Yirmibirinci Yüzyılda Turan

Bir hayalim var... İstanbul’dan trene biniyorum. Tûran Ekpresi... Yemekli, yataklı, konforlu vagonlarla dağ, tepe, nehir, vadi, Türk coğrafyasını katediyor, istasyonlarda dura kalka, Almatı’ya kadar gidiyorum.


Paylaşın:

Yıllar önce, 1992 yılında, New York Türk Günü yürüyüşünde -ki en başarılı yürüyüşümüz olarak hatırlarız- bir pankart vardı kortejde: “Türkiye Büyüyüp Tûran Olacak!” Yürüyüşe katılmak üzere Türkiye’den gelen bakanlarımızdan biri bu cümleden duyduğu rahatsızlığı dile getirmişti. Cümleden duyulan rahatsızlık belli ki “Tûran” kelimesinden geliyordu!

Daha iki ay önce, o senenin mart ayında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda 5 yeni Türk devletinin kabul merasimini, bina önündeki gönderlere 5 yeni Türk devleti bayrağının çekilişini takibetmiş biri olarak, bakan beyin bu rahatsızlığını çok yadırgamıştım. Birleşmiş Milletler önünde on ay önce de,  Esir Milletler Haftası çerçevesinde yapılan gösteriye katılmış, “esir” kelimesinin mânâsı altında ezilmiş, gözlerimin önüne boynuna zincir vurulmuş insanlar gelip durmuştu. Şimdi aynı meydana istiklâlini kazanan 5 Türk devletinin bayrağı çekilmişken… Yüreğimizdeki heyecanı söndürmek için mi konuşuyordu sayın bakan? Rahatsızlık o 5 devletin adının esir milletler yürüyüşlerinde göründüğü zamanlarda dile getirilmeli değil miydi? Evet, Tûran’dan korkulduğu, Tûrancı’lara öcü gibi, Tûrancılık’a vatan hainliği gibi bakıldığı dönemler olmuştu ülkemizde. Hâlâ mı tehlikeli bir kelime sayılıyordu?

Ben çocukken etrafımda “komünist” kelimesini duydukça, artık nasıl menfi bir tavırla söylüyorlardıysa, böyle “canavar” gibi iri, kara, karanlık birşey tahayyül ederdim. Sonra büyüyünce, komünizmin siyasî, sosyal, ekonomik bir sistem, “komünist”in de canavar değil, “bu sisteme, bu yönetim biçimine bağlanmış insan” olduğunu anladım. Bazıları Tûran’ı da, Tûrancı’yı da “canavar” sanıyor; yaşça da, başça da ne kadar büyürlerse büyüsünler, Tûran’ın “canavar” olmadığını bir türlü anlayamıyorlar!

Peki nedir Tûran? Tûrancılık nedir?

Tûran ismi Farsça’dır, “Türklerin yaşadığı yurt” anlamında kullanılır. Bizim dilimizde ondokuzuncu asrın sonlarında görünmeye başlamıştır. İran kaynaklarındaki rivayetere dayanarak söylersek, efsanevî hükümdar Feridun geniş ülkesini üç oğlu Selm, İrec, Turac arasında paylaştırır,  Çin ve Türk diyarı Turac’a düşer. Sonra kardeşler arasında iktidar savaşları başlar. Sonunda sınır belirlemek için ok atılmasına karar verilir. Fars diyarından atılan ok Amuderya üzerine düşer ve bu ırmak sınır kabul edilir. Öteki tarafına Tûran, beriki tarafına İran denir. Bu iki kardeşin adını İr ve Tur diye zikreden destanlar da var. Böylece Tûran, Farsça çokluk eki almış bir kelimedir ve  “Türkler” demektir. Fakat efsanelerden yola çıkan etimolojiyi bir yana bırakalım, üzerinde kesin fikir birliği olan şudur: Tûran, “Bütün Türk boyları ve onları içine alan coğrafya” demektir. Ziya Gökalp’e göre, “Türk kelimesi bugün sadece Türkiye Türklerini ifade eder hale gelmiştir. Türkiye Türklerinin dışındaki Türk boylarını ifade etmek için de bir kelimeye, müşterek bir ünvana ihtiyacımız vardır, işte o müşterek ünvan Tûran’dır.”

