Yükleniyor...
Dünya değişiyor. Tek kutupluluktan çok kutupluluğa doğru gidiyor. Bu değişim de elbette çok sancılı. Bizim sancılarımız da uluslararası gelişmeler kadar içimizdeki şartların da etkisiyle oldukça can acıtıcı. En zorluları da yönetimdeki problemlerimiz.
Türkiye, iktidarda ve muhalefetin önemli bir kısmında tarihle ilişkisini koparmış durumda. Hadi biraz insaflı olalım, artık yeni şartlar var diyerek tarihe çok bakmıyorlar. Hâlbuki insanlığın örnek aldığı Atatürk’ümüz var. Gerçek o ki Atatürk, bir’in dünyadan büyük olduğunu gösteren değerimiz.
Bu istisnaî dönemin yaratıcısı devlet adamına ve istisnaî tarihe hiç bakmayan, kıymeti kendinden menkul fikirlerle dolu Türk siyaseti çok kutupluluk sancısını kat be kat artırıyor.
“…bu İsrail Filistin’e bu akara makarayı yapamasın. Biz nasıl Karabağ’a girdiysek, nasıl biz Libya’ya girdiysek bunun benzerini aynen onlara da yaparız. Yapmamak için hiçbir şey yok. Sadece biz güçlü olmalıyız ki bu adımları da ne yapalım, atalım.” cümleleri sancımızı çok artıracak ve kriz çıkaracak cinsten.
Öncelikle, bu dil diplomasinin dili değil. Hoş, Rize’de partisinin toplantısında AKP Genel Başkanı’nın yaptığı konuşma. Ama Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı ve sözlerin muhatapları da sınırlarımızın dışındaki devletler. Devletler diyorum çünkü bu cümleleri duyunca harekete geçecek olanlar sadece İsrail olmasa gerek.
İkincisi, biz Karabağ’a da girmedik. Yoksa hiç kimse duymadan girdik de şimdi ilan etme vakti mi geldi?(!) Savaş sürerken orada Şanlı Bayrağımız dalgalanmadı. AKP Genel Başkanı’nın konuşmasından sonra, 29 Temmuz’da, Azerbaycan Savunma bakanlığından, ‘Azerbaycan Cumhuriyeti topraklarının kurtuluşu için yapılan savaşlara diğer devletlerin askeri personeli katılmadı’ açıklaması geldi. Ama elbette kardeş Azerbaycan Karabağ’ı kurtarırken yanındaydık. Olması gereken de buydu. Bundan sonra kardeş Azerbaycan’ın ve halkının incineceği ya da zor duruma düşeceği bir söylemden kaçınılmalıdır.
Ayrıca Güney Kafkasya’nın yeniden şekillendiği süreçte ve Hazar üzerinden orta koridor meselesi çözüme doğru ilerken işimizi zorlaştırmak doğru değildir.
Üçüncüsü de “sadece biz güçlü olmalıyız ki bu adımları da … atalım.” cümlesinin öznesini parti olarak anlamak da mümkün. Devlet olarak güçlü olmak da anlaşılabilir. Ancak geçmiş konuşmalara bakıldığında İHAlarımızlı, SİHAlarımızlı, Kızılelma’mızla, uçak gemimizle, biz artık çok güçlüyüz cümlelerine çok rastlarız. Ancak iç politikada iktidarın sarsıntılar yaşadığı bir dönemdeyiz. Dolayısıyla AKP Genel Başkanı’nın kendi memleketinde destek istediği daha yakın duruyor.
Türkiye’nin başka bir devlete bu kadar ağır yüklenip de sonuç aldığı çıkışların en yakını Suriye’ye karşı yapıldı.
PKK, Suriye’de konuşlanmıştı. Orada eğitim kampı kurmuş, terörü Suriye’den yönetiyordu. Artık bıçak kemiğe dayanmıştı. 16 Eylül 1998’de Kara Kuvvetleri Komutanı Atila Ateş Hatay’a gitti, Cilvegözü Sınır kapısında bir açıklama yaptı. Ateş Paşa, “Türkiye’nin sabrının kalmadığı ve Suriye tarafından tedbir alınmaması durumunda, gerekli tedbirlerin, Türkiye tarafından alınacağı belirtti.”
Tarihten de anlaşılacağı üzere 20’nci yüzyılda, yani, eski Türkiye’deydi. O zaman Türkiye, bugünkü gibi tek bir kişinin kararıyla yönetilmiyordu. Devlet karar vermiş ve düğmeye basılmıştı.
Sonra dönemin Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu da konuştu. “Suriye’nin, Türkiye’ye karşı bir savaşta olduğunu” söyledi. Daha sonra da Cumhurbaşkanı merhum Süleyman Demirel de TBMM açılışında (1 Ekim 1998), “…Suriye’ye karşı mukabelede bulunma hakkımızı saklı tuttuğumuzu, sabrımızın taşmak üzere olduğu…” ifade etti.*
9 Ekim 1998’de bölücübaşı Suriye’den çıkarıldı. Türkiye ile Suriye arasında görüşmeler başladı. Bu görüşmeler sonunda, bugün ısrarla dönülmesi istenen Adana Mutabakatı imzalandı. (19-20 Ekim 1998)
O dönemde Yunanistan, Suriye’yle ortak savunma anlaşması imzalamıştı. Teröristlerin arasında Yunanistanlıların olduğuna dair haberler basında yer alıyordu.
Bölücübaşı önce Yunanistan’a gitti. Oradan Moskova, İtalya, Moskova, Yunanistan ve son olarak Kenya’ya, Yunanistan’ın Nairobi büyükelçiliğine gitti ve oradan alındı. Her gittiği yerde Türkiye’nin büyük bir diplomatik baskısı oldu ve dayanamadılar.
Bütün bu şartlar içinde 1996’da Türkiye ile İsrail arasında, Askeri Eğitim ve İşbirliği Anlaşması imzalanmıştı. Anlaşmanın şartları içinde teröre karşı istihbarat desteği, terörle mücadelede donanım desteği gibi hususlar yer alıyordu.
Bunların yapan eski (!) Türkiye idi. Kanaatim o ki eski (!) Türkiye olsaydı, İsrail bugün artık soykırım hâlini alan cinayetleri işleyemezdi.
Yeni Türkiye’de “Bir gece ansızın gelebiliriz” sözü cumhurbaşkanlığı seviyesinde dillere pelesenk oldu. Oldu olmasına da hem söyledik hem de çok sıcak dostluk mesajları verilen karşılıklı ziyaretler edildi. Bu süreçte, Ege’de adalarımız hem işgal edildi hem de silahlandırıldı. Topların namluları Türkiye’ye çevrili hâlde fotoğraflar çekip yayımladılar.
Söz ağırlığını iyice kaybetti. Artık cumhurbaşkanına cevaplar muadili mevkidaşları değil bakanlar vermeye başladı. Yunan Sağlık Bakanı bile “Bir gece ansızın gelebiliriz” dedi. Biz ise Yunan başbakanına, bakanının dersini ver demekten başka bir şey yapmadık.
Savaş ve strateji dehası Atatürk, “Ne olursa olsun, şu ve bu sebepler için milleti harbe sürüklemek taraftarı değilim. Harp zaruri ve hayati olmalı … millet hayatı tehlikeye maruz kalmayınca harp bir cinayettir.” diyor.
İsrail’le, savaş diyecek kadar bir problemimiz olduğunu hatırlayan yoktur sanırım.
“Haricî siyaset bir heyet-i içtimaiyenin teşekkülü dâhilîsi ile sıkı surette alakadardır. Çünkü teşekkülü dâhiliyeye istinat etmeyen harici siyasetler daima mahkûm kalırlar. Bir heyet-i İçtimaiye’nin teşekkülü dâhilîsi ne kadar kuvvetli olursa siyaset-i hariciyesi de o nispette kavi (güçlü) ve raşin (dayanıklı) olur.” sözleri de cennetmekân Atatürk’e aittir.
Dış siyaset bir milletin birliği ve desteğiyle güçlü olur. Millî birliği güçlü olmayan milletlerin dış siyaseti daima zayıf kalacaktır demektedir.
Prof. Dankwart Rustow Atatürk’ün düşünce ve eylemlerinden çıkardığı ilkelerden biri için, “dış politikanın tartışma konusu hâline getirilmeksizin iç politikaya hâkim olmasıdır” tespitini yapıyor[i]
Kesin bir gerçektir ki dış siyaset bir milletin birliği ve desteğiyle güçlü olur. Millî birliği güçlü olmayan milletlerin dış siyaseti daima zayıf kalacaktır.
Sorunlarımız, özellikle, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçildiğinden bu yana çok büyük hızla ağırlaşıyor. Çünkü sistemin kendisi sıkıntı üretiyor.
Türkiye bir kişinin kararıyla yönetiliyor. Ne derse o oluyor. Dolayısıyla ona karşı çıkmak bulunduğu makamları kaybetme riskini göze alanların yapabileceği bir şey. Kolay olanı da ‘isabet buyurdunuz efendim’ demek. İnsanlar da kolayı tercih ediyorlar. Bedelini Türkiye ve Türk Milleti ödüyor.
Sistemin bu yönünün yarınlarda daha başka neler getirebileceği bilinmiyor. Çünkü sistemin merkezinde insan var. Tarihteki Neron ve Hitler örneği tehdidin büyüklüğüne örnektir. Türkiye bir an önce buna çare bulmalıdır.
* Suriye ile ilişkiler süreci için faydalanılan kaynak: Naim Gök, https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/790528
[i] Hikmet Özdemir, Atatürk’ün Liderlik Sırları, Remzi Kitabevi 2010, s. 25
1 Yorum