Yükleniyor...
Gecenin mayası ne güzel tutmuştu. Mimar Kemal’in parmaklıklarına tutunup okulu şöyle bir süzdü. Burnuna uzak ekmek kokuları geliyordu. Kirli eliyle burnunu sildi.
Akman’ın kapanmasına üzülmüştü. Onun şef garsonu güzel poğaçalar verirdi arada. Ama bak işte… Mülkiyeliler duruyordu ya yerli yerinde. Ankara’nın göğünü örten nobran binaların aksine Mülkiyeliler ne mütevazı ne müşfik duruyordu.
Arabasını getirip Mülkiyeliler’in duvarına dayadı.
El ele yürüyen gençleri seyretti bir müddet. Ne güzel şeydi, el ele yürümek. O gece eve geç gidecekti.
Eve gidesi de yoktu ya… Evde bekleyeni kalmamıştı.
Beli azıcık ağrıyordu. Belinin ağrısını da seviyordu. Belinin ağrısından bahsedince… Hani ya ekmeğini taştan çıkardığını biliyordu.
Karısı iki yıl önce ölmüştü. Kızları çoluk çocuğa karışmışlardı. Arayıp sordukları yoktu. “Amaaaan! Varsın arayıp sormasınlar…. Sağlıklılar ya ben ona bakarım. Cebinden bir fotoğraf çıkardı. Fotoğrafta iki afacan omuz omuza durmuş sırıtıyordu. İki teyze oğlu fotoğrafta o gülüşleriyle dedelerinin gönlüne havai fişekler atıyordu. Bir de ellerinde birer Türk Bayrağı tutuyorlardı ya… İşte daha bir şenlendiriyordu gönlünü.
“İt oğlu itler!” Dedeleri öyle severdi onları…
Yere çöktü. Duvarın serinliği içini doldurdu. Yakınlardaki banklara oturmak istemedi. İnsanları ürkütmek istemezdi, tiksindirmeyi hiç istemezdi. Hiçbirine kızmazdı, haklılardı. Kim, leş gibi kokan bir adamla yan yana oturmak isterdi ki?
Eve gitmek istemiyordu. Eve gitse… Komşusuyla karşılaşacaktı, muhtemelen. O da karısını iki yıl önce kaybetmişti. Herif uykuyu evinden kovmuştu zahir. Aklına sayısız nasihat doldurmuştu, nereden edinmişti, kimbilir? Şimdi görse “Sabır müminin silahıdır!” diye başlardı, değil mi? Ona nasıl anlatılırdı ki gece fakir bir yatakta, sıcak, sevgili bir tenin değmesi olmadan yalnızlığın soğuğuna uzanmak ne demektir.
Yüksel güzeldi. Karısının adı da Yüksel’di. Belki o yüzden bu caddeyi severdi. Binaların hâlâ boğamadığı akasya sabrıyla öylece beklerdi Yüksel, Ankara’nın cumhuriyet bağrında.
Sırtını serin duvara dayamıştı. İçeriden gelen sesleri de severdi. Arada bir üzücü konuşmalar işitirdi. O zaman içi burkulurdu. Şakalaşmaları işitince sevinirdi. O şakaları işleyen dili severdi. Ne de olsa bir kâğıt işçisiydi. Arada bir taşıdıklarına göz atardı. Göz atınca kirli eliyle burnunu silerdi. Silerdi çünkü bu… Çünkü o kâğıtları o güzel dille dolduranlara duyduğu bir hayranlığı gösterirdi. Tabii gözlerinin nemlendiğini söylemezdi kimseye. “Okumuş adam gibisi var mı len!?”
O gece işittiklerine ise bir anlam veremedi.
“Türk mürk kaldı mı yahu?”
“Komik bunlar dostum, komik. Artık edebiyatı da bunlardan temizlemek lâzım.”
“Tabii canım! Geçen gün bir dosya geldi, baktım, içi dışı faşist pislik dolu. Bizim eski editör sevmiş ama o da az buçuk faşo!”
“Öyle ne yapacaksın? Geçen gün bir Kürt kız geldi, Doğu Beyazıtla ilgili bir distopya yazmış, görsen…”
“Hah! İşte para yapan, okunan bu dostum. Emekçilerin Türk faşizminden kurtulması için ilerici Kürt gerillasıyla birlikte bütün yazınsal güçler bir araya gelmeli.”
“Bırak lan şimdi yazınsal gücü falan da… Kız güzel miydi onu söyle..”
“Eh… Gideri vardı be. Ama yani… Kızın kitabını bassak var ya en az on bin gideri var.”
“Ulan öylesi bize de düşse ya!”
Gözlerini şöyle bir açtı. Kaşlarını şöyle bir kaldırdı. Sanki aklını yerli yerine böylece oturtabilecekmiş gibi bekledi, bekledi…
Mülkiyeliler’den böyle şeyler saçılmazdı değil mi sokağa?
Yoksa saçılır mıydı? İçeride bir Atatürk resmi görmemiş miydi?
Konuşmanın geri kalanını işitmemek için kalkmak istedi, ayağı kaydı, kalkamadı. İçi bulandı… O an Yüksel’in akasyaları bile gözüne görünmedi. İçine bir zehirli bulut bulanıklığı çöktü. “Ne diyor len bunlar?”
Bir eliyle yüzünü kapattı. Sanki bir başkasının utancını üstüne almıştı da ağırlığından yerinden kalkamıyordu.
Yine de kulağına iri saçmalar gibi saplanıyordu o sözler.
“Yahu distopya da iyi falan ama… Böyle daha toplumsal gerçekçi falan bir şeyler yok mu?”
“Boş ver hacım gerçeği falan. Gerçeği kim ne yapsın? Edebiyat ne hem? Bak biz de şöyle hapisten bir Kürt politikacı bulsak var ya satışları patlatırız şerefsizim!”
“Doğru diyorsun valla! Para orada… Bu andavallar daha Türk mürk diye uyurken Kürdistan kuruluverecek, ahan da o zaman…”
“Hah! Çoktan olmalıydı kardeşim, çoktan olmalıydı! Gecikti bile! O zaman ne satacağız biliyor musun? Kürtçe bilen editör falan almak lazım şimdiden..”
“Hahaha! Ulan şu dediklerimizi biri duysa ya da yazsa var ya millet onunla deli diye dalga geçer ha!”
“Tabii canım! Şimdiye kadar biz sustuk, azıcık da onlar sussun, dinlesin. Sen daha dur, daha biz neler diyeceğiz!?”
“Ulan bunun üstüne birer bira süper gitmez mi be?!”
“Gitmez mi be kardeşim!”
Giderdi herhalde… Biranın tadını şöyle böyle bilirdi. Esriklik güzel şeydi. Esriklik Yüksel’inin kolunu öptüğünde aklında esen şey değil miydi hani? Ya da… İlk torununu kucağına aldığında burnuna gelen kokunun ruhu değil miydi?
O sırada bir ses daha işitti…
“O sevimli yüzün asla solmasın
Hiçbir vakit kalbin yasla dolmasın
Ey mert asker durma yürü ileri
Vatanımda bir tek düşman kalmasın!
Dünyalara bedeldir mah cemalin
Allah’ıma emanettir Kemal’im!”
-Fuat çocuk uyanacak…
-Yok yahu! Bunu dinlemeden uyumuyor kerata, bilmiyor musun?
Babasının omzunda sızmış kalmış bir tombik oğlanın parmaklarının arasından kayan kâğıttan Türk Bayrağını görünce ayaklarının kaymasına rağmen kalkmaya davrandı, bir dizini yere vurdu ya aldırmadı. Yere düşen küçük bayrağı kapıp öpüp başına koydu. Bayrağa düşen damlaları silmeye davrandı. Sonra ilerleyen aileye yetişmek için hızlandı. Dizi ağrıyordu ya aldırmadı. Baba hâlâ aynı kıtayı mırıldanıyordu.
Çocuk bereketli bir uykunun tarlasındaydı.
Nefes nefese kalmıştı. Babanın omzuna usulca dokundu. Konuşacaktı ya sözler boğazına düğümlenmişti. Ancak elindeki bayrağı gösterebildi. Baba gülümsedi. Öyle tabiiydi ki o tebessüm. Sanki Mimar Kemal gülümsüyordu eski pencereleriyle. Sanki Ziya Gökalp bir fener alayıydı eski Ankara’nın hayaliyle.
-Çok teşekkür ederim! Bütün gün o bayrakla dolaştı.
O zaman. Çakı gibi bir asker selâmı çaktı, dizleri ağrılı, kirli pasaklı ve terk edilmiş o kâğıt toplayıcı.
Baba başıyla karşıladı o selâmı.
Onlar giderken arkalarından baktı, mırıldandı:
“Allah’ıma emanettir Kemal’im!”
2 Yorum