Tûran’ı önce Gökalp’ın meşhur manzumesinde hemen hemen muhayyel bir ülke olarak buluruz:

Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan,

Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir: Tûran!

Gökalp, dört bir yandan, içeriden, dışarıdan darbeler yemekte olan Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmış olan mâneviyatını tamir etmek üzere, millet esasına dayanan, sınırları çok geniş bir vatan ülküsü geliştirmişti. Bu ülkünün siyasî bir birlik, dünyadaki Türkleri bir bayrak altında toplamak değil; Türk boyları arasında müşterek bir kültür, dil, edebiyat vücuda getirmek olduğunu Türkçülüğün Esasları’nı okuduğumuzda anlıyoruz. Gökalp hep bu üçünü tekrar eder.

Yani mesele… Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gibi:

Yedi kez yabancıya el uzatırken, neden

Benim yüzyıllık tasam soydaşıma dert değil?

diye sorabilmektir.

Mesele, Yavuz Bülent Bâkiler gibi:

Gönlümü sımsıcak alan topraklar,

Tiyanşan, Kadırgan dağlarına dek uzar,

Kim demiş vatanım Edirne’den Kars’a kadar?!

diye sorabilmektir. Bu demek değildir ki Tiyanşan, Kadırgan dağlarına kadar ele geçirelim, tek bayrak asalım. Asla! Gönül birliğidir bu. Tasada, kıvançta birliktir. Dilden, halden anlamaktır. Kırım Türkü Gaspıralı İsmail Bey’in, yirminci asrın başlarında dediği gibi: Dilde, fikirde, işte birliktir.

Kısacası Tûran, Türk Dünyası demektir. Türk dünyasının birliğini, dirliğini, itibarını, refahını istemektir. Halk şairi Dertli’nin, saz çalmasına “haramdır, günahtır” diye lâf söyleyenleri:

Be Allah’ın şaşkın kulu,

Şeytan bunun neresinde?

diye kınaması gibi, vatan hainliği yahut tehlike yahut rahatsızlık bunun neresindedir?

Amerikalı siyahî lider Martin Luther King Jr.’ın meşhur sözünü bilirsiniz: “I have a dream…” Bir hayalim var! Ve devam edip gider hitâbesi.

Bir hayalim var…

Benim de bir hayalim var!

İlkokul yıllarımda Tercüman gazetesinde bir çizgi roman okurdum. Tarkan mı Karaoğlan mı, öyle birşey. Orada Fergana, Buhara filan geçerdi. Büyülü isimler… Bu şehirler dünyanın tam neresindeydi bilmezdim, ama Türk diyarı olduklarını bilirdim. Bir de yiğit, yağız delikanlı vardı tabiî! Yıllar sonra, 1992 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurul salonunda 5 Türk cumhuriyetinin, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan, Kazakistan’ın kabul törenini takibederken, hele de Azerbaycan delegesi kürsüye çıkıp “Möhterem başkan, möhterem hanımlar, beyler…” diye Türkçe hitabetmeye başlayınca birden kendimi bir atın sırtında doludizgin Orta Asya steplerinde, Buhara’ya, Fergana’ya doğru koşuyor sanmıştım. Öyle bir coşkunluk! Hayale dizgin vurulmuyor! Gerçekleşmeyeceğini bile bile. Ata binmek kim, ben kim?

Ama şimdi bir hayalim var! İstanbul’dan arabaya atlıyorum. Anadolu’yu boydan boya geçip Sarp kapısından çıkıp yola devam ediyorum. Çok şeritli otoyollar… Emniyetli ve zevkli. Tiflis’ten geçip Bakü’ye doğru devam ediyorum. Bakü’den arabalı vapura binip  Hazar Denizi’ni aşarak Türkmenbaşı limanına çıkıyorum. Oradan Aşkabat, Semerkant, Buhara, Taşkent, Fergana, Bişkek, Almatı’ya revân oluyorum. Oradan ver elini Urumçi…. Yol boyunca benzin istasyonları, alışveriş merkezleri, dinlenme tesisleri, lokantalar, oteller mükemmel. Yol kenarlarında tarlasında, bahçesinde, tezgâhında ürettiği malı satanlarla alışveriş yapıyorum, sohbet ediyorum, adresler alıp veriyoruz.

