Yükleniyor...
Öncelikle belirtmeliyim ki gecenin bir âlemi kalkıp da bunları yazmama sebep olan kişi yani beni bu yazıya azmettiren kişi Prof. Dr. Konuralp Ercilasun’dur.
Bunu belirtmemin iki sebebi var: Ola ki meselâ Türk-İslâm ahlâk ve faziletine aykırı bir iş yaptığımı düşünüp de beni “casus”, “kâfir” vs diye suçlayacak biri çıkarsa, hocanın kendisinin, kabahati doğrudan üstüne atabileceğim biri olmasından…
İkincisi de bu yazıyı okuyanların aramızdaki çocukluk arkadaşlığı hukukuna bakarak beni kıskanacaklarını düşünmemdendir.
İyi de bunların bilim felsefesi gibi afili bir başlıkla ne ilgisi var? Dahası benim bilim felsefesi gibi bir konuda konuşmaya kendimi yetkili görmem nereden çıkıyor?
Bundan önceki üç paragraf (yoksa dört mü?) aslında bu soruları cevaplıyor. Yani evet… İyi bir yerden torpilim var. Bu kadar…
Toprağı bol olsun, Umberto Eco (ki bana sorsanız kendisini “rahmetle” anmayı tercih ederdim ama… Ve ayrıca bu denli yetkin bir ortaçağcının “Gülün Adı” adlı kitabını okuyanların, asıl demir leblebisinin “Foucault Sarkacı” olduğunu bilmediğine inanmak istemem…) “Yeni Yüzyıl” adlı bir gazetede yayınlanan haftalık yazılarının birinde şöyle diyordu: “Tanrı bir akademisyen olsaydı, kitabını yayınlattıramazdı çünkü kitabının atıfları yoktu…”
Genç bir liberal arkadaşım bir gün bana piyasayla ilgili “Harward Usulü” (anladıysam Arap olayım ama “bol atıflı bir yazı” demek istiyordu herhalde) ciddi bir makale yazmamı istemişti. Elbette yazamamıştım. Bu arada doktora yaptığımı ve hâlâ bahsi geçen “bilimsel makale” yazımına ısınamadığımı belirtmeliyim… Her neyse…
Aklıma gelmişken Cem Yılmaz’ın, “On adımda Anadolu Rock” adlı skecinden bahsetmek isterim. Üstad bu skecinde, “ Başkasına, ustalara atıfta bulunun..” der. “Karac’oğlan der ki…” “Dadaloğlu der ki..” gibi şeyler söyleyin. Yani “Beni boş ver, bak falanca ne diyor?” falan gibi referanslar verin!” vs diyordu.
Üstad Cem YILMAZ’dan aldığımız derse göre “atıfların şahadeti”, fikirlerin asaletinden daha önemliydi. (Çok pis aliterasyon yaparım bu arada…)
Elbette bir de şu meşhur Dunning-Kruger cahil cesareti sendromu vardı ki işin sarpa sardığı yer tam da burasıydı. “Bilgisi yok, fikri var…” etiketi, Hogwarts iksir derslerinde bence kesinlikle en popüler olan şişelere yapıştırılması gereken bir şeydir. Öyle bir şey yok mu? Harry POTTER hayal kahramanı mı? Hadi ya? E ben onu basbayağı gerçek sanıyordum? Tamam! Şimdi anladım! Onu yanlış yerde aramışım! Oğlan King’s Cross’tan trene biniyordu, değil mi? Eh tutup da Ulusal Portre Galerisi’nden çıkınca doğruca Charing Cross’a girersen olacağı bu! (İsteyenlere ücreti mukabili kendi yazacağım bir sokak sokak Londra gezisi rehberi yollayabilirim…)
Tamam… Kızmayın… Lütfen kızmayın. Bütün bunları kısmetse bir yere bağlayacağım. Yani öyle umuyorum…
Peki ama… Buraya kadar daha önce de belirttiğim gibi Türk İslâm ahlak ve faziletine yakışmayan bir laubalilikle konuşurken… Bu kadar “boş lâfı” neden sarf etmiş olabilirim?
Yoksa o kadar boş konuşmamış olabilir miyim? Ne dersiniz? Belki sadece alıştığınız ciddiyet normlarına uymamışımdır. (Belki de bu laf salatası kendi atıflarını numaralandırılmış bir liste halinde olmasa da çaktırmadan size sunuyordur, ne dersiniz?) Belki Türk İslam gelenek ve göreneklerine uymayan bir tarzdır benimkisi ve sadece bunun için bile kınanmayı hak ediyordur. Öyle ya bizde “üslup her şeydir”!
Yazıya buraya kadar sabredebildiyseniz ne âlâ… Gösteri bitti, dağılabilirsiniz…
Demeyeceğim…
Sanırım sıkıcı bölüme geçmenin zamanı geldi.
