Yükleniyor...
Ülkemizde sokaktan geçen, az çok sinema bilgisine sahip herhangi birine sorsanız Nazilerin Yahudilere uyguladığı zulmü anlatan en az 2 tane film sayabilir. İzlediği filmler ve belgeseller sayesinde bu konu hakkında konuşabilecek kadar az çok fikir sahibi olmuştur. Bu kısa sohbetin arkasına Stalin’in Sovyetler bünyesindeki Türklere uyguladığı baskı, zulüm ve katliamları sorsanız muhtemelen ilk soruya aldığınız kadar teferruatlı bir cevap alamayabilirsiniz. Tabi eğer Cengiz Dağcı ve Cengiz Aytmatov gibi yaşadıkları gerçeği edebi eserlere döküp sınırları aşmış müstesna yazarların eserleri ile tanışmamış ve bu konu özel ilgi alanı değilse. Hemen kızmamıza gerek yok. Sonuçta çoğumuz tabağımıza ne konursa onu yiyoruz. Sokakta karşılaşıp sohbet edeceğimiz bu hayali karakterin de böyle yapması çok da garipsenecek bir durum değil.
Savaşların iki cephesinde de birbirine benzer hikâyeler olmasına rağmen 2. Dünya Savaşı’nda Nazilerin Yahudilere uyguladığı vahşet ve katliamlar yıllarca kült filmlerle, kitaplarla dünya kamuoyuna sergilenmiş; biz de yıllarca bu filmleri izlemekle, bu kitapları okumakla övünmüşüz. Aynı acıları, belki de daha fazlasını yaşamış olsak da, birçok yerde kendi milletimize yapılanları hakkıyla anlatmakta çok geç kalmışız. Belki de sinemanın ve edebiyatın gücünü ve etkisini fazla hafife almışız. Sonrası malum: Türk’üm deyip Stalin’i övenler mi dersiniz, Çin’deki soydaşlarımıza terörist deyip Çin komünizmini savunanlar mı… Bir de mesela, batıya şirin görünmek kaygısından mıdır nedir sebebini hiç anlamam da; “soykırım yaptık işte kabul edelim” diyen Nobelliler(!) var. Ya da Hitler’in toplama kamplarındaki kendi soydaşlarımız dâhil tüm esirlere yaptıklarını bile bile “Hitler iyi ki vardı” diyenler bile…
Sözü uzattım farkındayım. Amacım “Haytarma” filmini sizlere anlatmaya çalışmaktı fakat bu filmin bahsettiğim zulümlerden sadece birini, Kırım sürgününü anlatan ilk film olması, üstelik sürgünün üzerinden geçen onca yıla rağmen ancak 2013 yılında çekilebilmesi beni fazlaca üzdü. Acılar kıyaslanmaz elbet, fakat onları anlatan medya malzemelerini kıyaslamadan edemedim.
Filme geçmeden, sürgün hakkında genel bir hatırlatma ile başlayayım:
Tarih 18 Mayıs 1944, yer Kırım.
Bir gecede evlerinden zorla, vahşice, itile kakıla çıkartılıp vagonlara doldurulan Kırım Tatar Türkleri…
Tarih boyunca hep önemli bir yere sahip olan güzel Kırım, 2.Dünya Savaşında azgın diktatörlerin hırslarına kurban oldu. 1944 yılı Mayıs ayında, S.S.C.B. organize bir şekilde Kırım’ın demografik yapısını değiştirmek için sürgünü başlattı. 32.000’den fazla NKVD(Sovyet Rusya’nın bir devlet birimi) birliğinin katıldığı operasyonda 193.865 Kırım Türk’ü Almanlara yardım ettikleri gerekçesiyle yurtlarından sürüldü. 18 Mayıs’tan 10 Kasım’a kadar devam eden sürgünde 10.105 kişi açlıktan öldü. NKDV verilerine göre sürgün boyunca yaklaşık 30.000 kişi hayatını kaybetti. Kırım Tatar mücadelecilerinin verilerine göre ise nüfusun yaklaşık %46’sı bu zaman aralığında hayatını kaybetti.
Ukrayna yapımı bu film Kırım Tatar lehçesiyle ve Rusça çekilmiş. Kırım’ın yanı sıra, Kiev, Moskova, New York, Kazan ve Berlin’de de gösterilmiş. Ülkemizde 50. Altın Portakal Film Festivalinde izleyici ile buluşmuş. Bu yıla kadar bu filmi duymamamı kendi ayıbım saysam da, izlemek istediğimde pek de kolay bulamadım.
Filmin yönetmeni aynı zamanda başrol oyuncusu Akhtem Seitablaiev, yapımcıları Lenur Isliamov ile Ivanna Diadiura, senaristi Mykola Rybalka. 90 dakikalık filmde Sovyetler Birliği’nin kahraman ilan ettiği Sovyet ordusunda pilot olan Kırım Tatar Türkü Ahmet-Han Sultan’ın hayatı üzerinden sürgün çarpıcı bir şekilde aktarılıyor. Bunun yanı sıra yöre halkının sıcak ve samimi günlük yaşamını, kültürünü, aile ve komşuluk ilişkilerini de film boyunca görebiliyoruz.
