Hekim ile hâkim var olmaları ama bizden uzak olmaları istenen iki meslek erbâbı. Olsunlar da, bizden uzakta olsunlar! Çünkü onlara yakın gelmişsek bir “sıkıntı” var demektir.
Siz hiç “mühendis” üzerine yazılmış şarkı, türkü, şiir duydunuz mu? Yoktur!
Avukat, öğretmen, ekonomist, muhasebeci… yoktur! Öğretmen üzerine bile yoktur. Cumhuriyet devrinde, daa ziyade çocuklar için bazı öğretmen şiirleri yazılmıştır. Muallim diye de bir tek türkümüz var ama orada “muallim” bir meslek olarak, meslekî vasıflarını vurgulayarak değil, redif olarak kullanılmıştır:
Penceresi cam cama muallim
Selâm saldım amcana muallim
Amcan kızını vermezse muallim.
Turşu kursun fincana muallim
Türkülerde şarkılarda, şiirlerde eskiden beri başlıca iki meslek erbâbı yer alır: Hekim ile hâkim.
Halkımızın bir sözü vardır: Allah hekim ile hâkimin eksikliğini de göstermesin, muhtaç da etmesin.
Bir Azerbaycan sözü de şöyle: “Düz giderem hâkime yolum düşmez, az yiyerem hekime işim düşmez.”
Hekim ile hâkim var olmaları ama bizden uzak olmaları istenen iki meslek erbâbı. Olsunlar da, bizden uzakta olsunlar! Çünkü onlara yakın gelmişsek bir “sıkıntı” var demektir.
Abdürrahim Karakoç’un iki şiirini bilirsiniz. Hâkim Beğ ve Tohdur Beğ
Gene tehir etme üç ay öteye
Bu dava dedemden kaldı hâkim beğ.
Otuz yıl da babam düştü ardına
Siz sağ olun, o da öldü hâkim beğ.
Kırk yıl önce; yani babam ölünce
Kadılıklar hâkimliğe dönünce
Mirasçılar tarla, takım bölünce
İrezillik beni buldu hâkim beğ.
…….
der devam edip gider.
Hâkime eskiden kadı denirdi. Kadıdan, hâkimden söz edilen yerde adalet konuşuluyor demektir.
Ondokuzuncu asırda Ziya Paşa’nın Terkib-i Bend’inde hicvedip eleştirdiği konuların çoğu adaletsizlik üzerinedir:
Kadı ola davacı vü muhzır dahi şahit
Ol mahkemenin hükmüne derler mi adalet (Muhzır, mübâşir.)
Ziya Paşa ile hemen hemen çağdaş halk şairi Seyranî’nin mısralarında da aynı şikâyet:
Mahkeme meclisi icad olduğu
Çeşme-i rüşvetin akmaklığından
Kaza belâ ile âlem dolduğu
Kazların kadıya uçmaklığından
Adalete güvenin kalmadığından, en azından büyük ölçüde sarsıldığından dem vuruyoruz ya hep, anlaşılıyor ki, bu illet pek yeni değil!
Hâkimden söze girdik amma, Korona günlerinde gündemimiz hâkimlerden çok hekimler…
Doktor, tabip, hekim…
Şiirlerde, şarkılarda, türkülerde doktordan söz ediliyorsa bir hastalıktan, bir hastadan konuşuluyor demektir. Bu hasta ve hastalık da daima aşk hastalığıdır, gönül derdidir.
Yani kürdilihicazkâr şarkı:
Kalb-i sevdâzedeler ah ile dâim inler
Bir açık yâreye doktor vurulur mu neşter
derken de… Tokat türküsü:
El çek tabip el çek yaram üstünden
Sen benim derdime deva bilmezsin
derken de hastalık, devası bilinmeyen hastalık hep gönül hastalığıdır. Şiirlerdeki, şarkılardaki doktorlar, tabipler, hekimler veba, kolera, tifo, tifüs, çiçek, İspanyol Gribi filan değil, hemen daima aşk hastalığına bakarlar. Bakarlar, fakat derman bulamazlar. Hatta yukarıdaki türkü şöyle devam eder:
Lokman Hekim gelse bulunmaz çare
Yaram yürektedir sarabilmezsin.
Fuzûli ise tedaviyi reddedenlerdendir! Modern hukuk malûm, hastaya tedaviyi red hakkı tanımıştır:
Aşk derdiyle hoşem el çek ilâcımdan tabip
Kılma derman kim helâkim zehri dermanındadır
Fuzuli’nin tersine doktora koşanlar da vardır:
Aman doktor canım gülüm doktor derdime bir çare
Çaresiz dertlere düştüm, aman doktor bana bir çare
diye âcil servis hizmeti isteyen ”hasta”nın da gönül hastası olduğu anlaşılır, çünkü:
Yazı beraber geçirdik,
Kışın ayırdı felek
diye kendini ele verir!