Bilgi insanoğlunun “en temel ihtiyacı”. Çok mu büyük bir iddia oldu? İsterseniz ilkel insanın, neyin yenip neyin yenmeyeceği ile ilgili tecrübelerini bir düşünelim. İnsan bunu “bilmeliydi”. Peki ama bu bilgiyi nasıl elde etti? Herhalde önce çevresindeki hayvanların beslenme davranışlarını gözledi. Bu gözlemlerde tekrarlanan düzenlilikleri kafasının bir yerine not etti. Hatta bu notları mağara duvarlarına aha sonra Picasso’ya esin kaynağı olsunlar diye karaladı. (Şaka yaptığımı düşünenler, Picasso’nun boğa eskizleri serisine bakabilirler…)
Peki ama neden böyle olmak zorundaydı? Yani insan bilmeden yaşayamaz mıydı? (Eh… Günümüz toplumunda bilmeden yaşayabilen ne çok insan olduğuna bakınca savımız biraz saçma görünüyor, ben de farkındayım.) Ama maalesef insan bilmeden yaşayamıyordu. Çünkü yaşamsal bilgileri, aslan, kaplan, çöl faresi vs hayvanlarının kafasında olduğu şekilde onun kafasına işlenmemişti. Yani bugünün deyimiyle insan bir “işletim sistemiyle” dünyaya gelmemişti. Elbette ağzının yemek içmek için var olduğunu görüyordu. Elbette ayakları onu bir yerden bir yere taşıyordu. Ama doğa ona aslanlara sunduğu mönüyü sunmamıştı. İnsan, mönüsünü kendi başına oluşturmalıydı. (Tamam da köri soslu tavuğu pişirmek nereden aklına gelmiş olabilir ki? Yanlış anlamayın ben şahsen köri soslu tavuğa bayılırım…) Görüldüğü gibi ilkel insan daha o zaman bile yemek bilgisini aslanların, kaplanların ve elbette gergedanların bilgilerine dayandırmak zorundaydı. “O ölmüyorsa ben de herhalde ölmem, değil mi?” aklı evvelliği sayesinde ilkel insan, soyunu sürdürebildi. (Hem de hemen hemen hiç değişmeden…)
Günümüzde “bilimle” ilgili önermelerin (Bilimle ilgili olmaya önermeler olabilir mi? Ama daha önce “önerme” derken neden bahsediyoruz?) karşılaştığı ilk soru şüphesiz “Nereden biliyorsun?”dur. İşte atıflar, bir şey nereden bildiğimizi el âleme gösteren kanıtlardır. Yani bir laboratuara girer, bir dizi deney yapar ve sonra elde ettiğiniz verileri yorumlar, sonra da bunları destekleyen kanıtlar olduğunu gösterebilirseniz yaptığınız iş “bilimsel” olur. Böylece bir “bilgi” oluşturmuş olursunuz. Aynı şeyi sosyal bilimlerde de tezinizle örtüşen başka tezleri ortaya koyarak yaparsınız. (Yani öyle olduğunu tahmin ediyorum… Ne de olsa ben altı üstü bir polimerci adayıyım…) Hadi önerme derken neden bahsettiğimizi de söyleyelim de “adam bilmediğini bizden öğrenmek istiyor, yemeyiz!” demeyin. Önerme, “doğruluğu veya yanlışlığı kanıtlanabilen cümlelere” denir.
Deney, algılarımızın önünde meydana getirdiğimiz bir sistem olayıdır. (Ben) “Sistem” nedir? Sistem, “üzerinde inceleme yapmak üzere ayırdığımız bir evren parçasıdır.” ( Beni boş verin, Yüksel Hoca (SARIKAYA) der ki…)
İş, dönüyor, dolaşıyor, algılarımıza geliyor. Eşiniz “biraz hızlı gitmiyor musun aşkitom?” diye sizi yan koltuktan iğnelerken hız göstergesinde sizin de onunla aynı hızı gördüğünüze inanıyordur. Yani düşünsenize siz doksan km/s (Türkçesini yazdım, ukalalık istemez) görürken eşiniz yüz doksan km/s hız görseydi, ne büyük bir felaket olurdu! (Kaza yapma ihtimalini düşünmüyorum bile… Bu resmen bir aile faciası demektir!)
Bir dakika! Bazılarınızın aklına hemen geliveren birkaç örneği tahmin ediyorum. “Hocam sen hiç mi Matrix seyretmedin?” diyecek birkaç aykırı okur bekliyorum. Şahsen “Total Recall”, “Gizemli Şehir” gibi örnekleri biraz daha romantik bulsam da Matrix de baba bir örnektir.
Yani? İş dönüp dolaşıp algılarımıza geliyor ve algılarımız da dış etkenlerle çarpıtılabiliyorsa… “Var olduğumuzu nereden bileceğiz?”, değil mi?
Bilim adamları standart şartlar altında yalıtılmış bir sistemde insanoğlunun aynı şeyleri hep aynı şekilde göreceği “bilgisine” dayanırlar. “Hayır efendim! Thomas Kuhn öyle demiyor, bir kerem! O, paradigmaların birbirlerini yanlışladığını söylüyor!” diyecek bir şirin bekliyorum!
Buna şöyle cevap veririm. Yerçekiminin var olmayabileceğini düşünebilirsiniz ama yüksek bir binada bakarken ayağınızın kaymamasına kesinlikle dikkat edersiniz. Yerçekimi ivmesinin değeri hakkında da farklı bir fikriniz olabilir ama bir paraşüt atlayışı yaparken yerde soyut bir resim haline gelmemek için dua edeceğiniz kesindir.
