Yükleniyor...
Suriye şüphesiz Türklerin tarihinde Ortaçağlar boyunca son derece önemli bir merkez olmuştur. Hanoğlu Harun, Afşin ve Sunduk beylerle başlayan Suriye maceramız Kurlu Bey tarafında bölgede kurulan bir beyliğin Suriye Selçuklu devleti halinde devam eden siyasi yapının Halep ve Dımaşk merkezli varlığı Suriye’de Türklerin 1065’lerden başlayan bir geçmişe dayanması bizi uzun süreli bir perspektife dayanmak durumunda bırakmaktadır. Özellikle Memlûkler ve Osmanlılar devri Suriye’ye tarihi ve kültürel alaka duymamızın ötesinde aktüel alakamızı da harekete geçirmektedir. Zira bahsedilen bu iki devrin izlerine Şam’da hala rastlamak mümkündür. Osmanlı devirlerine çok temas edildiğinden burada bir nebze Memlûkler devrinden bahsetmek bile durumun anlaşılması için yeterli olacaktır. Memlûk Devleti’nin kuzey sınırını oluşturan bölgede Memlûk Devleti’nin idarî taksimatına da bakmak bu şehirlerin mevkiini anlamak bakımından önem arz eder. Memlûkler devrinde Haleb niyabetinde naiblikler iki kısma ayrılmıştı. Bir kısım Şam bölgesi sınırlarında olan naibliklerdi. Bunların sayısı 11 idi. Bu naiblikler Kal’at er-Rûm, Kahta, Gerger, Behesna, Ayıntâb, er-Revândan, ed-Derbsâk, Bagrâs, el-Kusayr, eş-Şugr ve Bekâs, Şeyzer naibliklerinden müteşekkil idi. İkinci kısım Şam bölgesi sınırları dışında kalan naiblikler idi. Bunlar da kendi arasında ikiye ayrılmakta idiler: Birinci kısım sugûr ve avâsım bölgelerindeki naiblikler idi. Bunlar dokuz tane idi. Malatya, Debreki, Darende, Ablusteyn (Elbistan), Ayâs, Adana, Tarsus, Sirfendikâr, Sis naibliklerinden müteşekkil idi. İkinci kısım ise Doğu Fırat’ta el-Cezîre bölgesi sınırındaki naiblikler idi. Bu niyabetler el-Bîre, Kal’at el-C’aber, er-Ruha(Urfa)’dan oluşmakta idi.
Bütün bu naibliklerin dışında Haleb bölgesi idarî taksimatında vâlilikler yer almakta idi. Bunlar Haleb, Kefertâb, Sermîn, el-Cebbûl, Simrân, ‘Azâz, Tell Bâşir, Menbic, Tîzîn, Buza’â, Derkûs ve Antakya valilikleri idi. Suriye hududu boyunca, bir tampon bölge oluşturmak Memlûk hudut siyasetinin önemli bir özelliği idi. Toroslar’dan Fırat’a kadar uzanan Memlûk topraklarının mühim bir kısmında yarı bağımsız bir şekilde yaşayan küçük birer Türkmen beyliği olan Dulkadiroğulları ve Ramazanoğullarını bu siyaset içinde mütalaa etmek gerekir. Bu bölgede önemli bir merkez olan Haleb naibliği, Memlûk Devleti’nin kuzey sınırında olması dolayısıyla Memlûklerin Moğollar, Türkmenler ve daha sonraları Osmanlılar ile olan dış münasebetlerinde vuku bulan pek çok hadisenin mihveri olmuştur. Haleb’in merkez olduğu bu naiblikte irili ufaklı kırk kadar küçük naiblik vardı. Bunlardan bir kısmı bugün olduğu gibi o devirde de Suriye hududu dışında olmasına rağmen Memlûk toprağına dâhil sayılıyordu.
Bunlardan Adana, Ayas, Darende, Divriği, Elbistan, Malatya, Maraş, Sirfendikâr, Sis ve Tarsus hudut kaleleri olup, bunların korumasına çok ehemmiyet veriliyordu. Suriye tarih boyunca Türklerin hâkimiyet ya da geçiş sahası olmuştur. Orta Asya’dan Afrika’ya geçişler ve tam tersi yöndeki hareketlerde Suriye hep merkezi konumda olmuştur. Memlûkler devrinde Suriye stratejik yeri kadar Türkmen nüfusunun yerleştirildiği bir yer olarak da dikkat çeker. Memlûklerin bölgenin etnik yapısı üzerindeki etkisi Türkiye Selçuklularının Moğol istilası sırasında zaafa uğradığı ve devletin kurulduğu ilk zamanlara kadar gider. Anadolu’ya hâkim olan Türkiye Selçuklu Devleti, 1243 yılında Moğollarla yaptığı Kösedağ Savaş’ını kaybetmesi sonrası ağır Moğol baskısı altında kalmıştı.
Bu baskı sonucu özellikle Kayseri ve Sivas’ta yaşayan Türkmenler, Memluk Sultanı Baybars zamanında Suriye bölgesine yerleşmişlerdir. Bu dönemde Suriye’ye gelip Şam’a yerleşen Türkmenler, İlhanlı hükümdarı Ebu Said Bahadır Han’ın ölümünden sonra çıkan siyasi karışıklıktan faydalanarak 1337’de Elbistan civarında Dulkadiroğulları beyliğini kurmuşlardır. Yavuz Sultan Selim, 1516 yılında Mercidabık’ta Memlukluları yenerek bu günkü Suriye topraklarını Osmanlılara bağlamıştır. Türkmenlerin bölgeye yerleşmesini sağlayan Baybars’ın uyguladığı Suriye siyasetinin ilk aşaması Moğollar, Ermeniler ve Haçlılar ile mücadeleye başlamadan önce dâhilde birliği sağlamak ve Suriye ile ilgili iç problemleri tamamen halletmekti. Bu dirayetli sultan Suriye’deki isyanları bastırdıktan sonra her tarafa dağılmış olan Bahrî Memlûkler’i kendi etrafında topladı, ordudaki nüfuzunu kuvvetlendirecek ve askerleri kendi şahsına bağlayacak çeşitli tedbirler aldı; vergileri hafifletmek suretiyle de halkın ve çiftçinin sevgisini kazandı. Ayrıca, Memlûkler’in Suriye ve Mısır’daki hâkimiyetini perçinlemek için de Hülagü tarafından son verilmiş olan Abbasî Hilafeti’ni Mısır’da yeniden kurdu. Ayrıca Ermeniler üzerine düzenlediği seferlerle bölgenin Türkleşme sürecinde önemli adımlar atmıştır. Baybars’ın o yıllarda kendilerine yurt arayan Türkmenlere karsı olan tutumu ve Türkmen meselesi ile ilgili siyaseti konumuz bakımından son derece önemlidir. Bilindiği üzere Moğol istilası sonucunda Anadolu’ya Horasan ve Azerbaycan’dan pek çok Türkmen gelmiş idi. Bu şekilde gerçeklesen göçler ile Anadolu’nun Türk nüfusu yoğunluk kazanmış ve Anadolu’nun her yeri Türkmen grupları ile dolmuştu. Anadolu’da birikmiş olan bu Türkmenler dirayetlerini kaybetmiş Selçuklu Sultanları’na itaat etmedikleri gibi Moğollara da tâbi olmak istememişlerdir.
Bu sebeple Hülagü ve Abaka zamanında bu Türkmenler üzerine çeşitli zamanlarda Moğol kuvvetleri gönderilmiş, özellikle Baybars’ın1277’deki Anadolu seferi esnasında Moğollara yardımcı olmayıp onlara katılmadıklarından dolayı, Memlûkler’in geri çekilmesinden sonra olan Türkmenlerin bir kısmı Bizans uçlarına göç ederken, diğer önemli bir kısmı ise Memlûk Devleti’ne sığındı. Kırk bin evden fazla olan bu Türkmenlere Baybars hiç düşünmeden kucak açmış ve onları Gazze’den itibaren Antakya ve Sis hududuna kadar bütün sahil bölgesine yerleştirmiş, kendilerine çoğu Frenkler’den alınmış olan topraklan ikta olarak vermişti. Türkmenler bu uygulama sonucunda kendileri için güvenli bir yurt bulmuşlar, Memlûk Devleti ise Baybars’ın bu akıllı siyaseti ile Suriye sınırlarında Türkmenlerden oluşan bir tampon bölge oluşturmuştu. Bahsedilen bölgeye yerleştirilmiş olan bu Türkmenler zaman içersinde çoğunlukla; Ayıntab, Halep, Antakya ve Trablus yörelerinde mekân tutmuşlar idi.
