Yükleniyor...
Akıl devre dışı kalırsa her şey olur. Olana da şaşılmaz. Gün geçmiyor ki yeni bir ahmaklık görüntüsü canımızı yakmasın. 30 Ağustos’u sembolik hale getirmek için sistemli adımlar atıldı. İşin tuhafı bunun için Malazgirt’in kullanılması. 26 Ağustos’a itibar eder görünenler 30 Ağustos’a soğuk bakıyorlar. Böyle bir tarih ve kimlik bozgunu yaşıyoruz.
Susulduğu ve cehalete yol verildiği için bu durumdayız. Kadir Mısıroğlu gibi cahillerin kurgusuna inanarak bu işler olmaz. Tarihle bu kadar oynanmaz. “Siz ne yapıyorsunuz? 30 Ağustos olmasa kimbilir ne durumda olurduk?” diyenler oldu. Söyleyip geçmekle bir şey değişmedi. Demek ki cahil cesaretini kırıcı, daha caydırıcı işlere girişmek lazım.
Cumhurbaşkanımız her yıl Malazgirt’e gidiyor, gitsin, gitmelidir. Fakat bunu 30 Ağustos’u değersizleştirme düşüncesiyle yaptığı algısı yaratılıyorsa bunun akıl işi olmadığı açıktır. Çünkü tarihe karşı gelmek gibi garip bir işe girişilmiş olur. İyi bir psikolojiyi göstermemesi bir yana böyle bir karartmanın başarı ihtimali yoktur. “Faiz sebep” demek kadar akıl dışıdır. Ancak bozar. Dahası var: Kurtuluş gününe ilgi azlığı bile toplumda derin bir yarık açar.
Bu karartmalara bakıp iç karartmaya gerek yok. Buradan çıkış, zorluğuna rağmen kolaydır. Önce kafaların düzelmesi lazım. Zor olan bu. Bilelim ki kurtuluşumuzun son büyük hamlesi Büyük Taarruz’dur. Ne yapılırsa yapılsın bu tarih gerçeği değişmez. Bilinir ve ona göre hareket edilirse o kötü algı etkisini kaybeder. Yıllardır süren cehalet eseri aptallıklar da böylece bitme yoluna girer. Tarihle, milletle barışma da böyle olur. Bunları yaparlarsa, böyle alay ve öfke konusu edilecek durumlara düşülmez.
Bakın, salgının en hararetli günlerinde her yer kapalıyken Malazgirt törenleri yapılmıştı ve neler neler söylenmişti: “Cumhurbaşkanımız Ahlat’ta ve Malazgirt’te. Oraya virüs uğramamış.” “Bizim yöneticilere böyle ilham edilmiş.” “Biz gaipten habere muhatap olmayanlar bunu anlayamayız.” Dört gün sonraki 30 Ağustos kutlamaları için resmî açıklamada denenleri de hatırlayın: “Afyon’da, Ankara’da, İstanbul’da virüs kol geziyor, kutlama sıkıntılı..” Allah Allah, “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu”! Akıllarla alay etmenin bu derece pervasızca görüldüğü cehalet ve kabalık örneği az bulunur. Bunlar utandırıcı işlerdir. Düştüğümüz duruma bakar mısınız?
Geçen yıl da, daha önce de benzer şeyler gördük. Buradan bir yere varılamaz. Ancak bozulma ve bozgun olur. Nitekim yaşıyoruz. Kurdun kuzuyu yemeye karar vermesi hikâyesindeki gibi “Güç bende, istediğim gibi oynarım” düşüncesi devlet bilmemektir; daha ilerisi de doğrudur: Binlerce yılın devlet geleneğini hiçe saymaktır. Bunlara yol açmak her bakımdan tadımızı kaçırır, kaçırıyor. Sustuklarına bakmayın, insanlar kendilerinin aptal yerine konmasını hazmedemiyorlar. Burada edilebilecek başka söz bulamadığım için böyle diyorum.
Kendi ayağımıza sıka sıka bu hale geldik. Etrafımız çevrili. Dostumuz kalmadı. İçerde ayrış(tır)ma hamleleri de böyle devam ediyor. Bilinsin ki giderek hiçbir hareketimizde iyi niyet arayamayacak hale geliyoruz. İnsan sermayemiz(sosyal sermaye)i her türlü kaybediyoruz. Ya kaçırarak, ya da böyle tarihle oynama üzerinden bozarak. Bir daha söylüyorum: Düşmanların bütün servetlerini harcayarak yapamayacakları kötülüklerdir. Yani problem içerdedir, bizdedir.