Film, adını aldığı halk oyunu ile başlıyor. Geleneksel kıyafetleri ile Kırımlı genç kadın zarif hareketlerle müzik eşliğinde süzülürken, genç adam naif, bir o kadar asil bir havayla genç kadının etrafında dönüyor. Haytarma aynı zamanda “geri dönüş” anlamına geliyor. Filmin içinde başrol oyuncusu Rus misafirine bu şekilde açıklama yapıyor. Bu bakımdan filmin ismi çok manidar: Kırım Türkü’nün yurduna dönüşünü simgeliyor olsa gerek.
Sovyet ordusu, Ahmet-Han Sultan’ı 2.Dünya Savaşı sırasında Alman uçaklarına yaptığı başarılı vuruşlarından ötürü kahraman ilan ediyor. Sürgünden hemen önce evine gönderilen Ahmet, köyüne 2 arkadaşıyla birlikte geliyor. Ahmet’in Alupka’ya döndüğünde gördüğü manzara bizlere de savaşın Kırım’daki soğuk yüzünü gösteriyor. İki kolunu birden kaybetmiş arkadaşıyla karşılaştığı anın şokunu atlatamadan, kucağına “baba” diye atlayan çocuk çıkıyor sokağın başından. Arkasında ise “o senin baban değil” diyen yüzü yerde, kederli annesi.
17 Mayıs günü kasabada bir şenlik düzenleniyor. Uzunca masalar kuruluyor, sofralar hazırlanıyor…Konu-komşu, hısım-akraba hepsi gece yarısı başlarına geleceklerden habersiz Ahmet ve arkadaşları şerefine verilen eğlencede şenleniyorlar…
17 Mayısı 18’e bağlayan gece Rus ordusu harekete geçiyor. Evler basılıyor, genç, yaşlı, çoluk çocuk demeden dipçik zoruyla evlerinden çıkarılıyorlar. 15-20 dk içinde bütün evler boşaltılıyor, insanlar kamyonlara doldurularak istasyonlara götürülüyor. Sonrasında tabiri caizse tren vagonlarına tıkılıyorlar. Aralarında hamile bir kadın olduğunu görüyoruz. Vagondaki kadınların yardımıyla doğum yapıyor. Az ötede havasızlıktan bayılan yaşlı bir kadın… Çocukları biraz olsun hava alabilsin diye kucaklayıp havaya kaldıran büyükler… Bunların hepsinin gerçek olabileceğine inanmak çok güç. Görgü tanıklarını dinleyince sadece bir filmdi deyip geçemiyor insan. TRT Avaz’da yayınlanan “Kırım Tatar Sürgünü” adlı belgeselde o zamanlar çocuk olan bugünün “koca”ları anlatıyor başlarından geçenleri. Öyle ki o vagondan sağ kurtulup bu günlere erişen Seyit Asan Asanov, hamile kadınların o şartlarda nasıl doğum yapabildiğini hâlâ şaşarak anlatıyor. Sonrasında evlatlarını art arda kaybeden ana babaları anlatırken gözleri doluyor. Yine aynı belgeselde görgü tanıkları ölülerin vagonlardan atıldığını, cenaze namazlarının kılınması bir tarafa mezarlarının bile olmadığını anlatıyorlar. Bizlerin duymaya tahammül edemediği şeyleri birileri insanlara yapıyor. Hem de organize şekilde…
Film gerçek bir olayı konu edinmesi bakımından genel anlamda oldukça etkileyici. Fakat beni en çok etkileyen sahnelerinden biri kapatılan bir evde “beşikte balam var” diye feryat eden bir annenin askerler tarafından kollarından tutulup götürülüşü idi. O an annenin feryadına karışan kapalı evde kalmış bebeğinin sesi içimi dağladı. Bir diğeri ise dehşeti gören Ahmet’in annesinin eşine dönerek “Bu muydu Stalin dediğin adam” deyişi üzerine, eşinin yüzündeki hayal kırıklığının gösterildiği sahne. Sovyetler tarafından kahraman ilan edilmiş Ahmet ve ailesi bile Stalin’in vahşetinden kurtulamamış. Hitler ve Stalin arasında sıkışıp kalmış Türklerin bir taraf seçmek zorunda kalmasını Cengiz Dağcı’nın kitaplarında okumuştum. Ama arada kalmış Türkler hangi tarafı seçerse seçsin sonucun değişmeyeceğini filmden sonra izlediğim yukarıda bahsettiğim belgeselde daha iyi anladım.
Umarım bu tür yapımların devamı gelir de tarihi olayları dünya bir de biz Türklerin gözünden görebilir. Zira biz doğruları yüksek sesle haykırmadıkça, yalanlar dünyayı gezip bolca taraftar topluyor.
Tam manasıyla bağımsız bir Kırım’da, Kırım Türklerinin öz vatanında, o asil “haytarma” oyunlarını özgürce oynayabilmeleri dileğiyle.
Filmi ve belgeseli izlemek isteyenler için bağlantıları buraya bırakıyorum.
Filmi izlemek için tıklayınız.
Belgeseli izlemek için tıklayınız.