ATI(NI) KANDIRAN ADAM(LAR)

   13 Ocak 2015 Çok bilinen ve Buhari’nin yaşadığı rivayet edilen bir kıssa vardır. Buhari, Hadisleri araştırırken yaşadığı yerden çok uzakta bulunan ve çok “Hadis” bildiği söylenen bir kişiden “Hadis” almaya gider. Uzun bir yolculuktan sonra adama ulaştığında ilk olarak; adamın kaçmış olan atını yakalamak için külahını çıkarıp, ata doğru uzattığını görür. At, kendisine uzatılan […]


Paylaşın:

 

 13 Ocak 2015

Çok bilinen ve Buhari’nin yaşadığı rivayet edilen bir kıssa vardır. Buhari, Hadisleri araştırırken yaşadığı yerden çok uzakta bulunan ve çok “Hadis” bildiği söylenen bir kişiden “Hadis” almaya gider. Uzun bir yolculuktan sonra adama ulaştığında ilk olarak; adamın kaçmış olan atını yakalamak için külahını çıkarıp, ata doğru uzattığını görür. At, kendisine uzatılan külahın içinde yem olacağı hissi ile külaha doğru yaklaşır ve sahibi de atı yakalar.  Buhari, atın sahibine; “o külahın içinde ne vardı?” diye sorar. “Bir şey yoktu” cevabını alınca: “Atı kandıran, insanları da kandırır” diyerek, ondan hadis almaktan vaz geçip, geri döner.

***

Ülkemizin aslında uzun zamandır yaşadığı ve bir yıldan bu yana iyice ortalığa dökülen; rüşvet, hırsızlık ve yolsuzluklarla ilgili olarak, ikbal ve istikbal uğruna, “Müslümanların” algısı yönetilmeye çalışılmaktadır. Bu algı yönetimi operasyonunda kelimeler o kadar dikkatli kullanılmaktadır ki hiç dikkat çekilmeden kavramlar anlam kaymalarına uğratılmakta, yeni haliyle de toplumsal algı yönlendirilmektedir. Hâlbuki doğru ve hak olan kavramların yerli yerinde ve gerçek anlamları ile kullanılmalarıdır. Aksi halde doğrular değişikliğe uğrar, doğruların yerini siyasi hedefler için yapılan “içtihat(!)”lar alır.

Yaşanılan süreçte, yazdığı yazılarda verdiği hükümlerle çok tartışılan Prof. Dr. Hayrettin Karaman’ın 18 ve 19 Aralık 2014 tarihlerinde; hak, vazife ve kul hakkı “kavramları” üzerine, biri diğerinin devamı olarak yazdığı iki yazı da gelecekte yapacaklarının/yapılacakların işaretlerini taşımaktadır.

Gelecekte ne olabileceğine dair öngörümüzü bu satırların sonuna bırakarak, önce bu yazıları bir “Müslüman” olarak yüce Dinimiz ve bir “Türk” olarak egemenliğimiz açısından değerlendirelim.

***

Yazar; ilk yazısının girişinde (18. 12. 2014 Yeni Şafak, Hak ve vazife kavramları üzerine) insan haklarını Dini delillere dayalı (KANUNLARLA) korunan yetkiler” olarak tanımlamakta hakları iki guruba ayırarak, birincisini: “İnsan olduğu için insana verilen haklar” diye tasnif etmektedir. İşin can alıcı noktası tam da buradadır. Yazar; insanların diğer canlılara göre pozisyonunu STATÜ ve bu hakları da “STATÜ HAKLARI” diye isimlendirmektedir.

Statü; Türk Dil Kurumunun sözlüğünde; “Bir kimsenin, bir kurum veya bir toplum içindeki durumu” olarak verilmektedir. Yani, “statü” toplum içerisinde, insan(lar)ın birbirine göre bulunduğu yeri belirlemektedir. Dolayısıyla insan olarak yaratılmak bir “statü” değildir.

Bu tanım doğru kabul edildiğinde; bir toplumdaki çeşitli kesimlerin/gurupların/kümelerin birbirine nispetle taleplerini “Din’in vazettiği hak” olarak görmek şart haline gelmektedir. Yani verilen hükümle, kavramda anlam kayması sağlanmış olmaktadır.

***

Birinci yazıdaki diğer anahtarlara bakalım: Ferde ve topluma verilen HAKLAR insanların fert ve toplum olarak menfaat ve İHTİYACINI karşılamalıdır. Ancak menfaat ve ihtiyaçların çeliştiği, çatıştığı da bir gerçektir. Toplum veya BİR GURUP için mesalih (FAYDALI) OLAN bir şey, fert veya BAŞKA BİR GURUP İÇİN ZARARLI OLABİLİR. Eğer HAKLAR VE MENFAATLER, fertlerin veya BAŞKA GURUPLARIN İSTEKLERİNE GÖRE VERİLİRSE ÇATIŞMA, dengesizlik ve HAKSIZLIK KAÇINILMAZ OLUR.”

Öncelikle, bir ferde ya da guruba verilenHak ve menfaatdiğerine verilmemişse bu bir hak değil ayrıcalıktır. Bunun adına hukukta İMTİYAZ denir. Bu sefer de bir kavramın yanlış tarif edilmesi söz konusudur ki yanlış üzerine de bir hüküm tesis edilemez.

Hiçbir hukuk sistemi yoktur ki, aynı sınırlar içinde yaşayan toplumun içindeki bir parçaya da gurup için diğerlerinden ayrı hak tanımlaması yapmış olsun. Bu hukukun evrenselliği içinde yoktur. Böyle bir ayrıcalık, “farklı haklara” sahip olanların birbiri ile çatışmasını kaçınılmaz bir hale getirir.

Böyle bir durum siyasidir ve ancak birbirinden ayrı siyasi yapılanmalar için geçerli olabilir. Bu da ayrı devlet ya da devlet yapılanması anlamına gelmektedir. Kaldı ki; özerklik de, federasyon ya da konfederasyon da böyle bir farklı devlet yapılanmasıdır.

Ayrıca; Yüce Dinimiz İslam vahdet ve tevhit dinidir. Ve en önemlisi de bütün insanların kul olarak değerlendirildiği adalet ve eşitlik dinidir. Cenab-ı Hak, insan olmakla kullarını eşit yaratmış ama onların kendi iradeleriyle tercih edecekleri yaşantı ve davranışlarıyla da adaleti tesisi etmiştir. Dolayısıyla toplumsal yapılanmada da “gurup, küme ya da topluluk” değil, sadece eşit kişi/eşit birey olmalıdır. Yukarıdaki gibi hükümler ayrılıklara yol açabilecektir.

***

19. 12. 2014’de yazılan ikinci yazıda (Hak, vazife ve kul hakkı) önce yükümlülükleri, kişisel (ayni) ve yeterli sayıda birilerinin yapabileceği (kifai), olarak ikiye ayırmaktadır.

Yazar;Nassın bulunmaması durumunda İCTİHAT, örf, teamül devreye girer; hak bu kaynaklara dayanılarak belirlenir. (…) DAHA ÖNCE HAK OLMADIĞI HALDE ALINMIŞ, yararlanılmış, kullanılmış mal ve hizmetler HAK SAHİBİNE İADE veya tazmin edilmelidir. (…) İSLAM’I BİR HUKUK REFERANSI OLARAK KABUL ETMEYEN SİSTEMLERİN HÂKİM OLDUĞU YERLERDE YAŞAYAN MÜSLÜMANLAR İŞLERİNİ, MECBUR KALDIĞI SÜRECE MEVCUT MEVZUATA GÖRE YÜRÜTÜRLER. DURUMA GÖRE YA İŞ BAŞLAMADAN önce VEYA resmi işlem BİTİNCE, hakkın tarafları arasında, İslam’a göre hak alışverişi yapılır, HAK VE BORÇLAR ÖDENİR. (…) ‘emir ve hüküm’ çerçevesine giren ’hak ve vazife’ belirleme işi de Allah’a aittir. Hak ve vazifeyi belirleme işini bir fert veya zümre yahut da yerine Allah’ın üzerine almış bulunması, BİR TARAFA ÖNCELİK VERİLEREK DİĞER TARAFIN EZİLMESİNİ ÖNLEMEKTEDİR.

