Yükleniyor...
Her şey yolunda görünüyordu.
Şehir doksanlı yılların dehşet ve vahşet hatıralarını üzerinden atmışa benziyordu. En şık kıyafetlerini giyinip gezintiye çıkmış şehrin yerlileri, uzun boylu, ince, güzel genç kızlar, delikanlılar… Önlerindeki rehberlerinin peşine takılmış, taş döşeli, daracık yollarda fotoğraf çeke çeke, terleye terleye, su içe içe giden turistler… Pipo ya da sigara tüttürenler, nargile çekenler, yiyenler, alkollü, alkolsüz içenler… Gülüp oynayan, şakalaşan, bağrışan, coşan liseliler… Işıklı ve renkli balonlarıyla oynayan çocuklar… Dondurmacılar, köfteciler, börekçiler… Köfte kokuları… Müşterisiyle dondurma kaptırmama oyunu oynayan Maraşlı dondurmacı vatandaşımız… Kemancılar, akordiyoncular, gitaristler… Bella Ciao çalan üç kişilik grup, onlara alkış tutanlar… Akıllı telefonunun kamerasını kendine çevirip ayna gibi kullanarak makyaj tazeleyen kadınlar… Hediyelik eşya dükkânlarında alışveriş yapanlar… Açık hava kahvelerinde bakır cezvelerden kulpsuz fincanlara kahve koyup ilk yudumdan önce ağızlarına bir lokum atanlar… İki dirhem bir çekirdek giyinmiş, moda dergisi için çekim yapan mankenler… Hürriyet Meydanı’nda, meydanın döşemesine dizili yetmiş santim boyunda plastik taşlarla satranç oynayanlar…
Başçarşı’da her şey yolunda görünüyordu.
Şehir doksanlı yılların dehşet ve vahşet hatıralarını üzerinden atmışa, hatta unutmuşa benziyor, diye düşünüyordum.
Ta ki… Öğlen saat 12’de o siren sesini duyana kadar… Kalın, ağır, ürpertici, sarsıcı bir ses. Bir dakika boyunca. Temmuzun 11’ydi. Geleli yirmidört saat olmamıştı daha. Önce Başçarşı’ya dalmış ve o çok renkli, çok sesli, keyifli kalabalığa katılmıştık. Ardından şehir turu yaptıran rehberin peşine takıldık, Başçarşı’dan çıkıp nehre doğru yürüdük. Rehberimiz bizi uyardı. “Bugün 11 Temmuz” dedi.
Sonra o ses… Miljacka (Milyatska) Nehri boyunca insanlar durdu, arabalar durdu. Birdenbire o kadar ağır bir hüzün atmosferi oluştu ki… Gözlerim doldu, boğazım düğümlendi. Her şey yolunda değildi burada!
11 Temmuz 1995. Bu sene Srebrenitsa katliamının yirmisekizinci yılı. O gün akşama kadar, Milyatska Nehri’nin kıyısındaki heybetli belediye binasında, katliamda can veren 8 bin küsur kişinin ismi okundu. Her sene böyle olurmuş.
Saraybosna’dayız.
Saat 12’deki bir dakikalık tevakkuftan sonra bizler de gezinmeye, dolanmaya, yiyip içmeye devam ettik. Ama isimleri okuyan o boğuk ses akşama kadar peşimizi bırakmadı, bizi derinden derine takip etti.
Sonra “Saraybosna gülleri”ni gördük. Şehir kuşatma altındayken, havan topları ile dövülürken, en az üç kişinin can verdiği her yerde bir Saraybosna gülü var! Havan topu mermisinin yerde açtığı delikler, oyuklar, yarıklar kırmızı reçine ile doldurulmuş. Şehit düşenlerin, dökülen kanların anısına etkileyici ve sarsıcı bir sembol. Balkan coğrafyasının çocuğu Yahya Kemal’in mısraları akla geliyor:
Cennette bugün açmış gülleri görürüz de,
Hâlâ o kızıl hatıra titrer gözümüzde.
Şehirde iki yüzden fazla yerde bu güllerden var. “Şu meydanda 42 kişi, bu pazarda 69 kişi can verdi.” diye anlatıyor rehberler.
Her şey yolunda değil! Ama hayat devam ediyor. Şehrin merkezi Başçarşı dünyanın her yerinden gelen turistlerle dolup taşıyor. Bu kalabalığın ne kadarı bu şehrin ve bu ülkenin derdinden haberdar, bilmem!