Bir hayalim var… İstanbul’dan trene biniyorum. Tûran Ekpresi… Yemekli, yataklı, konforlu vagonlarla dağ, tepe, nehir, vadi, Türk coğrafyasını katediyor, istasyonlarda dura kalka, Almatı’ya kadar gidiyorum. Biniyorum Türkmeneli Ekpresi’ne, Habur sınır kapısından doğru Musul, Kerkük… Ata binemem ama arabaya, trene de mi binemem? Havayolu ulaşımı insanları birbirine yaklaştırmaz. Sürat sağlar, o kadar. Ama coğrafyayı tanımak ve hissetmek istiyorsanız ayağınız yerden kesilmemelidir. Yol coğrafyayı vatan yapar.

Yine bir hayalim var… Sinop yarımadasından arabalı vapura binip Karadeniz’in rüzgârlarıyla beraber Kırım yarımadasına geçiyorum. Yalta’da karaya çıkıp arabayla devam ediyorum. Bahçesaray, Sivastapol..

Sonra hayalim var, bu yolculuklarımda benden pasaport, vize istenmiyor. Sınır kapılarından geçerken sınır polisleri kimliğime bakıyor, bir de yüzüme bakıyor, “Hoş gelişler ola!” diyor, o kadar. Oralardan yola çıkan Özbek Türkü, Kırgız Türkü, Kazak Türkü de aynı şekilde, rahatlıkla, güvenle, pasaportsuz, vizesiz Türkiye’ye geliyor. Yeni yeni dostluklar kuruluyor, kızlar-oğlanlar alınıyor veriliyor, mahallî kelimeler, mahallî türküler, atasözleri, deyimler, yemek tarifleri, âdetler birbirine karışıyor.

Yirmibirinci asırda Tûran, Türklerin üzerinde rahatlıkla, kolaylıkla, güvenle, keyifle, hiç bir endişe duymadan, zorlukla karşılaşmadan, pasaportsuz, vizesiz seyahat edebildikleri bir coğrafya olmalıdır. (Kırım ile Urumçi için şimdilik pasaport taşırız!) Tûran bir kara yolu, demir yolu, deniz yolu haritasıdır. Siyasî coğrafyanın sınır çizgilerini artık silmemiz mümkün değildir ama o coğrafyayı kara yolu, demir yolu, deniz yolu çizgileriyle örersek, bürokrasi formalitelerini de kaldırırsak, sınır çizgilerinin ayırdığı insanlar yeniden birbirlerine kavuşurlar. Yirmibirinci yüzyılda bizim “kızılelma”mız bu olmalıdır.

Bu hayali paylaşmayan var mı? Şeytan bunun neresinde?

Bu sene eylül ayının son günlerinde tren Hive’den Buhara’ya, Semerkand’a doğru yol alırken, Amuderya’yı aşıp Mâveraünnehir coğrafyasına açıldığımda, bozkır gecesinin karanlığına dalıp bunları hatırladım. Hayal ettiğim topraklar… İstanbul’dan uçakla geldim, yirmibirinci yüzyılın insanı süratı gözardı edemiyor, kabul! Taşkent Havalimanında “Huş kelibsiz…” dediler. Ata binmek gibi bir kaabiliyetim olmadığını söylemiştim… Amma trenle atayurdumda doludizginim. Trenin adı: Afrâsiyâb… Cebimde pasaportum var ama vize sorulmadı. Tanışıyoruz, anlaşıyoruz, adresler alıp veriyoruz. İşte Tûran!

Ve Silahlı Kuvvetlerimizin son yaptığı Barış Pınarı harekâtına destek veren devletlere bakınca…. Bütün dünya, din kardeşi bildiklerimiz bile karşımızda durup kınarken…Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi, Türk Konseyi… İşte Tûran!

Yazar

Ayşe Göktürk Tunceroğlu

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar