Kültür Değişmesi ve Edebiyat: “Tsili” romanında Yahudi Kültürünün Dönüşümü

Kültür ve bellek birbirinden ayrılmaz iki kavram… Tarih boyunca bellekte biriken olaylar kaçınılmaz olarak kültür üzerinde derin etkilere neden olabiliyor. Bu etkiler sonucunda kültürler dönüşüme maruz kalabiliyor ve bu dönüşüm sonucunda etkilenen kültür için de tarihte yeni sayfalar açılıyor. Yahudiler, binlerce yıldır hem kendi topraklarından hem de kendi kültüründeki insanlardan ayrı yaşamış ve içinde bulundukları […]


Paylaşın:

Aharon Appelfeld’in Tsili Adlı Eseri Kapak Resmi

Kültür ve bellek birbirinden ayrılmaz iki kavram… Tarih boyunca bellekte biriken olaylar kaçınılmaz olarak kültür üzerinde derin etkilere neden olabiliyor. Bu etkiler sonucunda kültürler dönüşüme maruz kalabiliyor ve bu dönüşüm sonucunda etkilenen kültür için de tarihte yeni sayfalar açılıyor. Yahudiler, binlerce yıldır hem kendi topraklarından hem de kendi kültüründeki insanlardan ayrı yaşamış ve içinde bulundukları toplumla bütünleşmeye çalışmıştır. Ancak, Yahudiler her dönemde günah keçisi ilan edilmiş ve yaşadıkları ülkeyi birçok kez terk etmek zorunda bırakılmıştır. Kaçınılmaz olarak, sürekli maruz kalınan sürgünler Yahudilerin coğrafi ve kültürel etkileşimler nedeniyle birbirlerinden farklılaşmasına neden olmuştur. Siyonist hareketin ortaya çıkması ve 2. Dünya savaşında yaşanan holokost Yahudi toplumunun “sürgün” kültüründen kopuşunu tetiklemiştir. Avrupalı Yahudiler, Aşkenazlar[1], Avrupa topraklarındaki “hareketli, ayrı ve tehlike altında” anlayışından “sabit, birlikte ve güvende” anlayışına doğru radikal bir kültür dönüşümü sürecini deneyimlemiştir. Bu yazımızda, Aharon Appefeld’in “Tsili: Bir Hayat” adlı eserinden yola çıkarak Yahudilerin kültürel dönüşümün edebiyat aracılığıyla nasıl aktarıldığını inceleyeceğiz.

Fakat başlamadan önce birkaç önemli noktayı belirtmek gerekir. Bu yazının en temel amacı şudur: Tarih tek başına dünyamızı anlamak için yeterli değildir. Aynı zamanda, o tarihin tekerliğini döndüren büyük insanı, onun motivasyonunu, ilişkilerini ve kendi kimliğini anlamak, dünyayı ve olayları anlamlandırabilmemizi sağlar. Tarihe damga vuran insanlar ve olaylar güçlerini sıradan insanın kaygılarından almıştır, bu sıradan insanı anlamak için de edebiyat en etkili yoldur.  Yahudilerin bir dini topluluktan bir ulusa nasıl dönüştüğünü bir edebiyat eseri üzerinden anlatmak, kimliğin nasıl da kısa bir süre de değiştiğini göstermek hayatın diyalektiğini de anlamak için muazzam bir yöntemd,r. Bir kavmin uluslaşmasını izlerken, bu kavmin mensubunun da psikolojik değişimini görmek edebiyatın en büyük gücüdür. Bu yazının yazarı, İsrail üzerine çalışmalar yapmak isteyen idealist bir gençtir. Bir ülkeyi anlamak için de sadece politikasını değil, şiirini de anlamanız gerekir. Belirtmekte gerekir ki bu eseri kendi içerisinde Yahudi tarihiyle paralel olarak inceledik ve yazılanlar yazarın bu esere yüklediği anlamdan bağımsızdır. Bir edebiyat eleştirmeni bu spekülasyon ve manipülasyon hakkına sahip olmalıdır.

