Yükleniyor...
Aluştadan esken yeller yüzüme vurdu
Balalıktan osken evge köz yaşım düştü
Men bu yerde yaşalmadım yaşlığıma toyalmadım
Vatanıma hasret kaldım ey güzel Kırım
Türk milleti diğer bütün milletler içinde düşmanı en çok olanlardan biridir. Belki de birincisidir. Adına “Türk” denilen bu dev çınar ağacı, bir yandan ormanın diğer canlılarının düşmanlığı ile mücadele ederken bir yandan da kendini içten içe kemirip çürütmeye çalışan varlıklarla uğraşır. Ancak kökleri o kadar derin, gövdesi o kadar sağlamdır ki binlerce yıldır her türlü engele rağmen ayaktadır. Dalları o kadar geniş ufuklara yayılmıştır ki hiçbir düşman bu çınarı devirememiştir.
2. Dünya Savaşı bittikten sonra çok sayıda uluslararası örgüt kurulmuştur. Bunların amacı geçmiş savaşların yaralarını sarmak ve ekonomik, siyasi, kültürel işbirliği çerçevesinde insan haklarını öne koyarak barışçı bir dünya düzeni yerleştirmektir. Ancak tarihe şöyle bir kuş bakışı bakıldığında bu insan haklarının Türk dünyası üyelerini kapsamadığı görülmektedir. Dev çınar ağacı bütün dünyanın, üstelik bu sefer insan hakları ve barışı öncelediğini iddia eden pek çok devletin yine dostu değildir. Bunun en belirgin örneklerinden biri başta Avrupa Birliği ile olan iletişimimiz olmak üzere uluslararası ilişkilerde Türk milletine söylenen “Geçmişinizle yüzleşin, yaptıklarınızdan dolayı uluslararası kamuoyu önünde özür dileyin” çağrılarıdır. Çınarın etrafındaki varlıklar bir yandan böyle saldırırlarken, çınarın içindeki zararlılar da uluslararası kamuoyunda tarihini, milletini kötüleyerek, iftiralar atarak ödüllendirilmektedir. Oysa o çınar ki, adına “Türk” denilen o dev ağaç ki, bütün dünya bir araya gelip önünde diz çökse ve özür dilese yine de yetmez. Yine de kanayan yaralara merhem olmaz. Nitekim Türk’ün tarihi kendisine yapılan soykırımlarla, sürgünlerle, kültürünün, dilinin sistemli olarak yok edilmesi faaliyetleriyle doludur. O barışçı, o insan haklarını dilinden düşürmeyen dünya bunlara kördür, bunlara sağırdır. Uluslararası Cannes Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülü alan Türk yönetmen Nuri Bilge Ceylan teşekkür konuşmasında “Ödülü, tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme adıyorum” dediğinde onun bu sözleri her Türk’ün gönlünde en samimi yansımasını buldu. Çünkü Türk milleti hem bilinçli olarak hem bilinçaltında bilmektedir ki yalnızdır.
Türk milletinin sayısız çilelerinden biri 18 Mayıs 1944 Kırım Tatar sürgünüdür. 18 Mayıs sabah saatlerinde Kırım Türklerinin başına kâbus gibi çöken, sözcüklerle ifadesi zor bir felaket başlamıştır. SSCB lideri Stalin’in çıkardığı bir kararname ile Kırım Tatar Türklerinin yurtlarından sürülmesine karar verilmiştir. “Kararın gerekçesi bu halkların II. Dünya Savaşı boyunca düşmana yardımcı olmak suretiyle vatana ihanet etmeleriydi. Ne var ki bu suçlama herhangi bir araştırma, mahkeme ya da hükümle desteklenmedi”.[1] Kadınıyla, erkeğiyle (Savaşabilecek durumda olan genç ve sağlıklı erkekler silahaltındaydı. Burada daha çok yaşlı erkekler vardı), çocuğuyla, bebeğiyle binlerce Türk’ü hayvan vagonlarına istif ederek, evet istifleyerek yurtlarından, köklerinden zalimce kopartmışlardır. Özbekistan’a, Kazakistan’a, Sibirya’ya, Mari Özerk Cumhuriyeti’ne ve Orta Asya’nın çeşitli bölgelerine sürmüşlerdir. Bu korkunç yolculuk boyunca yeteri kadar su bile verilmemiştir. Sürgün edilenlerin yarıya yakını trendeki korkunç koşullar soncu hayatını kaybederken, bir kısmı da sürgün edildikleri yerlerde can vermiştir. Sürgünün tamamlanmasıyla zulüm bitmemiştir. “Kırım’ın kuzeydoğusunda yer alan Arabat şehrindeki bir küçük Tatar balıkçı köyünün unutulduğu anlaşıldı. Derhal Geniçesk’ten kalkan bir tekne köy kıyılarına yollandı ve erkeksiz köy halkı tekneye bindirilerek Azak denizi açıklarına doğru çekildi. Su vanaları açılarak tekne batırıldı, yüzmeye kalkışanlar operasyona nezaret eden makineli tüfeklerce taranarak temizlik tamamlandı”[2].
İnsanların fiziki varlığını yok etmek düşmana yetmemiştir. Zaten aslolan Türk’ün somut varlığı değil, manevi gücüdür. Bunca badireye, savaşa, zulme, düşmana, sistemli yok etme faaliyetlerine karşı bir türlü yok edilemeyen, kökü derinlerde, gövdesi kale gibi sağlam, dalları uzak ufuklara açılmış korkutucu bir manevi güçtür. 40 askeri ile Çin sarayını basarak Türk Kağanlığını yok olmaktan kurtaran Kür Şad’dır, bir avuç insanla Kağanlığı tekrar dirilten İlteriş Kutluk’tur, Mete’dir, Atilla’dır, Fatih’tir, Atatürk’tür. Adlı, adsız destansı nice kahramandır. Onların cisminde efsaneleşen yıkılmaz Türk’tür asıl korktukları ve yok etmek istedikleri. Türk’ten tek bir iz bile kalmamalıdır. “945’te Sovyet hükûmeti Kırım Muhtar Cumhuriyeti’ni lağvettikten sonra, Kırım’ın Tatar geçmişini hatırlatacak ne varsa ortadan kaldırmak üzere harekete geçerek onları silmeye çalışmıştır. Kütüphanelerde ve evlerde bulunan Tatar kitapları yok edilmiş, Müslüman mezarlıkları, camiler ve çeşmeler tahrip edilmiştir”[3]
1960’lı yıllara gelindiğinde Kırım Tatarlarının vatanlarını ziyaret etmelerine izin (!) verilmiştir. Ancak bu zaten kendilerine ait olan vatana yeniden sahip oluş değil, bir ziyaretçi, bur turist gibi gelip görüp dönmekten ibaret bir geliştir. Kendi vatanlarına yerleşmelerine izin verilmemektedir. Sayısız kahramanlarımızdan biri, Musa Mahmut 1978 yılında yurduna dönüp yerleşmek istemiş, ancak SSCB yönetimi buna izin vermemiştir. Kendisini ve ailesini vatanından zorla atmaya çalışmıştır. Ancak kendine simge olarak kurdu seçen Türk, tutsaklıkta, tahakküm altında yaşayamazdı. O da yaşayamadı. Kendini ateşlere verdi ve hayatını kaybetti.
İşte adına Türk denilen dev çınarın içinde ve dışında bu kadar çok düşmanın olmasının altında yatan asıl neden budur. Korku. Korkuyorlar ve o yüzden yok etmek istiyorlar. Fiziki varlık nedir ki? Toprak olup eriyip gidecek geçici bir nesne. “İlelebet payidar kalacak” olan ise işte bu cesaret. Manevi güç. Ruh gücü.
Kırım Tatarlarının çilesini en iyi ifade eden yazarlarından Cengiz Dağcı’nın[4] Korkunç Yıllar romanındaki şu sözler düşmanın korkudan doğan zulmünü çok güzel anlatmaktadır:
“Biz bunlara bakıp korkmamalıyız. Düşmanlarımız korksun. Hem de nasıl korkuyorlar. Korkularından bize bu zulümleri yapıyorlar. Korkmasaydılar yapmazdılar. Yüz elli yıldır bizi tüketmeye uğraşıyorlar. Yüz elli yıl! İşte bu yurtta bir avuç Tatar kaldık. Bizi büsbütün yok etmedikçe içleri rahatlamayacak. Biz mahvolduktan sonra bile bu sefer ruhumuzun önünde titreyecekler. (…) Bize Tatar diyorlar, Çerkez diyorlar, Türkmen diyorlar, Kazak diyorlar, Özbek diyorlar, Azer diyorlar, Karakalpak, Çeçen, Uygur, Başkır, Kırgız diyorlar. Bunlar hep yalan! Deniz parçalanmaz. Biz Türk-Tatarız”
Cengiz Dağcı’nın romanında kahramanına söylettiği gibi “Deniz parçalanmaz”. Türk zulümlere uğrar, soy kırımlara maruz kalır, sürgünlere uğrar, dili, inancı, kültürü yok edilmeye çalışılır ancak tahakküm altına girmez, yenilmez, pes etmez. Daima güçlü olmak zorunda olduğunu bilir. Kırım Türklerinin uğradığı zulmün 76. Yıldönümünde ruhu ebediyete kavuşan, yurdundan ayrı düşen soydaşlarımızı bir kere daha saygıyla, rahmetle anıyoruz.
[1] Seçil Öraz, Stalin Dönemi Sürgün Politikası Sonrası Bir Mücadele ve Tepki Örneği: Kırım Tatarları, http://static.dergipark.org.tr/article-download/26bb/ef8e/047a/imp-JA64DV66NP-0.pdf?
[2] http://www.surgun.org/1944-surgunu/4-kirim-tatar-surgunu-18-mayis-1944
[3] Ahmet Kanlıdere, Kırım Tatarlarının Tarihi Miraslarını Yeniden İnşa Çabaları, https://www.ceeol.com/search/viewpdf?id=574180
[4] Cengiz Dağcı, Korkunç Yıllar, Varlık Yayınları, 1959, İstanbul, s. 20.