Bu bölümde de, dikkatli bakılmadığı takdirde pek açık olmayan bir şekilde ve diğer yazılanlarla birleştiğinde; verilmesi gereken haklarınaslında kul ya da fert hakkı değil gurup hakları olduğu ve zamanı gelince “Hak sahibine(!) iadesinin gerektiği” anlaşılmaktadır.

Samimi Müslümanların algısına yönelik olarak, bahse konu hakların;Kifai farzkapsamında “Müslümanların bir kısmı tarafından tespit edilebileceği, bütün Müslümanların da bu tespitlere uyarak” iade edilmesi işlenmekte, tipik bir “sizin yerinize (de) biz” düşünürüz yaklaşımı sergilenmekte sanki külah uzatılmaktadır.

2015, “… Vaziyet ve manzara-i umumiye”

Türkiye; Türk Milletinin egemenliğinin paylaşılmasına doğru giden bir rotaya sokulmuş, gittikçe artan bir hızla yol almaktadır.

Çözüm süreci dedikleri, “analar ağlamasın” gibi sihirli bir cümle ile gizlenen, sonuca ulaşana kadar kamuoyuna konuşulmama kararı alınan tehlikeli bir süreç yaşanmaktadır. Engel olunamadığı takdirde bu sürecin sonunda, Vatan topraklarının bir kısmında önce özerklik, orta vadede ise bağımsızlık görünmektedir.

Peki, Türk Milleti bu süreci nasıl karşılayacaktır? Bu sorunun cevabı; “doğru bilgilendirildiği takdirde elbette gidişatı engellemesini ve tersine çevirebilmesini sağlayacak gücünü kullanacak”tır. Bu gücün varlığı net bir şekilde, Açık Toplum Vakfı ve Boğaziçi Üniversitesinin ortaklığı ile Prof. Dr. Hakan Yavuz’un çalışmasında kendini göstermektedir*.

Bu araştırmada, “Anadilim Türkçe”dir diyenler %94’e varmaktadır. Bu sonuç Türk Milletinin bağlarının ne kadar güçlü olduğunu göstermektedir. Fakat bu bağlar çok güçlü olmakla birlikte yıkılmaz da değildir.

Türk Milleti, bu bağlar üzerine olağanüstü ihtimam göstermelidir. Özellikle; suret-i haktan görünüp de, kendisini eksik ya da yanlış değerlendirmelere yönlendirenlere karşı durmalı, kendisine külah uzatılmasına” da aldatılmasına da izin vermemelidir.

***

 

Tekrar değerlendirdiğimiz yazılara dönerek; iki yazıdan yapılan alıntılardaki büyük harflerle yazdıklarımızı bir araya getirdiğimizde: Çözüm süreci denilen Türk Milletinin egemenliğinin paylaşılması sürecinde aşağıdaki gibi bir içtihatla/fetvayla(!) karşılaşmak bizim için hiç de sürpriz olmayacaktır. Sanki hazırlıklar bu yöne doğrudur;

“İnsan hakları, Dini delillere dayalı (kanunlarla) korunan yetkilerdir ve statü hakkıdır. Bu haklar toplumun menfaat ve ihtiyacını karşılamalıdır.

Eğer haklar ve menfaatler, fertlerin veya başka gurupların isteklerine göre verilirse çatışma, dengesizlik ve haksızlık kaçınılmaz olur. Bu da toplumun menfaatine aykırıdır.

Bugüne kadar Türkiye’de; ret, inkâr ve asimilasyon politikaları izlendiğinden ümmetin bir kısmının hakları gasp edildi. Hâlbuki bu, Allah’ın hükmüne aykırıdır. Bir gurup ya da bir zümre diğerini ezemez, haklarını vermezlik edemez.

Türkiye; şimdiye kadar İslam’ı hukuk referansı olarak kabul etmediği için Müslümanlar işlerini, mecbur kaldığı için mevcut mevzuata göre yürüttüler.

Artık hakkın tarafları arasında, İslam’a göre hak alışverişinin yapılması ve borçların ödenmesi zamanı gelmiştir.”

Karşılaşır mıyız, ne dersiniz?

Hiç Atı(nı) aldatan adam(lar)ın sözleri muteber olur mu?

 

Yazar

Hakan Paksoy

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar