Türk Milliyetçiliğinin Bugünkü Meseleleri

Bugünün ahval ve şeraiti içinde Türk milliyetçileri: Ya pergelin sivri ucunu merkeze koyup diğer ayağını mümkün olduğu kadar açarak milletin tamamını içine alacak bir daire çizecek ve böylece ilk planda Türkiye Türklüğünün birliğini gerçekleştirecekler, Ya da hiçbir şey yapmayıp küresel güçlerin planlarına teslim olacaklardır. 20. yüzyılın başında Türk milletinin istiklalinin kazanılmasında başat rol oynayan Türk […]


Bugünün ahval ve şeraiti içinde Türk milliyetçileri:

Ya pergelin sivri ucunu merkeze koyup diğer ayağını mümkün olduğu kadar açarak milletin tamamını içine alacak bir daire çizecek ve böylece ilk planda Türkiye Türklüğünün birliğini gerçekleştirecekler,

Ya da hiçbir şey yapmayıp küresel güçlerin planlarına teslim olacaklardır.

20. yüzyılın başında Türk milletinin istiklalinin kazanılmasında başat rol oynayan Türk milliyetçileri 21. yüzyılın girişinde küresel saldırı karşısında naçar vaziyette kalmışlar, oldukları yerde koşar gibi yapmaktadırlar.

Başlangıç için soru “bu millet için feday-ı can eden Türk milliyetçileri ve Ülkücülerin niçin toplumsal karşılık görmediğidir?” ama daha başlarken “bunun zamanı mı?” da denilebilir. Ancak bu soruya cevap bulmadan, Türk milletinin problemlerini çözmek mümkün değildir. Zamanı olmamak bir yana belki de geç kalınmışlık söz konusudur.

Ayrıca; “vakit kaybına tahammülümüz yoktur. Türk’ün ve Millet’in tanımı değiştirilmek isteniyor, şimdi bütün gücümüzü buna karşı koymaya teksif etmeliyiz” de denilebilir. Ancak bugüne kadar yapılan da tam budur. Her türlü saldırıya karşı yediden yetmişe bütün Türk milliyetçileri ve Ülkücüler bu salvoları bertaraf etmeye çalışmaktadırlar. Fakat o kadar güç kaybedilmiştir ki bu karşı duruşlar kifayet etmemektedir.    

Bu arada özellikle “geçmişte –hatta bugün için bile- ben Türk milliyetçisiyim” diyen birtakım işbirlikçilerin, bu cefakâr dava adamlarının “oyalanması ve savunma halinde kalmasının sağlanması görevlerini” bihakkın yerine getirdiği de görülmektedir.

Öncelikle suçlamalara cevap vermekten vazgeçilmeli ve bugüne kadar alınmış olan savunma pozisyonundan çıkıp farklı stratejiler üreterek değişmek ve gelişmenin zamanıdır.

Savunmadan çıkmak için ne ya da ne yapmak gerekir? Diye sorulacak soruya verilecek ilk cevap gücün ve araçların gözden geçirilmesi olacaktır*.

Derhal yeni soru devreye girecektir: o halde araçlarımız nelerdir? Gücümüz nedir ve ne kadardır?

Bir fikrin araçları kavramlar ve bu kavramlara yüklenilen anlamlar, gücü ise bu anlamların iman haline geldiği insanlar ile nihayet bu kişilerin inandırdıkları ve birlikte hareket etmeye ikna ettiği diğer insanlardır. Gücü gerek dünden taşınan gerekse yeni katılan insanlar oluşturmaktadır. Gücün arttırılması için çalışmalar yapılmakla birlikte daha rafine hale gelmek için aynı zamanda, geçmişin hatıralarına sığınarak, bazen bugünkü gelişmelere sebep olanlarla beraber hareket eden ya da onların değirmenine su taşıyanlarla ilişkileri yeniden değerlendirmek de gerekmektedir.

Dolayısıyla insanlara mesaj verilirken kullanılan kavramlara, kullananların yüklediği anlamlar ile toplum ve bu anlamlandırma arasındaki ilişki incelenmeli, merhum Durmuş Hocaoğlu’nun çok doğru tespitleriyle; “metodolojik” olarak “tenkid edilen şey şayet gayri kabili tashih ise iptal etmek, kabili tashih ise tashih etmek, hak ve hakikate doğru değiştirmek, tekâmül ettirmek, ilerletmek, mükemmelleştirmek.[i]” çalışmaları yapılmalıdır.

Peki, bu kavramlar neler ya da hangileridir? Hangileri önceliklidir?