Genel bir adlandırmayla XIII- XV. Yüzyıllarda Şam Türkmenleri diye tanınan bu Türkler Güney Doğu Anadolu’nun batı kısmında ve kuzey Suriye’de yasadıkları sırada, özellikle Memlûk Devleti özellikle Memlûk Devleti zamanında tükenmez bir kaynak olarak çok önemli siyasi ve iskân faaliyetlerinde bulunmuşlardır. Bu Türkmenler bu süre zarfında Memlûk Devleti’nin en güvenilir yardımcı kuvvetleri olmuşlar ve bu sebeple de Baybars devrinden itibaren Çukurova’daki Ermeni Krallığı üzerine yapılmakta olan seferlere hemen hemen her zaman çok kalabalık sayıda katılmışlar, buralarda yurt tutarak küçük beylikler kurmuş ve bu bölgenin Türkleşmesini sağlamışlardır. Çukurova’ya yapılan akınlara çoğunlukla Türkmenlerin Üç Ok koluna mensup olan boylar yani; Yüregir, Kınık, Bayındır ve Salur boyları katılmıştır[1].
Görüldüğü üzere Memlûkler bölgenin ve nüfusunun Türkler lehine değişmesinde şimdiye kadar dikkat çekilmemiş oradan katkılar sağlamışlardır.Bugünkü Suriye Türklüğü dediğimiz manzara Osmanlı döneminin aktüel mirası gibidir. Ama şüphesiz önceki süreçlerde bölgeyi etkilemiştir. Suriye’de genel olarak Lazkiye, Hama, Humus, Şam ve Halep gibi yerlerde Türkmen yerleşimi olduğu bilinmektedir. Memlûkler sonrasında bölgeye hâkim olan Osmanlılar ise bugüne kadar etkileri devam eden bir süreci temsil etmektedir. Bu uzun perspektifli bakış bizim neden Suriye ile alakadar olduğumuzun tarihsel bir tespiti durumundadır. Tarım çağının şüphesiz Suriye için başta gelen hakimi Türklerdi. Ama zaman geçip de zamana uyamayıp, zamanın getirdiklerini anlayamayıp değişemeyen bir dünya özne olduğu yerlerde yeni gelişmelerin nesnesi haline düşüverdi.
19. asırda yaşanan yeni düzen kurma çabaları içinde İngiltere ve Fransa’nın bölgede oynamaya başladığı rol Osmanlı sonrası Suriye’sinin bugüne kadar devam edecek trajedik sürecini temsil eder. İktisadi ve teknolojik bağlamdaki dönüşümlere ayak uyduramayan Doğu Osmanlı ile temsil ettiği cihan gücü vizyonundan mahrum kalarak küçük bölge devletçikleri statüsüne çekilmişlerdir. Fransız ihtilalinin oluşturduğu o özgürlük ve milliyetçilik tsunamisi Arap dünyasında “bahar” görünümlü hazanlar estirirken bölge çizilmiş suni sınırlar için yüz yıllık trajedisini yaşamaya başlamıştır. 19. asır ve 20. asrın başı kadim coğrafyamızın bir herc ü merc zamanıdır. Hindistan Babürlerin elinden çıkarak İngilizcilerce 1857’de işgal edilmiş, Afganistan 1893 Durand sınır anlaşması ile bugüne kadar sorunları yaşayan bir coğrafya olmuş, 1882’de Mısır ve 1878’de Kıbrıs İngilizlerce işgal edilmiş, İran yaşanan bu kargaşandan nasibini almıştır. Bu gücün geri döndüğü tek yer ise Çanakkale olmuştur.
Enerji yolları üzerindeki tüm engeller teker teker önce kömürle sonra petrolle beslenen bir tek dişi kalmış canavar tarafından ortadan kaldırılmıştır. Sonuçta fayda ve hesabı öngören bir uygarlık kadim coğrafyamızda kendi hükmünü icraya başlamıştır. Buna İsrail’in de bölgede kurulması eklenirse dönüşümlerin çok ayaklı denklemi oluşmaya başlayacaktır. Bir tarafta yaşadığı çağın ruhu ve bilgisinden mahrum, ekonomik özgürlüğünden ve öz kaynakları işleme maharetinde yoksun, siyasi ve askeri bakımlardan felç olmuş, ideolojik ve mezhepsel çatışmaların yuvası haline gelmiş, bilgiyi çoktan kovalamış cehalet ve fakirlikle yaşamayı halkına reva gören dış destekli bir yönetim ve rejim anlayışı içinde olan bölge devletleri diğer yanda ise doymak bilmeyen bir iştihayla enerji peşinde koşan, siyasetin, felsefenin, ekonominin ve tarihin kurallarını ve kavramlarını belirleyen, teknolojik anlamda sınırları aşmış enerji açı ekonomik devler. Bu iki dünyanın karşılaşması şüphesiz Doğunun karşılıklı bir bağlılık sürecini temsil eder. Öncesinde İngiltere, Fransa ve Rusya gibi devletlerin soğuk savaş dönemimden SSCB ve ABD arasında kalan bu coğrafya tam bir tarihsel sefaleti yaşamıştır. 40’lardan sonra nisbi ve görece “bağımsızlık”ların yaşadığı bir coğrafya doğrudan bağımlılıktan dolaylı bağımlılık dönemine geçmiştir. Artık rejimler “asker” görünümlü seçilmişler idi.
Doğrudan idareden dolaylı idareye geçen emperyal güç bölgede iç dengelerin yanına bir de İsrail’i katarak düzenini 90’lara kadar sürdürmüştür. Batının milliyetçilik ve sömürgecilik çağı bölgede bir dönemin ruhunu temsil ederken sonrası dolaylı sömürü devresi diğer bir dönemi oluşturmakta SSCB’nin çöküşü sonrası dönem ise yeni bir hegemonya çağını ifade etmektedir. Bölgede çanlar ne yazık ki çağın ruhunu anlamlandıran Batılı değişim ve dönüşümlerle çizilmekteydi. 90’lar bölgede Körfez Savaşı ile başlayan bir depremler sürecini temsil etmektedir. Neo-con yaklaşım, 11 Eylül travması ile beslenmiş ve bölge bugün gelinen çizgiye ulaşmıştır. Bugün “Arap Bahar” denen hazanın yeni zamanın yeni söylemleri eşliğinde gelecek elli veya yüzyıla ayar projesi olduğu her şeye rağmen göz ardı edilmemelidir. Güç dengelerinin iyi hesaplanmadığı bir hesaplaşmada mağlubiyet mukadderdir. 20. asrın başında milliyetçilik ve hürriyet naralarıyla Balkanlar ve Arap Coğrafyasını kana bulayan zihniyet bugünde halkların talepleri, demokrasi ve özgürlük naraları atmaktadır.
Tüm bu tarihi süreç ve bağlamlar arasında bu güç dengeleri içinde Suriye devlet başkanı Esad zamanın ruhundan esen rüzgâra tükürmeye devam ediyor. Zamanın ruhu nedir? O devrin asabiyyesidir. Ferdi, toplumu ve insanlığı etkileyen yapılar manzumesidir. Ferdi aile ve devlet bu ruh ile beslenir, şekillenir ve hareket iradesi üretir. Bu ruhu bazen bir birey bazen bir toplum var eder. Ama ruh o zamanın maddi ve manevi yönelişlerine açık ya da gizliden tesir eder. Bu öyle bir seyl-i azimdir ki yönetmesini bilenleri abad anlayamayanları berbad eder. Her hak talep edilebilir mi talep edilen her hak meşru mudur?; Halkın her talebi meşru ve gerçekçimidir. Halkın eylem bazında taleplerini meşru kılan umuma göre genellenebilirliğidir. Burada devletin sustuğu alanların özgürlük alanı olması mı yoksa zamanın ruhundan beslenen gerçekçi bir hak tanımı ve karşılığımı olmalıdır? Hele bir hak talebi geneli mağdur ediyorsa onun adına hak talebi değil kargaşa çıkarmak denilir. Ama bu da zulmü meşrulaştırıcı bir genelleme olmamalıdır.
Bireyin hakkı kutsal ama toplumun düzeni de bir o kadar önemli ve meşrudur. Beşşar Esad bilmiyor ki aynı Kaddafi, Mübarek ve Salih’in de bilemediği gibi o eski çamlar bardak oldu, o eski devlet kafası SSCB devrinde işe yarıyordu. Bu ne aymazlıktır; demokrasi, özgürlük gibi kavramların kült olduğu!, halk kavramının devrim manasına dönüştürüldüğü bir çağda halkın bu söylemleri karşısında hala soğuk savaş stratejileri uygulamak ne yazık ne gaflet bu neyin inadı, ölenlere de rahmet. İnsanın aklına Thomas Hobbes’un devlet ve halk algısı geliyor. Her zaman haz peşinde olan ve acıdan kaçan bencil varlık olan insan hayatını sürdürme ve güce kavuşma arzusuyla ölüm korkusuna kapılıp güvenlik endişesiyle doğal haklarından vazgeçip özgürlüğünü devreder ve hâkimin sustuğu yerlere özgürlüğünü hapseder. Bu özgürlüğün sınırı devlete yönelik bir algının oluşmasıdır.[2]İşte adeta böyle bir algıdan beslenen ve halkı korku ve şiddetle bastırmayı bir devlet geleneği edinmiş gibi görünen yapı 82’de Hama’da yaptığını yine tekrarlar gibi gözükmektedir. Ama ne zaman o zamandır ne insanlar o insanlar. Zamanın ruhunu yönetemeyenleri zaman süpürüverir giderler. Suriye devlet başkanı sanıyoruz ki Dera, Cisr eş-Şuğur, Deyr ez-Zor, Hama ve Humus’ta muhtemel bir dış müdahalede iç destek vermesi mümkün yerleri etkisizleştirmeye çalışıyor. Eğer böyle ise ıslahatlardan vazgeçmiş ve dışarıdan gelecek saldırıya hazırlanıyor demektir. Bu arada diğer yandan da Rusya’nın azalmakla birlikte İran ve Irak Şii destekli bir yapının yardımıyla bu durumdan sıyrılmaya çalışıyor. İçeride “terör” odağı olarak belirlediği unsurları ise nedense dünya basınında gizlemek ihtiyacı hissediyor. Eğer böyle bir durum varsa bunun Türkiye istihbarat unsurlarınca tespiti gerekmez miydi? O zaman sabrın taşması tarzının dışında bir üslup kullanılabilirdi. Ancak Suriye’de yaşanacak muhtemel bir istikrarsızlık ve bölünme doğrudan Türkiye’yi etkileyeceği için durum iç işimiz haline gelmektedir. Yoksa Türk halkının Suriye’ye ve halkına ve vatanına saygısı ve kardeşliği bakidir. Türkiye politikasını bu tarihsel muhabbete ve güncel realitelere ve zamanın ruhunu da göz önünde tutarak hareket etmektedir. Yanılmak da mümkündür isabette ama doğru olan son ana kadar realiteden kopmadan ve vicdani olandan uzaklaşmadan hareket etmektir.
Türkiye’nin sıfır sorun politikası çöktü deniyor: neden çöktü o sorulmuyor: Zalime dur demek sıfır sorun yaşamaktan daha erdemli değil midir? Belki de bu muvakkat sorunlar müstakbeldeki sükûnetin habercisidir. Tankların altında ezilen silahsız insanlara bigânemi kalmalıydılar. Suriye’de ölen asker de öldürülen halk da bizimdir sorun yöneten akıl ve iradedir. Zulümle milyon sorun yaşansa yeridir. Libya’da tanklar halkın üzerine giderken Fransız uçakları haçlı seferi çığlıkları ile Libya’yı bombalamaya başladılar. Suriye’de tanklar halk üzerine yürürken ise Türkiye dışişleri bakanı komşumuz ve halk diyerek Suriye’ye gitti. Dilerim tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır ve dönüşüm kansız ve acısız gerçekleşir. Suriye bizim Selçuklular, Memlûkler ve Osmanlılar dönemleri ile tarihi ve hâlihazırdaki durum ile güncel bağlarımız olan, Türkmen kardeşlerimizin de bulunduğu önemli bir yerdir. Esad operasyonları durdurduğunu ilan etmiş olsa da bunun kısa vadede bir zaman kazanma stratejisi mi, Ahmet Davutoğlu Beyle yapılan görüşmenin sonucumu, yoksa kendi bölgesi için realiteye uygun davranmaya karar vermek mi olduğunu zaman gösterecek.
Tarihin genel gidişatı olsun ya da özel manada son gelişmeler olsun değerlendirilirken uzun-süreli bir perspektifle dönüşümlerin incelenmesi, buna ek olarak diğer bağlam perspektiflerinin tetkiki, karşılıklı bağımlılıkların ortaya konulması ve nihayet güç dengelerinin gözden kaçırılmaması gerekir. Bunları tam olarak değerlendirmeden tahlile girişmek ve salt dış güçler ya da “halk” odaklı yorumları dikkate almak meseleyi tamamıyla aksettiremeyebilecektir.
[1]Cüneyt Kanat, “Memlûkler’in Baybars Zamanındaki (1260–1277) Suriye-Çukurova Siyaseti ve Bu Siyasetin Çukurova’nın Türkleşmesindeki Rolü”, III. Uluslar Arası Çukurova Halk Kültürü Bilgi Şöleni (Sempozyumu) Bildiriler, Adana 1999; Faruk Sümer, “Çukurova Tarihine Dâir Arastırmalar (Fetihten XVI. Yüzyılın İkinci Yarısına Kadar)”, Tarih Araştırmaları Dergisi, S. l, Ankara 1963, s. 8; Faruk Sümer, “Anadolu’da Moğollar”,SAD, S.1,s. 77; Kâzım Yaşar Kopraman, Memlûkler, Makaleler, Ankara, 2005, s. 572–586.
[2] Solmaz Zelyüt, Dört Adalı, Ankara, 2010, s. 30, 31, 37.
http://www.tasam.org/tr/icerik/3698/tarihin-dengelerinden-suriyeye-bakmak.html