Başçarşı
Bosna’nın fatihi Fatih Sultan Mehmet. 1463. Saraybosna’nın kurucusu İshakoğlu İsa Bey. Fatih’in uç beylerinden. Bölgenin fethinden sonra, sancak beyi tayin edilir ve bugünkü şehrin olduğu yerde padişah adına bir saray yaptırır. Şehir “Saray Ova” diye anılmaya başlanır. Sonra bazen Bosna Sarayı, bazen Saraybosna… Bugün de hemen bütün dillerde Saray Ova’dan mülhem “Sarajevo” olarak geçmekte. İsa Bey beldeye ilk mührü vuran isim. Yahya Kemal’in Kaybolan Şehir’de andığı, annesini defnettikleri caminin de bânisi olan İsa Bey’dir bu. Üsküp sancak beyliği de yapmıştır. Saraybosna’nın ilk camisi onun yine padişah adına yaptırdığı Hünkâr Camisi. Şehrin ortasından akan Milyatska Nehri’nin kıyısındaki caminin haziresinde pek çok mezar taşı var. Onlardan birinin İsa Bey’e ait olduğu düşünülüyor. İsa Bey han, hamam, kervansaray, dükkânların yanı sıra nehrin üzerine, caminin karşısına bir de köprü yaptırmış: Hünkâr Köprüsü. “Çareva Kuprija” diyorlar Boşnakça’da. Ondokuzuncu yüzyılın sonlarında Avusturya-Macaristan devleti köprünün yerini birkaç metre değiştirerek yeni bir köprü yaptırmış. Rehberimiz Osmanlı’nın yaptığı köprünün nehrin yatağında kalan, suların altında seçilen dikdörtgen kaidesini gösterdi.
Bosna Hersek+ 1878’de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun hakimiyetine geçti. Dörtyüz küsur seneden sonra…
Milyatska Nehri az sulu ve tertemiz akıyor.
Saraybosna’yı Saraybosna yapanların en ünlüsü Gazi Hüsrev Bey. İkinci Bayezid’in kızının oğlu. Kanunî devrinde buraya sancak beyi olarak geliyor, onyedi yıl bu görevde kalıp civardaki bir Sırp isyanını bastırırken şehit düşüyor. Osmanlı Devleti’nin gücünün zirvesinde olduğu devir. Malını mülkünü şehrin imarı için harcamış bir devlet adamı. Başçarşı içinde camisi, medresesi, hanı, hamamı, imaretleri, onlarca vakıf binaları var. Türbesi de caminin avlusunda.
Caminin yanı başındaki otuz metrelik saat kulesinde Arabî rakamlar dikkatimizi çekti. Ay takvimine göre çalışan saat 12’yi gösterdiğinde akşam ezanı okundu. Bu çeşit bir saat çocukluğumda dedemlerin evinde vardı. Dedem iri siyah bir anahtarla birkaç günde bir kurardı. O vakitten beri ezanî saat görmemiştim. Bu saatin de bekçisi birkaç günde bir kuruyormuş. Rehberin dediğine göre dünyada ay takvimine göre işleyen tek saat buymuş. “Sarayevo’nun Big Ben”i diyorlar.
Ezan okunuyor, sonra kiliselerden çan sesleri duyuluyor. Saraybosna Müslümanların çoğunlukta olmasına rağmen dinlerin, kültürlerin kaynaştığı bir şehir. Ülkenin üç resmî dili var: Boşnakça, Sırpça, Hırvatça. Ama herkes birbirini anlarmış. Aralarında ancak şive farklılıkları varmış. “Kaynaşmak” hoş kelime ama bazen kaynaşamayıp “savaşmak” kader oluyor. Tarih boyunca!
Lise tarih kitaplarımızdaki Osmanlı tarihi sayfalarında Saraybosna hakkında bir şeyler okuduğumuzu hatırlamıyorum. Bosna Hersek’in fethi geçmiştir birkaç cümle ile ama özel olarak, şehir olarak Saraybosna anlatılmadı. İlk defa ne zaman duydum? Dünyayı değiştiren bir olay oldu burada. Osmanlı çekilip gittikten çok sonra. Saraybosna suikastı! Lisedeyken onu çok iyi öğrendik. O zaman da Saraybosna’yı Avrupa’da herhangi bir şehir olarak düşünmüştüm. Sonra da ömrümüzün mühim bir kısmında orası zaten Yugoslavya’ydı, Tito’ydu, Demirperde gerisiydi.
Halbuki bizimmiş!
Güney Avrupa’daki serhat şehrimizmiş!
Bizim olduğunun farkına Yugoslavya’nın dağılmasından sonra vardık.