Şâyeste Hanım tedaviyi reddetmez ama bakar ki doktor hastalığı yanlış yerde arıyor, onu yönlendirir:
Kalbime koy başını doktor nabzımı bırak
Gülen gözüme değil, ağlayan gönlüme bak
En azından, hastalık “normal” bir hastalık da olsa, sevgiliyle bir ilgisi, ilintisi mutlaka vardır. Çoğu zaman “viziteye” gelmesi beklenen tabip, sevgilidir:
Bir nice gündür ki görünmez canânım can gibi
Görmeye ben hastasını gelmedi dermân gibi[1]
Tabip olan sevgili bir türlü gelmek bilmez! Zaten gelse de şifası, devâsı, ilâcı yoktur.
Yazmaz marîz-i aşka şifâ bir kitapta
Bu derd-i canhıraşa deva kim bilir nedir[2]
Eski şiirimizdeki “normal” hastalık veremdir; onun da, dedik ya, bir yanı sevgiliye bağlanır. Yirminci yüzyılda işler değişir. Hasta, bildiğimiz “hasta”dır artık. Mehmet Âkif’in veremli bir öğrenciyi anlattığı “Hasta” şiiri vardır. Kendisi de çocuk doktoru olan Ceyhun Âtıf Kansu’nun “Kızamuk Ağıdı” vardır. “Hastane önünde incir ağacı” diye başlayan yanık türkümüzde de muhtemelen veremli bir hasta konuşmaktadır:
Hastane önünde incir ağacı
Doktor bulamadı bana ilacı
Baştabip geliyor zehirden acı
…..
Yukarıda andığım Abdürrahim Karakoç’un Tohdur Beğ şiiri de aşk ile, sevda ile ilgisi olmayan son dönem doktor şiirlerinden:
Avrat yeğin sayrı, benim karnım aç,
Keyf için gelmedik bura tohdur beğ.
Fukara harcından yaz da bir ilâç,
Olsun derdimize çare tohdur beğ.
…………
Nâzım Hikmet’in “Hastalar” şiiri içinde bulunduğumuz günlere pek münasip düşmektedir:
Hastalar
Kardeşlerim
İyileşeceksiniz.
Ağrılar, sızılar dinecek
Yumuşak, ılık bir yaz akşamı gibi inecek
Ağır, yeşil dalların ardından rahatlık.
Hastalar, kardeşlerim,
Biraz daha sabır, biraz daha inat.
Kapının arkasında bekleyen ölüm değil, hayat.
Kapının arkasında dünya, dünya cıvıl cıvıl
Kalkacaksınız yatağınızdan, gideceksiniz.
……..
Bugünlerde neredeyse 24 saat doktorları dinliyoruz. İlk günlerde, “Korona hakkında bütün bildiğimiz hiç birşey bilmediğimizdir” diye başladılar. Günler geçtikçe kendileri de öğrendi, bizlere de öğrettiler. Hâlâ da öğreniyorlar, öğretiyorlar. Gerçi hâlâ bu mel’un virüs havada asılı mı kalıyor, yere mi çöküyor, aralarında anlaşamadılar, biz de öğrenemedik! Artık her iki ihtimal için de hazırlıklı oluyoruz. Bazen moralimizi düzelten bilgiler veriyorlar, bazen anlattıkları içimizi karartmakta: İkinci dalga gelebilir….Virüs mutasyona uğrayabilir… Hemen aşı beklemeyin…. Aşı bulunamayabilir! Buzdolabında da ölmüyor!… Buzlukta bile ölmüyor!… Ekranlara her akşam dizilip bizi bilgilendirenler de, hastanelerde mücadele verenler de, dört haftadır güneşi görmeden laboratuvarlara kapanıp ter dökenler de var olsunlar! Bir de ekranlarda hiç görünmeden, sesleri bile duyulmadan “cephede” savaş verip hayatlarını kaybedenler…
Osmanlı’nın son döneminin, Cumhuriyet’in ilk döneminin tanınmış göz doktorlarından Esad (Işık) Paşa’nın şairliği de vardır. Kimbilir ne oldu da bunaldı ve şu beyti söyledi:
İhtiyârımla aceb ben hiç olur muydum tabip
Ger bileydim âlemin bunca devâsız derdini
Dünyada bunca devasız dert olduğunu bilseydim hiç tabip olmak ister miydim? Aynı ruh halini zaman zaman yaşayan doktorlarımız var mıdır, bilmem.
Ondokuzuncu yüzyılın saray hekimbaşılarından Abdulhak Molla yalısında kurduğu ecza odasının kapısına -aslında kendisinden bir asır önce yaşamış Koca Ragıp Paşa’nın eseri olan- ironik bir mısra yazdırmıştır:
Ne ararsan bulunur derde devadan gayrı.
Ama saraydaki odasına astırdığı levha iddialıdır:
Çaresiz olsa hâkim-i mutlak,
Bula her derde deva Abdülhak. (Hâkim-i mutlak, burada padişah)
Şimdi bütün doktorlardan Korona derdine deva bulmaları bekleniyor. Bugün artık hiç kimsenin aşk hastalığı gibi bir derdi yok, çok şükür!
[1] Zâti
[2] Yenişehirli Avni Bey