Yükleniyor...
Geçen hafta toplumların milletleşme sürecine ilişkin konuya biraz girmiştim. Şimdi de Prof.Dr.Ahmet Bican Ercilasun’un, “Milliyetçilik düşmanlarının anlayamadığı” başlıklı yazısından (23/09/2012, Milli Düşünce Merkezi sitesi) bazı bölümler aktaracağım: “Ortak bir tarih yaşayan ve bu tarih içinde bazı ortak unsurları paylaşan topluluklar ortak bir kimlik kazanırlar. Ortak kimliğe sahip olan bu topluluklara millet veya yeni Türkçe ile ulus denir. Ortak kimliğe sahip millet fertleri arasında da ister istemez bir duygu ve kader birliği meydana gelir. Aynı duyguları ve kaderi paylaşan insanların birbirlerine sevgi bağı ile bağlanmaları, bunun sonucu olarak da ferdî arzular dışında bağlı oldukları milletle ilgili birtakım arzular taşımaları da son derece tabii bir psikolojik ve sosyolojik vakıa olarak karşımıza çıkar. Milliyetçilik düşmanlarının anlamadığı birinci nokta işte bu tabii vakıadır…
Milliyetçilik düşmanlarının anlayamadığı ikinci nokta, toplumların farklı zamanlarda ve farklı biçimlerde geliştiği gerçeğidir. Başka bir ifade ile toplumlar aynı zamanlarda aynı şablonlar içinde gelişmez. …bunun en tipik örneği, Batı toplumları ile Asya toplumları arasındaki farklılıktır. Avrupa’da milliyetçiliğin doğuşu Fransız İhtilali’ne bağlanır… Amerikan millet ve milliyetçiliği de 1776’daki bağımsızlık hareketiyle çıkmıştır. Ancak bütün bunlar Batı toplumları için geçerlidir. Asya’da mesela Arap milleti ve milliyetçiliği Emeviler’den beri mevcuttur… Fars milliyetçiliğinin ana kaynağı Şehname, binli yılların başında yazılmıştır. Çinliler, miladın ilk yüzyıllarındaki yazılı tarihlerinde hep, komşulara karşı Çin üstünlüğünün ve hâkimiyetinin nasıl muhafaza edileceği üzerinde dururlar. Türklerin ilk yazılı eseri olan 8.yüzyıldaki Köktürk anıtları da âdeta modern bir milliyetçilik beyannamesidir.
…Anadolu ve Balkanlar’da yayılmış Osmanlı Türk Devleti ise daha 16.asrın başında Anadolu-Balkan Türk Birliği’ni tamamlamış bulunuyordu. Yani doğusu, güneydoğusu ve batısıyla Anadolu’da en az 500 yıldır devam eden ortak bir devlet ve tarih birliği vardır. Bu birlik içinde hâkim soy ve dil Türk idi…
Küreselci akımlar dolayısıyla milliyetçiliğin bittiğini zannedenler büyük bir aldanış içindedir… Bir takım ham hayaller uğruna milliyetçilik düşmanlığı yapanlar, tarihi ve bugünkü dünyayı iyi okumalıdırlar.”
Ercilasun hoca, “Tarihe bütüncü bakış” başlıklı yazısında da (12/12/2021, Yeniçağ); “Milletler, tarihin çocuklarıdır. Tarih içinde bir araya gelirler, yoğrulurlar, aynı dille hâlleşirler, acı tatlı ortak hatıralar içinde olgunlaşırlar, yaşama kabiliyeti olanlar bugüne ulaşırlar.
Türkler de büyük ve derin bir tarihin çocuklarıdır. 7-8.000 yıl önce bugünkü Türkmenistan topraklarında yaşarken 3.500 yıl önce kuzeye, oradan doğuya doğru yayılmışlar; Orhun vadisinde ve Ordos kıvrımında at koşturup otağlarını kurmuşlar; 3.000 yıl kadar önce Hazar’ın kuzeyinden geçerek Karadeniz’in kuzey bozkırlarından İrtiş’e uzanan, Kafkasları aşıp Anadolu’ya sarkan Sakalar olmuşlar; 2.500 yıl önce Sarı Irmak’ın kuzeyinde, 1.600 yıl önce Macaristan ovalarında Hun diye görünmüşler; 1.500 yıl önce Orhun kıyılarından Türk adıyla ortaya çıkmışlar…
Doğu, Batı ve Güney Türkistan’da uzun bir tarih yaşamışlar. Derken, ikinci bin yılın şafağında önce Horasan’a, oradan Dicle-Fırat arasına, Azerbaycan’a ve oradan da Anadolu’ya, Balkanlara akmışlar.” demektedir.
Bir süredir Türk kimliği üzerinde durmaya çalıştım. Tabii ki, Türk Birliği’nin en baş savunucusu ve propagandacısı; Türk Milliyetçileri, Türkçüler, Turancılardır. Eğer kişi “Ben Türk’üm” diyorsa, görev ve sorumluluğunu da bilmek zorundadır. Uzaktan seyretmekle olmaz.
