Yükleniyor...
…
Bir zamanlar sana gönderdiğim e postalarımın, telefon iletilerimin ilk kelimesi “Canım!” olurdu. Öyle bir aşkla yazardım ki gerçekten canım olduğunu hissederdim. Sen de hissediyordun değil mi?
Bu defa e posta falan göndermeyeceğim. Şöyle damgalı pullu gerçek bir mektup olacak bu satırlarım. İsimsiz zarfın ucunu, içindekini yırtmamak için ışığa tutarak koparmalısın. Dörde katlı kâğıdı açarken meraktan telaşlanmalısın. Sahi merak eder misin? Yoksa görür görmez anlar mısın benden geldiğini? Neler hayal ediyorum yine… Oysa adımı bile unutmuş olma ihtimalin var. Oysa ben… Olsun ben yine de yazacağım, yazmalıyım. Hem de başına şöyle büyük harflerle koskocaman bir canım kelimesi kondurarak. CANIMMM!
Kırık dökük bir kalbin içinden nasıl can olursa? Suskunluğunla onu un ufak etmişken, sana canım demek…
“Canım” ı yakıştıramadım mektubumun başına, kalemim bile titredi yazarken. Merhaba yazıyorum canım, “CANIMMM!” yazdığım kâğıdı buruşturup atarak. Çekingen merhabalarıma “Merrrrhaabaaa” deyişlerini hatırladım yazarken. Gözlerimi kapadım, dudaklarım yayıldı, göğüs kafesim genişledi, bir hafiflik yayıldı bedenime, dünyadan çok uzaklara gidiverdim. Merrrrhaba dedim usulca. Biliyor muydun, benden sana zarar gelmez, demekmiş merhaba. Onun için mi çok sevmiştik bu kelimeyi. Günde en az on defa merhaba derdik birbirimize. Her seferinde ilk merhabamızmış gibi çekingen, bir o kadar da coşkulu. Sonraları ne oldu bilmiyorum, o ağız dolusu merhabaların, “meraba”ya dönüşüverdi. Hatırlayınca o son günleri ruhum daraldı, canım! Merhabayı da sildim.
İsmini yazmayı denedim. Canım, bitanem gibi hitap kelimelerine alışıktı dilim. Sana o kadar az isminle hitap etmiştim ki!
İsmini soy isminle birlikte mi yazmalıydım, yoksa isminin ardına değişik sıfatları mı eklemeliydim? Ya da isminden önce nasılsın mı yazmalıydım? Seçemedim. İnadına hepsini bir peş peşe sıralayayım diye düşündüm, heyecanlanıverdim birden. Kalem sanki parmaklarıma uçarak geldi, Canım, Bitanem, Merhaba A…, A… Bey Merhaba, Nasılsın A…, Sayın A… T…, Sevgili A… diye sıralayıverdi çizgisiz kâğıda. Olur mu hiç! Heyecanla yazıverdim işte. Tükenmez kalem silinmiyor da, yazık kâğıtlara… İmla kurallarına aykırıydı yaptığım her şeyden öteye. Hem ki çok önem verirsin böyle şeylere. Bilgisayardan yazışarak sohbet ederken “Yanlız” yazardım da usanmadan uyarırdın beni her defasında. Şimdi her yalnız yazışımda seni hatırlıyorum. İnadına hep “Yanlız” yazmak geliyor içimden. Yazayım da sen yine beni uyarasın istiyorum.
Hitap cümlesinde takılı kaldığımı fark edince o kısmı boş bırakıp geçtim canım. Her şeye sen karar verdin nasılsa, buna da sen karar ver diye.
Bu kadar uğraşım boşuna belki, bu güne kadar kaç defa sayfalar dolusu yazdım da yırtıp attım. Her yeni denemede bir önceki buruşturulanları irdeliyordum. Çünkü yazdıklarımın seni kırmasından, daha çok da seni korkutmasından çekindim. Korkup da uzak durmandan… Hiç tükettirmedim sana, kavuşma umudumu. Evet, ben sevdikçe sen korktun benden. Nasıl saklayabilirdim ki seni sevdiğimi. Keşke hiç sevmeseydim, şimdi dertleşecek bir dostum olurdu.
Sık sık tekrarlardın, “biz seninle iyi bir dostuz, sevgili bulunur ama dost bulunmaz” diye. Neden be gülüm ikisi bir yerde olmasın ki? Sevdim diye dost olamadım mı sana?
Bayağı bir kâğıt buruşturup attım çöp sepetine. Onlarla birlikte seni kıracağımın endişesi de, seni uzaklaştıracağımın korkusu da uzaklara gitti, tıpkı sen gibi. Sanırım ki kırılmayacak kadar beni yok saydığını hissediverdim birden. Geçmişe dönük hatırladıklarım yüzünden belki de.
Hatırlar mısın bilmem, bir gün sana,
“Canım, mavi bir balık aldım, reçel kavanozunda, ona senin adını verdim. Sen de bir balık al ona benim adımı ver, balıklarımıza yem atarken birbirimizi hatırlarız” demiştim.
Hemen karşı çıkmıştın, unuturum yem vermeyi ölür, yazık olur hayvancığa, demiştin. O gün senin için ne kadar merhametli, diye düşünmüştüm.
Sensizliğin ölümden beter olduğunu haykırdığımda kılın bile kıpırdamamıştı oysa.
Yine sen haklı çıktın biliyor musun? Beni fazla abartıyorsun derdin de, ben inanmazdım ki her söylediğinin doğru olduğuna kayıtsız şartsız kabul etmişken…
Ve hemen aklıma gelen bir şey daha yazacağım, ayrıntıları unutmayışıma şaşacaksın yine.
Seni son kez gördüğüm güne ait bu anı. Dönüyorum diye haber vermek için aramıştım. Uğurlayayım seni, demiştin. Hep böyle olmuştu Ankara’ya gelişlerimin dönüşü. Otobüse bindiğimde akan gözyaşlarımı hisseder ve sil onları derdin ya, işaretle. Yine öyle olsun istediğim için aramıştım, sen de eskiden kalma alışkanlıkla seni uğurlayayım, demiştin büyük ihtimalle…
Beni almaya geldin kaldığım otelden. Gelişini kaçırmamak için pencerenin önünde yolu seyrederdim ya hep, bu sefer de öyle oldu. Geldiğini görür görmez koşarak indim aşağıya. Kalbim deli gibi çarparak arabana bindiğimde, gel bakalım başımın tatlı belası, deyivermiştin. Tatlı kelimesi nezakettendi sanırım. Ama ben o an bunu fark edecek halde değildim. Ayaklarım nereye bastığını bile bilmiyordu mutluluktan.
Çok utanıyorum kendimden, özür dilerim. Ben başına bela olmayı hiç istememiştim. Ve o gün sen otobüsün arkasından el sallamadın. Park yeri bulmanın zor olduğunu söyleyerek bırakıvermiştin beni AŞTİ’nin önünde. Yorulmanı hiç istemediğimden gülümseyerek el sallamıştım sen hızla uzaklaşırken.
O son ayrılıktan sonra seni aramak için telefona her uzanışımda alaycı bir kahkaha “Başımın tatlı belası!” diye haykırmaya başladı. Bilmiyorum nereden peyda oldu o iğrenç kahkaha, ne senin sesine benziyordu ne benimkine. Utancımdan yıllar oldu yanaşamadım telefona. Defalarca sildim numaranı. Yine ekledim sonra, telefonumu karıştırırken isminle karşılaşmak hoşuma gittiğinden… Oysa ezberimden hiç silinmiyordu ki!
Hani bunca zaman neden aramadın beni diye sorarsın diye yazıyorum sana bunları, utancımla yüzleşmeyi göze alarak.
Yine o arsız kahkaha çınladı kulaklarımda, kalemi ondan fırlattım karşı duvara, çarptığı anda paramparça oldu. Kalemsiz kalınca yatağımdan kalkıp odayı turlamaya başladım yavaş adımlarla. Kapının camından uzak, hemşirelere görünmemeye dikkat ederek…
Kibarlığından şakayla karışık söylemiştin başına dert olduğumu. Niye daha önce fark edememiştim ki bunu. Sana söyletecek kadar üzerine çok mu geldim? Tekrar özür dilerim.
Bir o kadar da kızıyorum aslında sana. Kızgınlık ve utanma ne kadar benzer duygularmış meğer hem de ayırt edilemeyecek kadar. Bir utanıyorum, bir kızıyorum…
Niye kızıyorum ki, sevmedin diye. Sanki ben, beni her seveni sevmişim gibi… Neden utanıyorum ki sevdim diye.
Gurur falan düşünecek durumda olmadığımı hatırlayınca kadar yürüdüm odada. Sonra mürekkebi biter diye kullanmaya korktuğum, hediyen olan kalemi aldım çantamdan. Yazmaya onunla devam ediyorum şu an canım. Sana yazarken tükenmesinden daha güzel ne olabilir değil mi?
Ondan diyorum işte bazen, keşke sevmeseydim seni. Şimdi arardım ne güzel. Gel derdim, özledim, seni görmek istiyorum, derdim.
Keşke sen de korkmasaydın sevgimden. Oturur da bir kadeh de demlenirdik eskisi gibi. Ah! Hangisine yanayım? Ankara’yı bile sevmez oluşuma mı? Seni sokaklarda aramaktan vazgeçişime mi?
Onca yıl yaşanmış gurbetten sonra en zoru yanı başındayken gurbet olmakmış meğer.
Neler yazıyorum böyle, ne gerek var bunlara anlamıyorum. Artık şarkı söylerken gözlerimi yummuyorum oysa. Ve rüyalarıma girmiyorsun artık. On dakika uzağımdasın sana gelmiyorum, zamanında kilometrelerce yol bile vız gelmişken. Nasıl tükendi? Halbuki mezara kadar gider diyordum bu ağıt.
Yalan! Öyle çok özlüyorum ki seni bu aralar. Sesini duymaya o kadar muhtacım ki. Elim telefona gitmiyor değil. Rehberden aramıyorum ezberimden tuşluyorum inatla! Tuşlarken vazgeçeyim aramaktan diye. Vaz geçemiyorum, ekranda ismini görmek mutluluk veriyor. Fakat arama tuşuna basıp da ismini gördüğüm an, dudağını büzerek, “Amannnn!” dediğini düşünüyorum nedense. Telaşla telefonun kapama tuşuna basıyorum. Sonra belki numaram düşmüştür telefonuna belki de geri dönüş yaparsın diye bekliyorum umutla bir süre.
Elini tutmasaydım da olurdu, yüzünü görmeseydim de. Ne vardı sanki izin verseydin yanı başında durmama. Hayal kurmamı bile çok gördün, seninle yaptığım düşsel yolculukları bile…
Hiç sevmediğin nasıl da belli oluyor, gerçek sevenden korkulmayacağını bilmediğinden…
Ama bir defasında şöyle bir konuşma geçmişti aramızda; yine beni el sallayarak uğurladığın bir geceye ait bu anı. Ben yine ağlamıştım her zamanki gibi otobüsün camından sana bakarken. Hıçkırıklara boğulduğumdan duymamıştım telefonu. İşaretle anlatmıştın beni aradığını. Telefonu aldım elime, ben otobüsün içinde sen dışında konuşuyorduk.
“Sil gözyaşını, gülmek sana daha çok yakışıyor.” diyordun kırıklı sesinle.
“Ve şimdi beni, cevap vermeden dinle.” diye ilave ediyordun.
“Bu cesareti bir daha toparlayamayabilirim. Ben kimseyi bu kadar sevmedim inan, kimse de beni senin kadar sevmedi. Evet, sarhoşum bundan cesaret alıyorum ama sarhoşlar yalan söylemez bunu unutma olur mu?” demiştin.
On dört yıl oldu seni tanıyalı sadece o gece bana sevdiğini söyledin. Bense hiç söyleyemedim.
Buna hakkımız olmadığını düşünüyorduk ikimiz de. Sözlerle değil, biz birbirimizi gönlümüzle sevmiştik.
Bir şey sormak istiyorum. Merakımdan sadece kusura bakma, sorgulamak değil amacım. Onca yılın dört yılında bende oldun da diğer on yılında neredeydin? Seni benden çok seven biri mi çıktı karşına? Sevinirim buna.
Beni sormuyorsun ama söyleyeyim; ben her gittiğim yerden seni biraz daha özleyerek geri döndüm arkadaş. Yerini dolduramadım. “Beklemeliydin”, diyebilirsin. Beklediğim zamanlar oldu fakat aslında beklememi istemediğini düşünerek. Unuturum ümidindeydim gidişlerimde, başka sevgileri unutmuştum oysa.
Zaman nasıl çabuk geçip gitti, belki bitti, belki daha günler göreceğiz. Geçmişi yeniden yaşamak mümkün olmuyor… bilirim… ama benzerlerini yaşarız umudunu tüketemedim nedense. Anladım ki senin gibisi yok. Hatalıyım, af edersin çok geç kaldım. Keşke gururuma daha önce yenik düşseydim. Geç de olsa elimi tutacağın günü bekleme kararı aldım, zamanım olduğunca…
Keşke şu an kapı açılsa ve sen hafif sağa eğik başınla, sağ elin cebinde, bir ileri bir geri gider gibi girsen içeri. (Yaptığının yanlış olduğunu düşündüğün zamanlarda böyle yürürdün.) O ürkek mavi bakışlarınla karşılaşsam, ne geldim ne de gidiyorum demeye cesareti olmayan.
Çok özledim… Hem de çok… En çok da rakı içtiğimiz geceleri. İlk ve son rakımı seninle içtim ben. Ne zaman bir rakı bardağı konsa önüme ilk yudumundan son yudumuna kadar seni anlattım karşımdakine, o nedenle diyorum son rakımı da senle içtim diye.
Bu yazdıklarımın mektuba benzer yanı var mı? Okuduğunu düşlüyorum, tek elinle tutmuşsun çizgisiz beyaz kâğıdı, dudağındaki gülümseme… alaycı gibi; acımaklı mı yoksa. Dayanamam bana acımana da, gülmene de…
…
Kâğıdım buruşuk kusura bakma, son satırlarımda mürekkep dağılsın istemezdim sanki gözyaşı damlamış gibi. Ağlamadım canım, utançla buruşturup attıydım kâğıdı. Yerde ıslanmış olmalı. Sonra aldım avuç içimle sıvazlayarak düzelttim. Temize çekecek gücü bulamadım kendimde. Üşüdüm de biraz. Bu işi bitirmeliyim, belki yarın olmayabilir. Sana hiç değilse bir mektup bırakmak istedim giderken. Aslında niyetim hemen yarın postaya vermekti. Yapamayacağım sanırım. Birazdan bir zarfa koyacağım, üzerine adını yazıp bırakacağım. Dirinin pek hatırı olmaz da ölünün hatırı vardır. Okumadan sana ulaştırırlar sanırım. Bana cevap yazma zorunluluğu hissetmezsin böyle olursa. Zorda kalmanı istemem. Ben sadece seni ölünceye kadar sevdiğimi bilmeni istedim.