Hadi kestirmeden şu sonuca varayım da işi tatlıya bağlayalım… Diyelim ki bir matrikste yaşıyoruz ve bunun farkında değiliz. Ne fark eder? Rıfkı Hoca (ki kendisi tanıdığım belki de en iyi matematik öğretmenidir…) “İki kere ikinin beş ettiği bir sistem de siz kurun, alın size matematik” derdi. Sorun iki kere ikinin beş ettiğini uydurmak değildi elbette… Geri kalan bütün bir sayı kümesini buna göre tanımlayabilmekti…
Hadi gene bir başka dala sıçrayalım ve mesela David Hume ve George Berkeley ne diyor bakalım. Bu iki filozoftan öğreneceğimiz şey şudur: “Algılarımıza değen olayların yarattıkları izlenimlerin sürekli düzenlilikleri bizde düzenli bir dünya fikrini meydana getirir.”
Peki ama buradan ne anlarız? Buradan anlayacağımız şey de şudur: Algılarımızı aşan bir gerçekliği, bilemeyiz. Dolayısıyla algılarımız çarpıtılmaya, aldatılmaya ya da yanılmaya ne kadar müsait olursa olsun, gerçeği görmek için bütün bu sapmaları bertaraf edecek bir takım “algı temizleyicisi ve aynı zamanda algı çevirmeni” araçlar takımı yapmamız gerekir ki bilimin aslında bütün uğraştığı şey budur. Hemen açıklayalım da kavga çıkmasın.
“Madem görmediğin şeye inanamıyorsun… Spektrumun ötesindeki dalga boylarına ne diyorsun?” diyecek okurun boynuna sarılacağım.
Ona da şöyle cevap vermek isterim: “Cancağazım… Biz zaten kızılötesini ‘göremiyoruz’. Sadece aletlerin kızıl ötesi dalga boylarının, görünür hale getirilmesiyle gece görüş dürbünlerini yapabiliyoruz. Yani kızıl ötesini algı sınırlarımızın içine bir şekilde taşıyor, göçürüyor ya da onu ‘algılarımıza tercüme ediyoruz’.” Ya da başka bir şekilde ifade edersek Japonya’da bir Japon’un size küfrettiğinizi anlayamazsınız. Ne zaman çevirmeniniz “Abi! Yalnız bu herif sana çok pis küfretti, aile efradına şunları şunları söyledi” dediğinde, “herifin” sözlerini “algılayabilirsiniz”. Tercümeden önce o sözler sizin için “uzak dalga boyları” gibidir.
Ya da Matriks örneğine dönecek olursak… Neo’nun Kung-fu antrenmanında soluk soluğa kalmasına gerek olmadığını öğrenmesi bize hoş bir sürpriz olarak görünür. Buna karşılık Morpheus’un “Matrikste ölürsen gerçek hayatta da ölürsün. Vücut bilinçsiz yaşayamaz” sözlerini nedense çoğumuz dikkate almayız.
O halde neyin gerçek olduğunu nereden bileceğizdir? Diyelim ki Nabukadnezar da aslında başka bir matriksin içinde yüzmektedir. Bir üst matriksin olup olmadığını bilmemiz mümkün müdür? Belki fakat… Bu kez keşfettiğimiz “gerçekliğin” başka bir matriks olup olmadığı şüphesi ortaya çıkar. İşte bu yüzdendir ki içinde yaşadığımız evrenin, algılarımızca sağlanan tutarlılığı bizim için “gerçekliktir”. O halde şimdi bir “gerçek” tanımı yapmaya çalışalım mı?
Birkaç kitap, birkaç yazar ve birkaç filmden sonra gerçeğin ne olduğuna dair bir şeyler söyleyebilir miyiz acaba? Mesela gerçeği şu şekilde tanımlasak nasıl olur? “Gerçek, kendisinden başka bir şey olamayacağı anlaşılmış şeydir.”
İşte ağır ceza mahkemelerinden, fizik laboratuarlarına kadar pek çok yerde bulmağa çalıştığımız şey budur: Gerçek!
“Kanıtların” bütünselliği ile artık başka türlü görülmesi mümkün olmayacak bir resmi keşfetmeye çalışırız, yani gerçeği.
“Peki ama bütün bunların Türkçü bir yayın organında işi nedir?”, “Bir Türkçü’nün gerçeği bilmekle ne işi olabilir?”, “Gerçek ne işimize yarar?”, “Gerçek bizim neyimiz olur?”, “Zaten bir alay profesör burada yazarken senin bilgi zırvalarınla kim ne yapsın?” gibi soruları da bir başka yazıda cevaplayalım.
Her neyse… Bir sürü düşmanlıkla ve alabildiğine cehaletle kuşatıldığı bir devirde…
TANRI TÜRK’Ü KORUSUN!
Not: “Bilgi” kavramına yeterince değinemediğimi sanıyorum. Bir başka ukalalığımızda ona da değinelim, olmaz mı?