“28 Haziran 1914’te Saraybosna’da Avusturya-Macaristan veliahdı Arşidük Franz Ferdinand ve eşi Arşidüşes Sophie’ye düzenlenen suikast…” kitaplar böyle yazıyordu. Hâlâ böyle yazar.
Milyatska Nehri’nin üzerindeki birçok köprüden biri Latin Köprüsü. Dünyayı değiştiren olay o köprünün yanında oldu. Avusturya-Macaristan veliahdı ile karısı, bir Sırp milliyetçisi olan Gavrilo Princip tarafından kurşunlanarak burada öldürüldü. Veliaht, imparatorluğun ilhak ettiği ülkede resmî gezide idi. Yirminci yüzyılın ilk büyük savaşı, Birinci Dünya Savaşı’nın fitili ateşlendi.
28 Haziran 1914… 28 Haziran tarihi Sırplar için çok önemlidir. Kültürlerinde Aziz Vitus Günü. Dinî ve millî bayramları. 1389 Kosova Savaşı, Gregoryen takvime göre 28 Haziran’da, yani Aziz Vitus Günü’nde gerçekleştiği için bu gün, o yıldan sonra apayrı bir önem kazanmış, kültürlerinde bir “Kosova Efsanesi” oluşmuştur. Sırp ordularına komuta eden Prens Lazar muharebe meydanında o gün can verince azizlik mertebesi verilmiş kendisine. Aynı meydanda Murad Hüdavendigâr da bir Sırp soylusu tarafından o gün şehit edilmişti. Derler ki, Sırp milliyetçiliği o gün başladı! Avusturya Macaristan yetkilileri bunları bildikleri için kasıtlı olarak mı Franz Ferdinand’ın gezisini o güne denk getirdiler; yoksa bir tesadüf, bir tevafuk, takvimlerin bir cilvesi mi?
Gavrilo Princip -kendi milleti adına- günün gereğini yaptı!
Köprünün karşısındaki müzenin önünde, karı kocanın içinde vuruldukları üstü açık arabanın replikası duruyor. Köprüye Yugoslavya döneminde “Princip’in Köprüsü” demişler, şimdi eski adına geri dönmüş. Şehrin en eski köprüsü kabul ediliyor. Önce, orada bir tahta köprü olduğunu yazıyor bazı kaynaklar. 1565’te şehir eşrafından Ali Ayni Bey onun yerine dört gözlü taş köprüyü yaptırmış. Nehrin bir yakasındaki Katolik mahallesine açıldığından ve Osmanlılar bu mahalleye “Latinluk” dediğinden köprünün adı “Latin Köprüsü” olarak kalmış. 1791’de sel felâketinde büyük hasar gören köprü şehrin tüccarlarından Abdullah Aga Briga tarafından yeniden yaptırılmış.
Her şeyin yolunda göründüğü Başçarşı… Saraybosna’nın kalbi. Sıcak havaya rağmen gündüz de çok kalabalık ama akşamları daha cıvıl cıvıl ve ışıklarla birlikte göz alıcı oluyor. Rehberimiz Başçarşı’nın ana caddesinin bir yerinde yerdeki yazıya dikkatimizi çekti. İngilizce olarak: Kültürlerin buluştuğu nokta. “Şimdi sağınıza bakın” dedi. Baktık. “Şimdi solunuza bakın” dedi. Baktık. Bir tarafa bakınca önümüzde bir Osmanlı şehri. En fazla iki katlı binalar, küçük dükkânlar, kubbeler, minareler… Öteki tarafa bakınca Viyana gibi, Zagreb gibi bir Avrupa şehri. Binalar daha yüksek, geniş vitrinli mağazalar, ileride Katolik Kilisesi, çan kulesi… Belli ki Osmanlı’nın kurduğu çarşı bu noktaya kadarmış. Bu noktadan itibaren Avusturya-Macaristan döneminde ilâve yapılarak, çarşı uzatılmış. Ama şehre ilk defa gelenin farkedemeyeceği bir uyum içinde.
Başçarşı girişinde onsekizinci yüzyıl eseri ahşap bir sebil var. Bütün Başçarşı fotoğraflarında görünen sebil. Etrafında güvercinleriyle… Derler ki, halk deyişi odur ki, oradan su içen tekrar Saraybosna’ya gelirmiş! Kana kana içtik. Defalarca içtik.
Hâsılıkelâm… Ne diyordu Yahya Kemal?
“Türklük Avrupa’ya doğru cezr ü meddi biten bir deniz gibi o dağlardan çekilmiş, lâkin tuzunu bırakmış. Bütün o toprak Türklük kokuyor.”
1 Yorum