Söylemiştim, ideolojilerimizde, hayata bakışımızda, bu kararlarımızda, uygulamalarımızda, 26 Ağustosları, 30 Ağustosları kazanan ve bize bu toprakları yurt edenler yok. Bilelim ki önce dedemiz Alparslan yok. Sonra, dedemiz Atatürk yok. O Atatürk ki Büyük Taarruz’u Sultan Alparslan’ın Malazgirt Zaferi’ni kazandığı gün başlatmıştı. “1071’de geldik, gitmiyoruz” demek için de o güne denk getirmişti.
Evet, 26 Ağustos aynı zamanda istiklâlimiz için son hamleyi yaptığımız Büyük Taarruz’un başlangıç tarihidir. Atatürk’te bu tarih şuuru vardı. O büyük Türk, Türklüğün muazzam kudretinin en çaresiz anlarda bile ortaya çıkacağını biliyordu. O sağlam ve gerçek imanla milleti inandırdı ve memleketi kurtardı. Olağanüstü bir güç sağlayan o büyük tarihin çocuğu olduğunu bilmekle kurtardı.
Tarihle böyle kavga edilmez. Tarihten şüphe kendinden şüpheyi doğurur. 30 Ağustos’un, büyük Türk zaferinin yüz birinci yılını kutladık. İyi ki büyük belediyeler devreye girdiler de bayram havası yaşandı. Yoksa sıradan bir iş gibi sabah Atatürk heykellerine çelenk koymakla bitecekti. Bilelim ki 1922 30 Ağustosunu görmeyen bir şuursuzluk haline müsaade edersek, nankörlüğün getireceği kayıpları önlemekte zorlanırız.
Bayramı bile bayram gibi yaşamayı çoktan unuttuğumuzu her olay, her durum bize hatırlatıyor. Malazgirt Zaferi’ni büyük törenlerle kutlamak, sırf 30 Ağustos’u gölgelemek için diyenler maalesef haklılar. Bin yılı aşan bir zaman önce elde ettiğimiz Yüce Türk Başbuğu Alparslan’ın zaferini, Anadolu’yu bize vatan eden o muazzam zaferi böyle sefil bir maksat için kullandık. Gel de yanma!
Malazgirt’te yapılanın ne olduğu ayrı bir yara. 26 Ağustos’ta ürke ürke televizyonu açtım. Ne göreceğini bilen bir kimse tedirginliğiyle bir kerecik olsun yanılma arzusuyla açtım. Nerdeee! Vıcık vıcık bir tören. Müsamere bile denemeyecek bir tören. Duyduğum, Malazgirt değil, bugün mesajları. Yine vıcık vıcık bir dille siyasi propaganda ve rakiplere saldırılar, alaylar. Yani bayram bahane. Memleket kan ağlarken derdimiz ötekileştirmeye zemin olacak fırsatlar yaratmak. Tarih değil, millet değil, memleket değil! Değer siyaseti denen öğütücü çarkta hiçbir değer kalmaması böyle geldi. Bunu göreceğiz.
Biz böyle şey görmezdik, gördük, görüyoruz. Malazgirt’i Malazgirt gibi anacak bir bilgi, görgü, tarih ve ecdad saygısı bu toprakları nasıl terk etti? “Ecdad! Ecdad!” derken ecdadın kemiklerini sızlatacak bu cahil cer imamı kurnazlığına nasıl geldik?
Duyulur ümidiyle binlerce kere, “Yapmayın, etmeyin efendiler! 26 Ağustos da bizim, 30 Ağustos da. Bu her şeyi değerlendirme tüccarlığından buralarda olsun vazgeçin!” deme ihtiyacını duydum. Ve feryada devam ettim: “Böyle giderse hiçbir değerimiz kalmayacak. Sizi bir müddet ayakta tutacak sandığınız o değersizlik her şeyi yıkar. Yıkılanı yapmak da nesiller ister.”
Toplumun üzerine ölü toprağı serpilmiş. Sıkça hatırlattığım hipnoz bu ölü toprağı. Böyle gitmez, mutlaka uyanacağız. Uyandığımızda göreceğimiz manzara, içimizdekilerin yaz-bozlarının, ideolojik kurgularının bombardımanından çıkmış bir ülke. Bu manzara, hipnoza girmeyenlere canlı canlı şimdi de görünüyor.