Yahudi kültüründe “sürgün” teması önemli bir yer barındırmaktadır. Yahudiler, tarihleri boyunca başka ulusların kontrolünde yaşamış, birçok kez katliamlara ve sürgünlere maruz kalmıştır. Ülkeden ülkeye yaşam tarzlarında farklılıklar görülmüştür. Hatta bölgelere göre, Ladino, Yidiş gibi çeşitli farklı diller geliştirmişler, bu diller birlikte yaşadıkları toplumun dilinin temelinde şekillenmiştir (Ladino İspanyolca, Yidiş Almanca). Sürgünlüğün en önemli nedenlerinden biri de Torah yani Tevrat’tır. Tevrat’a göre Tanrı, Mesih gelene kadar Yahudilere sürgünde kalmayı emretmiştir. Sürgün yaşamının getirdiği farklılık, kopukluk durumu Yahudileri savunmasız kılmış, Siyonist hareketin çıkışına kadar da tek bayrak altında yaşama fikri güçlü bir destek almamıştır.  Rusya’da yaşanan pogromlar ve 2. Dünya savaşında holokost (İbranice adıyla Shoah) Yahudi kültürü ve belleğinin en önemli unsuru olan “sürgünde yaşamak” anlayışını sarsmış ve özellikle Siyonist hareketin etkisinin artmasıyla “kendi vatanına sahip olma” anlayışı ilkinin yerini almaya başlamıştır. Yahudi kültürünün “hareketli, tehlike altında ve ayrı” anlayışı büyük ölçüde “sabit, güvende ve birlikte” anlayışına yerini bırakmıştır, yani Yahudi toplumu bir dini grup olmaktan çıkarak bir ulusa dönüşmeye başlamıştır.

Önce kitabın bir özetini vermek gerekirse: Tsili 12 yaşında, fazla zeki olmayan bu sebeple ailesi tarafından dışlanan bir kız çocuğudur. Naziler ülkesine (Tsili’nin hangi ülkede yaşadığı bilmiyoruz) girdikten sonra ailesi kaçma kararı veriyor ve Tsili’yi de eve göz kulak olması için terk ediyorlar. Tsili Nazilerin baskını ardından yabana kaçıyor. Orada kendisini, civarda kötü şöhretleriyle ün yapmış Maria’nın kızı olarak tanıtıyor. Bu yeni kimliği onun hayatta kalmasında önemli bir araç haline geliyor. Sonrasında Mark isminde, kamptan kaçmış bir Yahudi ile karşılaşıyor. Mark ile uzun bir süre dağda gizlenerek yaşıyorlar ve Tsili hamile kalıyor. Ancak bir gün Mark gidiyor ve geri dönmüyor. Savaşın bitmesinden sonra Tsili kamplardan kurtulan mültecilerin arasına katılıyor. Bir hastanede bebeğini düşürüyor. Ardından, 3 yıl sonra Eretz Yisrael’in (İsrail Vatanının) kurulacağı Filistin topraklarının yolunu tutuyor.

Bilmekte fayda var ki yazar Aharon Appelfeld 8 yaşında holokost’ta kamplarda yaşamış ve aynı yaşta bu kamptan kaçmış ve ormanlarda 3 yıl kadar yaşamıştır. Yazar bu eseri kendi kişisel belleğini ve Yahudi toplumunun kolektif belleğini harmanlayarak bizlere sunuyor. Bir röportajında “yazma sürecinin gelişmesinin çocukluğuna dair anılarından geldiğini” söylüyor ve ekliyor: “Çocukluğum dışında benim kendi hayat tecrübelerim, umut, hayal kırıklıklarım kalp kırıklığım ve bunun gibi şeylerde var”. Eserde Tsili karakteri özelinde hem bu kişisel bellekten hem de kolektif bellekten çok şey görüyoruz.

İsrailli yazar Aharon Appelfed

Tsili ailesinin beklentilerini karşılamayan, onlara yabancılaşmış 12 yaşında bir kız çocuğudur.  Tsili “sessiz, içekapanık, fiziksel olarak da ufak tefek, zayıf” olarak betimleniyor. Benzeri şekilde, Yahudi toplumunun o dönemki durumuna da baktığımızda, Yahudiler dışarıya kapalı, siyaset ve toplumsal yaşama doğrudan müdahil olmayan ve her yerde azınlık olan bir toplumdur.  Tsili Hristiyan çocukların okuluna gittiğinde, çoğu Hristiyan öğrencinin Yahudi olmasından dolayı alay konusu olur. Anti-Semitizm’in Avrupa toplumu tarafından içselleştirilmiş olduğunu küçücük çocukların davranışları özelinde görürüz. Ne var ki Tsili’nin ailesinin din kurallarıyla bağının kalmamasına rağmen, Tsili’ye sadece dini eğitim verecek bir hoca getirttiklerini okuruz. Anlıyoruz ki Tsili’nin ailesi geleneksel Yahudi kültüründen kopmuş ve içinde bulundukları kültürle büyük ölçüde bütünleşmiştir. Yahudi tarihine baktığımızda, Batı Avrupa Yahudileri, Batı medeniyetiyle uyumlu bir kültürel dönüşüm geçirmiş, dini kimliklerini yitirmeseler de yaşam tarzları açısından Batılı yaşam tarzını benimsemişlerdir. Bu iki kimliğin sonucunda Aşkenaz olarak anılan Yahudi kimliği de ortaya çıkmıştır.

Ailesi, Nazilerin işgali sebebiyle evlerini terk eder ve Tsili’yi “eve göz kulak olması” için bırakırlar. Nazilerin baskınında saklanır küçük kız ve şu satırları okuruz: “İçten içe tanıdık bir sesin onu çağıracağını umuyordu. Ama hava çığlıklar, havlamalar ve silah sesleriyle doluydu. Korku içinde yaşlı adamın ona öğrettiği sözleri mırıldandı.” Tsili, Yahudi ulusunun bütün dünya tarafından terk edildiği gibi terk edilir ve tek başına kaldığında dudaklarından dökülen bir duadır: “O Şema Yisrael”, Türkçesiyle “Dinle İsrail”. Tevrat’ta geçen bu dua, yalnız Tsili için artık tek koruyucu olur. Aynı bölümde ailenin son zamanlarına dair bir anıda, Yahudi toplumunun o çok bilinen dayanışmacı ruhunun bu aile içerisinde nasıl yok olduğunu görürüz: “Kimse birlikte yaşadığı insanların duygularını umursamıyordu.”

Tsili ormana kaçar ve Yahudi toplumunun aynı anda deneyimlediği gibi büyük bir belirsizliğin içinde bulur kendini. Tarlada kör bir adamla tanışır, adamın ona sorduğu “kimlerdensin?” sorusuna cevap veremez, adamın üsteleyerek “Maria’nın kızlarından mısın?” diye sorması üzerine Tsili’nin cevabı “evet” olur. Maria ve kızları, erkeklerle olan ilişkilerinden dolayı kötü üne sahiptir, bir de isimlerinin Yahudi erkekleriyle anılması bu problemi arttırmıştır. Tsili’nin artık yeni bir kimliği vardır: “Maria’nın kızı”.  Maria’nın kızı olarak anılmak çok kötü bir durum olmasına rağmen, onun hayatta kalmasını sağlar. Bu gizlilik olmaksızın sadece birkaç dua bildiği Yahudi kimliği ona büyük belalar getirecektir. İleride bahsedeceğimiz gibi, hayatta kalmak için bastırılan kimlik kaçınılmaz olarak kültürde bir dönüşümün itici nedenlerinden olacaktır.

Örneğin, toplumun hastalıklı kişisi (evinde kaldığı Katharina, hastalar ve cüzamlılarla köyün dışında yaşıyordu) olarak görülmek geçici bir kurtuluş haline gelir. Tsili için, ancak bu sadece zulmün şiddetini azaltmıştır.  Maria’nın kızı olmak, acılara son vermez, sadece acıların şiddetini değiştirir ve aslında bu sahte kimlik kullanımı benliğinin geçmişten bir çağrısıdır. Burada yukarıdaki dua bir kere akla gelir: Dinle Ey İsrail!

Katharina’nın evinden ayrıldıktan sonra Tsili, başka bir ailenin yanına yerleşir. Gene Maria’nın kızı olarak bilindiği için zulme uğrar.  Yeni ev sahipleri zulmetmelerinin nedenini şöyle açıklar: Günahlarından arındırmak için… Benzer şekilde, Batı toplumları da kendilerine böyle bir misyon seçmiş, Yahudi toplumunu ve toplumun diğer azınlıklarını günahlarından arındırma rolüne soyunmuştur.  Kitapta gördüğümüz gibi Avrupa toplumu geri döndürülemez bir ahlaki çöküş içine girmiştir. Böyle bir Avrupa’da ne kadar yaşanabilirdi sorusu Tsili’nin yoluna dair anlatılan bir betimlemede cevap bulur: “Balçık olmasaydı hemen derenin kenarından yürürdü. Orda yürümeyi seviyordu. Belirsiz bir sebepten dolayı suda başına kötü bir şey gelmeyeceğine inanıyordu. Ama yukarıda çıplak, eğimli arazide yol almak zorundaydı, çünkü su eğimden akıp gidiyordu, aşağısıysa balçık içindeydi.” Artık Yahudiler gitmek istedikleri yolu seçemiyordu, çünkü seçmek istedikleri yol onları sadece içine çekmek istiyordu.