Çok defalar, kaynaklara dayanarak belirttim: Tarihin en eski (kadim) milletiyiz. Bazı şom ağızlıların veya cahillerin, “Türk Milleti diye bir millet yoktur” demesiyle gerçek ortadan kalkmaz. Böyle söyleyenler ya Türk değiller ya da başkalarının uşaklığını yapıyorlardır.
Sayın Ercilasun, “Yine Turan” başlıklı yazısında (10/09/2017, Yeniçağ); “Turan, tabiatın kaçınılmaz gereği olan birleşme ve büyüme isteğinin bilinçli bir dilek, bir ülkü hâline gelmesidir. Tek tek her Türk’ün şuur altında olan birleşme, birleşerek büyüme dileği; siyasi, askerî, fikrî önderler tarafından şuur üstüne çıkarılır, somutlaştırılır ve zamanın şartlarına uygun programlara bağlanır. İşte bu, Turan’dır.”
Hoca, “Türkçüler Turancıdır” başlıklı yazısında (16/02/2020, Yeniçağ) da; “Türkçüler, Türk deyince sadece Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını düşünmez. Dünyanın neresinde olursa olsun Türk soyundan olan veya Türk dilinin kollarından biriyle konuşan bütün insanları Türk olarak düşünürler. Bu düşünüş tarzı, Türkçüleri ister istemez Turancı yapar.
Türkçüler, kendileriyle aynı soydan olan, kendileriyle aynı dili konuşan bütün Türklerin iyiliğini isterler. Dünyanın neresinde olursa olsun hiçbir Türk’ün zarar görmesini, sıkıntı çekmesini istemezler. Tutsak olan, vatanlarından uzakta bulunan, işkence ve zulüm altında ıstırap çeken Türkler için üzülürler. Türkçüler, tutsak Türklerin bağımsız ve müreffeh olmasını isterler. Bu, Turancılığın birinci basamağıdır.
Bütün Türklerin birlik olması da Türkçülerin istekleri arasındadır. Birlikten kuvvet doğduğuna inanırlar. Dünyanın, başta komşu ülkeler olmak üzere diğer ülkelerin ve Türk devletlerinin şartlarını dikkate alarak nasıl bir birliğe doğru gideceklerini düşünürler… Şartlara göre hangi yolun daha güvenli, daha sağlam ve daha fazla sonuç alıcı olduğunu hesap ederler; adımlarını ona göre atarlar. Son hedef, bütün Türklerin aynı siyasi çatı altında toplanmasıdır. Bu da Turancılığın ikinci basamağıdır.
Turan kurulunca iş bitmez. Siyasi birliğin yani Turan’ın sürekliliğini sağlamak da gerekir. Bunun için bütün Türklerin her bakımdan güçlü olmaları şarttır. Önce manevi güç. Her Türk, Turan denilen mutlu geleceğe ve bunun sürekli olacağına inanmalıdır. Bu inancı ruhlarında hissetmeli ve bu imanla çalışıp yükselmelidirler. Atatürk’ün ‘Türk, öğün, çalış, güven!’ sözünün anlamı budur. Türkler yaratılışları ve tarihleriyle övünecekler, kendilerine güvenecekler ve bu güvenle çalışacaklardır. Manevi güç, işte bu azim ve inançtır…
Turan’ın üçüncü basamağına Türk’ün kızıl elması da diyebiliriz. Bütün insanların sevinç ve mutluluk içinde yaşayacağı bir cennet.
Değişmeyi olumluya yönlendirmek bizim elimizdedir. Gelişmek için de inanmak ve hayal etmek şarttır.” demektedir.
Yine hocanın, “Türk Dünyası ve Türkiye” başlıklı yazısından (10/08/2014, Yeniçağ) alıntıyla yazımı bitireyim: “Türk Dünyası’nın bugün sıkıntıda olan parçaları özel ilgi bekliyor.
Türk Dünyası ile ilgilenmek elbette önce Türkiye’ye düşer. Yüzyıllardan beri bağımsız yaşayan Türkiye Türklerinin kan kardeşlerine karşı tarihten, kültürden, geleneklerden, destan ve efsanelerden gelen bir yükümlülükleri vardır. Kan kardeşlerimizin bu konuda bilinçlendirilmesi görevi de öncelikle Türkiye Türklerine düşer. Tabii ki bu da Türkiye’yi yönetenlerin Türklüğü; dili, tarihi ve kültürüyle bilmeleri ve benimsemeleriyle olur. Yani Türkiye’deki insanlar ve özellikle yönetim kademelerinde bulunan insanlar “ben Türküm, Türk oğlu Türküm” diyerek Türklüklerini hissedecekler ve bu hissi nabızlarında duyacaklar.”
Haftaya devam…