Türk – İslam, Müslüman –Türk, mukaddesatçılık, sağcılık, muhafazakârlık gibi kavramlar Türk milliyetçilerinin kendini tanımlarken referans olarak kullanılan kavramlardır. Kanaatimce en önemlisi ve üzerinde düşünülmesi gereken ilk kavram; Türk – İslam kavramı ve bu tamlama ile başlayan kavramlar yahut isimlendirmelerdir. Türk – İslam Davası, Türk – İslam Ülkücüleri/Ülkücülüğü, Türk – İslam Yolu ilah.

Türk ve İslam kelimeleri arasına tire işareti konularak veya herhangi bir bağlaç konulmadan ilk defa Rahmetli Osman Turan tarafından kullanılmış, ardından da merhum İbrahim Kafesoğlu Türk İslam Sentezi tabirini kullanmıştır.

Her ikisinin de kitaplarına bakıldığında, bu kavramın Türklerin büyük çoğunluğunun, özellikle egemenliği temsil edenlerin Müslüman olması ile birlikte, İslam’ı tercih ettiği dönemleri ve bu dönemdeki büyük siyasi gücün yarattığı medeniyet dönemini kast ettiği anlaşılmaktadır.

Ayrıca, bu medeniyet hem siyasi güç hem de üslup itibarı ile emsallerinden farklı özelliklere sahiptir ve bu isimlendirme ile aynı zamanda bu farklılığa da vurgu yapmaktadır. Dolayısıyla Türk – İslam Medeniyeti veya Sentezi siyasi bir düşünceden ziyade ilmi bir belirteç olarak kullanılmıştır. Ancak özellikle 70’li yılların ikinci yarısında çok zorlu şartların hüküm sürdüğü dönemde Türk – İslam Davası kavramı ortaya atılmış ve hızla yoğun bir şekilde kullanılır hale gelmiştir. Kavramı siyasi sahada ilk kullanan da Cennetmekân S. Ahmet Arvasi Bey’dir.

Özellikle, kavramın siyasi anlam yüklenilerek ilk kullanıldığı dönemin şartları içinde dikkatle tahlil edilmesi gereken gelişmeler olmuştur. Hatta birkaç sayı çıkan ve derhal müdahale edilerek kapatılan, yayımlanan birkaç nüshasında Türk adının hemen hemen hiç geçmediği, Müslümanları “ittihada” ve “cihada” çağıran haftalık yayın organlarının varlığı hala hafızalarda yerini muhafaza ediyor olmalıdır. Bu gelişmeler daha ileriki yıllarda siyasi ayrılıklara da zemin oluşturmuş, aynı zamanda camiayı sarsan, zorlayan, fikri savrulmalara yol açan veya en azından patinaj yaptıran bir dizi gelişmelerin yaşanacağı bir sürece girilmiştir.

Bu zorlanmanın sebebi din siyaset ilişkisinin insanlık tarihiyle yaşıt karmaşıklığı ve zorluğu ile bu kavramı kullananların insan olduğu ile ilişkilidir.

İnsanlar bu kavramı, gerek bilgisizlik gerekse siyasi güç uğruna çok özensiz ve hoyrat kullanmış dolayısıyla zaten sıkıntılı olan kavramın içinin boşalmasına sebep olmuşlardır. Tabii, küresel ilişkilerde kartların yeniden karıştırıldığı** bir döneme girilmesi de sıkıntıyı daha fazla büyütmüş, camia her ikisini birden çözmeyi başaramamıştır. Hal böyle olunca da hayatın doğal akışı daralmayı beraberinde getirmiştir.

Bu kavramsallaşmada birbirinden farklı iki sosyolojik olgu vardır. İslam son ve mükemmel dindir. Artık O’nunla birlikte vahiy sonlanmış Din tamamlanmıştır. Ve bu Din, Yüce Yaratıcı’nın, korumasındadır. Çünkü Din’nin sahibi Kendisidir ve O bütün âlemlerin Rab’bidir.

Ezel ve ebed arasında, yaratılmış ve yaratılacakların tamamının yaratıcısı O’dur. Dolayısıyla hâkimiyet alanının sınırları yoktur ve zamandan, mekândan, bütün benzerlik ya da farklılıklardan münezzehtir.

Türk ise bu yaratılmış olanlar içinde bir grup insan topluluğunun özel adıdır. Yani sınırları vardır. Bu sınırlar içinde hareket etmektedir.

Bu farklılıklar birtakım problemleri ve algılamaları ortaya çıkarmıştır. İlk olarak Türk İslam ya da Müslüman Türk denildiğinde Türk olmayan Müslüman ile Müslüman olmayan Türk problemi ortaya çıkmakta bununla kavramın mesajının sınırları daha da daraldığı görülmektedir.

Ayrıca bu iki olgunun işlevi veya mesajı yahut kullandığı araçları ya da metotları da birbirinden çok farklıdır.

Dinin kaynağı ilahidir ve Din’de davet vardır, tebliğ vardır. Müslüman tebliğe memurdur. Peygamber Efendimizin hayatı bu konudaki en büyük delildir. Efendimiz gerek insanları gerek egemenlik sahiplerini tebliğ ve davetle İslam’a çağırmıştır. İnsanlara vaadi, hem bu dünyada hem öbür dünyada huzur ve mutluluktur.

Millet insani bir kavramdır ve doğasında önce o milletin devletini yani egemenliğinin tesisi ardından da bu egemenliğin diğer milletler ve devletler ya da insan toplulukları üzerinde genişleme talebi vardır. Bu talep her zaman kılıçla hayat veya karşılık bulmuştur. Yani egemenlik kılıç hakkıdır. Vaadi güç, güvenlik, refah ve maddi zenginliktir.

İlahi olanla insani olanın bir araya gelmesi insan hayatı için normal ve hatta gerekli olmakla birlikte bu zemin siyasi alana kayınca ciddi sıkıntılar doğmaktadır. Bunun İslam tarihi açısından en acıtıcı örneği Kerbela Vakasıdır. Hazreti Hüseyin’i şehit edenler de Peygamber Torununa “Allah için(!)” saldırmışlardır. Ve İslam Dünyasında 1400 yıldır acısı taptaze olan yara halen tam olarak iyileştirilememiştir.

Burada Türk – İslam Davası’nın alt ve yardımcı kavramları olan Nizam-ı Âlem ve İlay-i Kelimetullah’ın kullanıldığı cümlelere bir göz atmak doğru olacaktır. Bu cümlelerde küçük bir değişiklik yaparak maksadın daha anlaşılır ve daha az tartışılır hale gelmesini sağlamak esasa ulaşmamıza yardımcı olacaktır.

Bu kavramlar kullanılırken genellikle “Nizam-ı Âlem için ya da İlay-i Kelimetullah için” cümleleri kurulur. Bu cümlelerin “Nizam-ı Âlem ile ya da İlay-i Kelimetullah ile” şeklinde kurulması hem daha doğru hem de maksadına daha uygun olacaktır. “İle” gitmekle “için” gitmek arasındaki fark müthiştir. “İçin” gidenin yanında uğruna mücadele ettiği değerlerin varlığı müphemdir. Yanında var olduğu şüpheli değerlerin gidilen yere götürülüp götürülemeyeceği de şüpheli hale gelecektir. Ama “ile” gidilen değerlerin gidenin yanında olduğuna dair en ufak bir şüpheye yer yoktur.

Burada yeni bir soru devreye girer, “peki, böyle olunca ne olacak? Ne işimize yarayacak?”

İlk olarak çok büyük çoğunluğumuzun karşı karşıya kaldığı; “önce Türk müsün Müslüman mısın? Ya da “bir gayri Müslim Türk’le Türk olmayan bir Müslüman’dan hangisini tercih edersin?” gibi saçmalıklar çok büyük ölçüde ortadan kalkacaktır.

Ardından etrafımızda, bizimle birlikte olan insan sayısı artacaktır. Önceki söylem esnasında sadece kavramın anlatmak istediğine iman edenlerin bir araya geldiği bir topluluk halinden milletin bütün kesimlerinin bir araya gelebildiği bir hareket olabilme imkânı ortaya çıkacaktır.

Tarihimiz insanlığa ders olacak muhteşemlikte uygulamalarla doludur. Bunlardan en önemlilerinden birisi de Osmanlı Türk devlet anlayışıdır. Osman Bey’den başlayarak Balkanlarda zirvesine ulaşan yaklaşım “istimalet yani hoşgörü ile kendi tarafına kazanma[ii]” anlayışıdır. Zımmi uygulaması böyle bir anlayışın sonucudur. En azı 400 yıl süren Türk Gayri Türk ya da Müslim Gayri Müslim birlikteliğinin temelinde bu vardır. “Aşıkpaşazade ‘halkını emnü aman ile inandurdılar. Zira burdaki kâfirlerin rahatlığın işidüp civar vilayetlerden dahi adam gelmeye başladı’ diye yazmaktadır.[iii]

Atalarının yüzyıllarca âleme nizam verirken yaptıklarını Türk milliyetçileri neden yapmasın? Kendi fikrinden olmayanın da yanına gelebilmesi için, ona, niçin böyle bir imkân sunmasın? Eğer bu ülkede yaşayanlara kendini inandırıp bir çeşit “emn ü aman” verebilirse neler olabileceğini hayal etmek çok zor bir şey değildir.

Değerli bilim ve fikir insanı Prof. Dr. Hasan Onat problemin en can alıcı kısmını “Türkiye’de, dindar insanların, zihniyet planında ciddi sorunları vardır. İslam Dini hakkında doğru bilgi sahibi olmamaktan kaynaklanan… ya dinden çıkarsam korkusu…” ve “Müslüman olmasına rağmen birlikte Dini, dindar insanlar gibi anlamayan…  insanlarımızın da din hakkında doğru bilgi sahibi olamamaktan kaynaklanan korkuları ve zihniyet problemleri vardır. Türkiye’deki din üzerinden yaşanan gerilimin sebebi bu bilgi boşluğudur.[iv]  şeklinde isabetle dile getirmektedir. Buradan hareketle Türk milletinin yöneticisi olacak insanların özellikleri ile ilgili bir şartın ortaya konulması elzemdir.

İdareci ya da idareciler, kahir ekseriyeti Müslüman olan bu milletin Dinini çok iyi bilmek zorundadır. Bu, yönetenin yönettiği toplumu her yönüyle tanıması gerekliliği açısından bir zorunluluktur ve aynı zamanda toplumdaki bilgi eksikliği giderilebilecek veya en azından yönetilebilir halde tutulabilecektir. Aksi takdir yönetilen toplum rüzgâr önündeki sonbahar yaprağından farksız olacaktır.

Ancak yöneticinin ne kadar inandığı sadece onu ilgilendirmektedir. İnancıyla ilgili olarak neyi ne kadar yaptığı veya yapacağı ya da ne şekilde yaşadığı bireyin kendisinin iradesindedir***. Çünkü insan imanıyla ilgili hesabı ancak ve ancak Rabbine verecektir. Hiçbir kulun, bu hususta bir başkasına bir soru sorma hakkı dahi bulunmamaktadır. Yönetici de bir insan olarak, Rabbine yalnız yönelebilmelidir.

21. yüzyılın başında, Türk milletinin egemenliğinin paylaşılma hesabında sona gelindiği, özellikle bölge coğrafyasının yeniden şekillendirildiği, medeniyetler arası ittifak diyerek Türk ve İslam Medeniyetinin çökertilmesi ile sonuçlanacak bu süreci ancak kendileri de değişebilenler akamete uğratabilirler.



* Tam da burada üç kıtada hâkim olan Türk Cihan Devleti laboratuvarına girmek doğru olacaktır. Tarihçi Kafadar “Uyruklarının iyiliklerinin ‘mucib-i devamı devlet ve ba’is-i nizam-ı memleket’ olduğunu anlayan” Osmanlının aldığı yerlerde düzenleme yaparken eskiye nazaran “ba’zı maddeler ref ba’zı hususlar tahfif olındı” demekte ve devamında: “Ancak bu kimseyi şaşırtmamalı, … paragmatik düşünceler söz konusu idi…” diye yazmaktadır. (Cemal Kafadar, Cogito, Osmanlılar Özel Sayısı, YKY, Sayı 19 Yaz 1999, Sah 53-54)

[i] Yrd. Doç. Dr. Durmuş HOCAOĞLU, Türk Milliyetçiliğinin En Büyük İhtiyacı: Öz-eleştiri, Türk Yurdu Sayı:  139-141, S. 95, Mart-Mayıs 1999

**. İddia edilebilir ki; küresel planın bütün kurgusu Türk milleti üzerinedir çünkü Türkler halledildiğinde İslam Medeniyeti çökertilebilir hale gelmiş olacaktır. Türklerin çökertilmesi de ancak Türk milliyetçilerinin çökertilmesi ile mümkündür.

[ii] Halil İNALCIK Cogito, Osmanlılar Özel Sayısı, YKY, Sayı 19, Yaz 1999, Sah 28

[iii] Halil İNALCIK a.g.e Sah. 28

[iv] Prof. Dr. Hasan ONAT, Türkiye ve Siyasal İslam, Türk Yurdu, Sayı: 116-117, S. 103, Nisan-Mayıs 1997

*** Rahmetli Başbuğ ölümünden 20 gün önce geldiği Maraş’ta, yemekte, “küfür ile bir devlet yıkılmaz zulüm ile yıkılır, adil olmayan idare zulümdür.” Cümlesi ile başladığı konuşmasını bu ana fikir üzerine kurmuştu. Adalet ve yönetim arasındaki ilişkiyi mükemmel bir şekilde özetleyen, beni çok etkileyen, muhteşem bir konuşmaydı. 

Yazar

Hakan Paksoy

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar