmiş savaş sistem ve makinalarını İsrail’in arzusuna bırakıyor.
Konu çok boyutlu.
-İnsanî yönü
-Tarihî yönü
-Siyasî yönü
-Stratejik yönü
-Güvenlik yönü
-Dinî yönü
-İdeolojik yönü
-Bölgesel ve küresel güç dengesi yönü
-Bölge ülkelerinin çıkar çatışması boyutu
-Küresel güçlerin meseleyi yeni fırsatlar olarak ne yönde yönetebilme çabaları…
Ucu mutlaka bize uzanır. Beni asıl ilgilendiren de bu yönü.
“Ortadoğu’nun değişeceği” ifadesi kızgınlık ve öfkeyle, öylesine söylenmiş bir söz değil. Bunu İsrail’in tarihinden ve İsrail devlet davranışından ve aklından biliyoruz. Netanyahu’nun sertlik yanlısı olması yanında İsrail’deki diğer aşırı uçların da siyasette giderek güçlenmeleri bölgede eskinin aranır olması durumunu ortaya çıkaracak.
Beni fazlasıyla düşündüren de konunun bu yönü. İsrail’de toplumsal bilinçaltı ve devlet aklı böyle olunca ve devlet terörünü de alışkanlık yapınca Filistinli gruplar böyle içgüdüsel, vahşi, toplumsal intihar saldırılarında bulunuyor.
İsrail yaptığı kötülüklerden korkuyor. Korktuğu için de daha kötülerini yapıyor. Filistinliler de “Ölümden ötesi yok ya!..” diye ölümüne ölüyorlar.
Şimdi konunun insanî, ahlakî, vicdanî boyutunu ve savaş hukuku boyutunu bir tarafa koyarak diğer boyutlarına kafa yoralım.
Konu İsrail’in güvenliği ve genişlemesi merkezli olunca bölgede öteden beri olagelenlerin daha da beter olarak bizi ilgilendirdiğini göz ardı edemeyiz. ABD’nin Türkiye’ye SİHA’sını vurarak verdiği mesajın İsrail’le ilişkili boyutunu nasıl göremeyiz?
Türkiye’de, İsrail-Filistin mücadelesini bir din savaşı gören milyonlar var. Bir o kadar da “Araplar bizi arkadan vurdu” diyenler var. İsrail’in Azerbaycan’a desteği çoğumuzda sempatiyle karşılandı ama bu İsrail’in Azerbaycan Türk’üne sevgisinden değil İran’ı kuzeyden izleme ihtiyacındandır. İsrail’de giderek güçlenen Siyonist faşizanların da din motivasyonlu olduğu bir sosyal gerçeklik. ‘Vadedilmiş Topraklar’ konusunu bilmeyenimiz yoktur. Ben, bunların tarihsel gerçeklikler olmasına rağmen oralarda değilim. Konuyu bir din savaşı olarak görmemem böyle düşünenler olduğu gerçeğini de değiştirmez. Ancak konunun bence en önemsiz yönü bu, bizden önce onlarca Arap devleti var. Beni ilgilendiren Türkiye’yi nasıl etkileyeceğidir.
Bu kısa yazıda çok boyutlu konunun ister istemez insanî trajediler yönüne kaydık. Oysa tarih insanî trajediler üzerinden yürümüyor, dünya insanî trajediler üzerinden şekillenmiyor.
Konuyu bu boyutlarda takip etmeye, düşünmeye, değerlendirmeye ve mümkün olduğunca gerekli, özellikle siyasî ve diplomatik tedbirler geliştirmeye ihtiyaç var. Bu bakımdan Türkiye’nin ilk yaklaşımını sadece bir vatandaş olarak doğru buluyorum.