Tsili karakterinin dönüşümünü Mark isimli Yahudi ile yaşamaya başladıktan sonra görüyoruz. Bu iki insan sadece kimliklerinden dolayı birlikte yaşamaya mecbur kalıyor ve Tsili’nin kendi “parçasından” biriyle olgunlaştığını ve yaşama isteğinin geldiğiniz görüyoruz. Yalnızlaşmış Yahudi, artık kendisinden olanlarla bir bütün haline gelmeye başlıyor.

Mark’ın nihilizme saplanmış geleceğe dair hiçbir umut göremeyen Yahudileri sembolize ettiğini söyleyebiliriz. Geçmişi unutmak isteyen ama gelecekte de var olmak istemeyenleri… Tsili’nin değişimine dair konuşurken Mark’ın şu sözleri bize onun temsil ettiği umutsuzluğa düşmüş, gelecekten beklentisi olmayan kesimleri gösteriyor: “Herhalde hiçbir zaman olduğumdan farklı görünmeyeceğim. Değişmeyecek kadar yaşlıyım. İşin aslı değişmeyi isteyip istemediğimi de bilmiyorum.”

Kitabın ilk bölümüyle karşımıza çıkan Tsili’nin ailesinde gördüğümüz birbirlerinden kopmuş, bireycilleşmiş ve umursamazlaşmış bir topluluk varken; Tsili ve Mark birbirilerine hayatlarını, umutlarını bağlayarak hayatta kalma mücadelesi veriyor. İşte dönüşüm tam bu noktada başlıyor. Mark ailesini kamplarda bırakarak kaçtığını kendisini büyük bir ızdırap içinde hissediyor, ancak Tsili ile beraber bütün bu acıların ağırlığının hafifletmeye başlayacaklardır. Artık “Şema Yisrael” duasını içinde yarattığı o hissiyat Mark’la kurdukları birliktelik sayesinde anlamını buluyor.

Şunu bir dipnot olarak belirtmekte fayda var: “Orman” yolculuğun, dönüşümün başlangıcı açısından önemli bir metafor olmuştur. Dante’nin Inferno’sundaki karanlık orman, Chaucer’in Düşesin Kitabı’ndaki kara şövalyenin bulunduğu orman bunların en güzel örneklerindendir. Tsili karakteri kitabın başından beri, ormanlarda yaşar, değişir ve öğrenir. Ancak Mark’la beraber kökten bir şekilde bireysellikten toplumsallığa geçişini görürüz.  Suzanne Weiner Weber de “Forest As A Liminal Space: A Transformation of Culture and Norms During the Holocaust” isimli yazısında, Yahudiler için ormanın kendi yaşamlarını sürdükleri bir materyal çevre olmakla beraber, kültürlerin ve normların dönüşümünü de mümkün kıldığını ve bu dönüşümün onların hayatta kalma çabalarını körüklediğini yazar. “Ormanda yaşam” meselesine dair Weber şunu da belirtir: Orman, Batılı ideolojilerde korkunç yerlerdir.  Orman, Batılı ideolojilerde, insan tarafından değil, Doğa Ana tarafından kontrol edilen el değmemiş, medenileşmemiş uzamı temsil eder. “Ormanlara saklanmak ve Batı medeniyetinden kaçma eylemleri buradaki iki kültür arasındaki çatışmayı da gösteriyor. Tsili de benzeri şekilde Batı medeniyetinin topraklarında ama o medeniyetten uzakta köklü bir değişim geçirerek bu kültürden kopmaya doğru bir dönüşüm geçiriyor.

Her değişim ve dönüşüm gibi kültürel dönüşüm de sancılı bir süreçtir. Kıta Avrupası Yahudileri bu kültürel dönüşüme zorunlu bırakılmıştır. Mark karakteri ise, bu sancılı sürecin görüldüğü karakterlerden biri :“Ben de bütün Yahudiler gibi korkağım onlardan hiçbir farkım yok.” Bunun öncesinde Mark Batılı tarzdaki yaşam tarzından bahsediyor ve konuşmanın devamında holokostla beraber artık çıkmaza girdiğini ve artık geleceği sürekli belirsizlik ve tehlikelerle dolu Yahudi kültürünün etkisinden çıkamayacağını ifade ediyor ve artık bu sıkıştığı ormanda tek istediği şey tütündür.

Mark, babasının Alman kültürüyle ilişkisini anlatırken cümlesini şöyle bitirir: “Babama anlatabilseydim keşke şimdi kültür insanlarının nasıl kudurduğunu!” Mark sonraki bölümlerde, Tsili’nin Fransızca bilmediğini duyduğunda onu “taşralı” diyerek aşağılar. Yukarıda da bahsedildiği gibi, ana ulusun kültürünü benimsemiş bir Yahudi dışa kapalı ve muhafazakâr gördüğü taşralılığı alaya alır. Merkezin sömürdüğü çevreyi aşağılık görmesi Batı medeniyetinin ırkçı yapısının önemli bir unsurudur ve Mark da diğer birçok Yahudi gibi kendisini bu merkezin bir parçası zannetmiştir. Bu yanılsama, onların büyük bir iç çatışma içerisine de bırakmıştır.

Uzun bir yalnız hayatta kalma mücadelesinden sonra, Tsili, Mark’la beraber “birlik” olmanın hem iç dünyası için hem de fiziksel yaşamın sürdürülmesi için önemini görür. Mark’ın terk etmesi onu derinden sarsar ama teselliyi Yahudi mültecilerde bulur.  Kitapta Tsili’nin “sanki kendi yazgısının bu insanlarınkiyle ortak olduğu duygusuna kapılmasının” altı birkaç kez çiziliyor. Artık Tsili kendisi gibi, kendi benliklerinden büyük parça alınmış bu insanların onun yaşamı için ne kadar önemli olduğunu anlıyor. Özellikle, yürüyemeyecek hale gelmesi ve sonrasında yaşadığı sağlık sorunlarında gördüğü dayanışma ona güç veriyor.

Tsili mültecilerle birlikte olduğu bir sırada dönüp bakar: Bir tarafta Mark’la birlikte bütün yazı geçirdikleri dağ, diğer tarafta Katharina’nın evine giden vadi. Bir tarafta Sion Dağı,yani Filistin toprakları ve bir diğer tarafta Avrupa… Sion Dağı, kendi kültüründen, zorlu ama huzurlu yaşayacağı toprakları ifade ederken, Katharina’nın evi, rahat ama hiçbir zaman güvende olmayacağı başka bir kültürde yaşamı simgeliyor. Bu arada kalmışlığın cevabı Tsili’nin şu sözünde açıklanır: “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.”

Aynı zamanda da yıllardır montunda sakladığı zehri içen ve kendini nehre bırakan iki kadın görüyoruz: “Filistin’e gitmeyi reddeden o güçlü kuvvetli kadın ‘Nereye gitsek bizi ölüm kovalayacak’ diyordu. ‘‘Artık bize huzur yok.” diyor kadınlar. Travmanın yarattığı büyük bir umutsuzluk havası da hakimdi, sanki Yahudilerin kanlı tarihini kabullenip bundan kaçışın yok olmak anlamına geldiğini kabul edercesine intihar eden iki kadın görüyoruz. Bazıları holokostun yarattığı nihilizmden kurtulamıyorken, diğerleri de yollarının yeni bir umuda Filistin’e çevirerek bu belirsiz yazgıya boyun eğiyordu. Aynı zamanda, bu süreçte Tsili’nin ruh halinde de sürekli bir karamsarlık olduğunu ve anlamsızlığa düştüğünü görüyoruz. Bir başka bölümde, kart oynarken bir anda ayağa kalkıp “Ben katilim, ailemi kampta bıraktım” diyen ve ardından ani bir şekilde hiçbir şey olmamış gibi oturan mültecileri görüyoruz. Bu nihilizmin alternatifi, eserin içerisinde de ortaya çıkan, Siyonistlerin işaret ettiği, “birlikte yeni bir yaşam”…

Yukarıda kitaptan verdiğimiz bu örnekler, kültürel dönüşümün lineer bir çizgide gerçekleşmediğini gösteriyor. Mültecilerin yolculuğu boyunca, artık yeni yaşamın, yeni kültürün hangi unsurlar üzerine kurulacağını anlayabiliyoruz: Kitabın başındaki o bencilliğin, yalnızlığın yerini toplumculuk, birliktelik almıştır. Artık paramparça, farklı ve her daim tehlike altında olan bir “kavim”den, birlikte, aynı ve güven içinde olan bir ulusa dönüşme hedefi Tsili tarafından da anlaşılıyor. Eserden de anladığımız üzere, İsrail’in kurulması yeni bir kültürün ortaya çıkması demekti. İsrail, bütün dünyada azınlık olarak yaşayan Yahudi kavminin artık bir ulusa dönüşmesi anlamına geliyordu. Yahudilerin “sürgün kültürünün”, “vadedilmiş topraklardaki kültür” ile yer değiştirmesi gerekiyordu. 20. Yüzyılın kanlı olayları bu sürecin kaçınılmazlığını gösteriyordu. Bunun kitaptaki en güzel örneğini Tsili’nin dayanamayıp yere yığılmasından sonra yürümeye devam eden diğer mültecilere yakarışında görüyoruz: “Kimse ne yapacağını bilmiyordu. Yıllar boyunca kaçmayı öğrenmişlerdi, durup beklemeyi değil. Şişman kadın ‘İnsan Solucan değildir.’ dedi, ‘hadi çocuklar davranın bakalım!’ Birden utanç kapladı yüzlerini.” Bu alıntı da, yazarın da belirttiği gibi, artık birlikte olmanın öneminin mülteciler arasında anlaşılmaya başladığını gösteriyor. Artık birlik ve dayanışma anlayışı güçleniyor. Bu yürüyüşte dillerdeki marş “Biz meşale taşıyanlarız!” Geçmişten koparak yeni geleceğe doğru ilerleyişin ve dönüşümün marşıdır aslında bu.  Kitabın önceki bölümlerinde dönemin Yahudi toplumunun bencilliği, ayrılıksılığı vurgulanırken, son bölümlerinde o dayanışmacı ruhu görüyoruz: “Her molada sedyeyi taşıyanlar değişiyordu, sanki eski bir alışkanlıkmış gibi.” O eski alışkanlık , Kenan bölgesinde vaat edilmiş topraklarda Kral Davut’un bayrağı altında toplanan Yahudilerin birlik içerisinde yaşamasıdır ve artık binlerce yıl sonra bu eski alışkanlığa yeniden dönüş başlamıştır.

Sonuç olarak edebiyat, olguları bize küçük detaylarıyla anlatabilen önemli bir araçtır. Kültürel dönüşümler ve değişimler imgeler aracılığıyla çok daha etkili ve kalıcı bir şekilde anlatılabilir. Appelfeld’in kendi çocukluk anılarından yola çıkarak anlattığı, Tsili’nin “Bir Hayat” alt başlığındaki hikayesinde, Yahudi kültürünün önemli bir öğesi haline gelmiş “sürgünlük” kavramından kopuşu görüyoruz. Bu dönüşüm, âdeta içgüdüyle Batı kültürünü benimsemiş geçmişten koparak yeni bir kültüre doğru gerçekleşiyor. Bu kültürde ise; öteki değil kendi parçası olduğu kültürün yanında buluyor kendisini.  Avrupalı Yahudiler (Aşkenazlar) bir taraftan büyük nihilizm tarafından esir alınmışken, aynı zamanda özellikle Siyonist hareketin yarattığı ivmeyle birlikte, güvende yaşama umuduyla yollarını Filistin topraklarına doğru çeviriyorlar. Bu zorunlu seçim, kaçınılmaz olarak kültürün dönüşümünü gerektiriyor ve getiriyor. Bu dönüşüm sürecini Tsili karakteriyle de özleştirecek olursak, Yahudi toplumu holokostla çocukluğun sonunu yaşıyor ve artık tek başına ayakta durması gereken bir ulus haline dönüşüyor.  O eski, diğer medeniyetlerin çocuğu konumundaki Yahudi kültürü, kendi ayakları üzerinde tamamen kendi özlüğüyle duran olgun bir kişiye dönüşüyor. “Tsili” eseri hiçbir tarih kitabının anlatmayacağı şekilde Yahudi toplumunun kültürel dönüşümünü gözlerimiz önüne seriyor.

Kaynakça

Conversation With Aharon Appelfeld/ Video By Shachaf Dekel https://www.youtube.com/watch?v=jJkkAP_5eNQ

Suzanne Weiner Weber (2008) The Forest as a Liminal Space: A Transformation of Culture and Norms during the Holocaust, Holocaust Studies, 14:1, 35-60

Shindler, C. (2013). A History of Modern Israel.  Cambridge: Cambridge University Press. doi:10.1017/CBO9781139236720

Appelfeld, Aharon,(2001) Tsili: Bir Hayat: Yapı Kredi Yayınları, Çeviren: Dürrin Tunç

[1] Aşkenazlar Almanya, Fransa ve Doğu Avrupa’da yaşayan veya onların soyundan gelen Yahudilerdir.

Yazar

Batur Kılıç

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar