Merdivenler

Dubrovnik şehri, kendisi küçük ama şöhreti büyük. Bu şöhret, denizinden ya da ormanından değil, çok iyi korunmuş kalesinden geliyor. Bence o bitmek tükenmek bilmeyen merdivenlerden!


Paylaşın:

Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden diyordu Ahmet Hâşim.

Hızlı çıkmak ne mümkün zaten?!

Bugüne kadarki hayatımda çıktığım merdivenlerin toplamı kadar merdiveni iki günde çıktım. İndim çıktım, indim çıktım.

Daracık, upuzun sokaklar… Fakat sokaklar baştan sona merdiven! Bitmeyecekmiş gibi görünen taş merdivenler… Basamak araları yüksek. Basamakları enli. Basamakları eğri büğrü.

Hâşim’in merdivenleri değil bunlar.  Dubrovnik’in merdivenleri.

Eteklerimde güneş rengi bir yığın yaprak” yoktu. Çünkü hiç ağaç yoktu. Ve güneş bütün kudretini gösterdiği en kızgın günlerindeydi.

Bosna Hersek’in denize açılan tek kapısı olan, haritalarda zor görünen 21 kilometrelik kıyı şeridinde kurulu, sayfiye şehri Neum’dan arabayla yola çıktıktan ve Adriyatik’in lacivert sularını seyrederek bir saat gittikten sonra Dubrovnik.

Sürücümüz bizi bir kale kapısı önünde bıraktı, gitti. “Bu kapıdan girin!” dedi. Girdik.

Dubrovnik. Nâm-ı diğer Ragusa.

Burada bir yerleşim yerinin kuruluşu yedinci yüzyıla kadar gidiyor. Fakat Ragusa’nın kendisinden söz ettirişi ortaçağlarda. Bir ortaçağ liman şehri burası. Surlarla çevrili şehir devleti. Kâh Bizans’ın hâkimiyetinde, kâh Venedik’in… On dördüncü yüzyıldan on dokuzuncu yüzyıla kadar kendi kendini yöneten hür bir devlet, bir cumhuriyet kabul ediliyor ama Birinci Murad devrinden itibaren Osmanlı Devleti’nin himayesi altında. Osmanlı Adriyatik kıyısındaki bu küçük devleti fethetmedi, vergiye bağladı; kendi güvenliği ve ticarî hayatı için önemli görmüş olmalı ki, pek çok imtiyazlar tanıdı.  Ragusa Cumhuriyeti asırlarca Osmanlı İmparatorluğu’na yıllık vergi (haraç) öderken, elde ettiği ayrıcalıklarla ticarette, özellikle deniz ticaretinde çok ilerledi, zenginleşti. Atlantik yolunun ve Amerika’nın keşfinden itibaren Asya-Avrupa arasındaki ticarette Akdeniz’deki taşımacılığın rolü azalmaya başlayınca Ragusa da yavaş yavaş önemini yitirdi. 1800’lere kadar Osmanlı’ya vergi verdikten sonra Napolyon ordularının işgali, sonra Avusturya İmparatorluğu’nun ilhakı. Sonra Yugoslavya günleri. Sonra 1991… Savaş, bombardımanlar, bağımsızlık. Hırvatistan.

Nefes nefese, kan ter içinde kalarak merdivenleri çıkarken bu ortaçağ şehrinde yaşadığımı hayal ettim. İki kolumu açsam duvarlara değeceğim kadar dar şu sokaklardaki evlerden birinde… Pencereleri birbirinin içine bakan evler. Bu pencerelerden güneş ışığı girmez ki! Bu merdivenli sokaklardaki loş binalarda ömür geçer mi? Üç taraf deniz güya. Ama bu merdivenli sokaktaki binalardan birinde oturan bir kadın denizi nasıl görecek? Şehrin çevresi surlarla kapalı. Şimdi turistler kale duvarlarının üzerinde sere serpe geziniyor. O vakitler şehir halkının böyle bir hakkı olduğunu sanmıyorum. Çünkü güvenlik meselesi. Bu surlar boşuna mı dikildi? Mazgallar var. Mazgala yaklaşıp dışarıya bakmak serbest idiyse bile, deniz manzarası mı denir ona? Yok, bana göre değil bu kale şehir.

Dalmaçya kıyıları yemyeşil. Kale dışı Dubrovnik yemyeşil. Ama kale içinde ağaç yok denecek kadar az. Taş, taş, taş ve merdivenler… Daracık sokakları dolduran taş merdivenlerin iki yanına saksılar konmuş. Çiçekler, yeşillikler… Hiç yoktan iyidir, diyerek.

Taş merdivenli sokaklardaki binalar restore edilmiş, belki de hepsi otel olarak kullanılıyor bugün. Onlardan birinde kaldık. İnsan hiç görmediği bir şehirde -bir ortaçağ şehrinde- otel rezervasyonu yaptırırken bazı şeyleri tam canlandıramıyor zihninde.  Bu kadar merdiven… Bu kadar dar sokaklar… Tahmin etmemiştim! Otelin yaşlı fakat dinç duruşlu sahibesi Anna, bizi gurbetten gelen yeğenlerini karşılayan müşfik bir teyze gibi coşkuyla buyur etti. Masanın üzerine bir tabak elma koymuş. Bir sürahi buzlu su. Hatta bir şişe likör! Hiç böyle bir otel tecrübemiz olmamıştı! Ah o buzlu su!

Kale içi şehrin ortasında bir ana cadde var: Stradun. İşte orası hoş. Geniş, düz, boydan boya uzanan bir yürüme yolu. Kelime İtalyanca “Stradone”den geliyor.  Özel isim değil, sadece “cadde” demek. Hani bizde de Bağdat Caddesi’ne artık sadece “Cadde” denir oldu ya! Cadde dediniz mi nereyi kastettiğiniz bellidir. “Stradun” dediniz mi de, işte burası! Stradun kalenin kara tarafındaki -bizim ilk girdiğimiz- giriş kapısı ile deniz tarafındaki ikinci bir kapı arasında uzanıyor. İki tarafında cumhuriyetin idarecilerinin, asillerinin, subaylarının, din adamlarının oturduğu evler, resmî binalar, kiliseler, saraylar. Şimdi hemen hepsi müze olarak geziliyor. Şimdi hemen hepsinin giriş katları şık mağazalar olarak düzenlenmiş. Gördüğüm kadarıyla Stradun sadece Dubrovnik’i görmeye gelen turistlerin uğrak noktası değil, Dubrovniklilerin de piyasa yeri. Bilhassa akşamları. Ama Dubrovnik’te yerli halktan çok turist var tabii! Açık hava kahveleri, lokantalar, müzisyenler, küçük konserler, dükkânların ışıltıları ile mükemmel bir gezinti yeri. Motorlu vasıta trafiği olmayan bir caddede gezmek ne rahatmış! Yalnız ağaç yok! Ağaç yok ama bütün çeşmeler şırıl şırıl akıyor ve içilebiliyor. Burada da Bosna’da olduğu gibi sokaklardaki tarihî çeşmelerin buz gibi soğuk suları içilebiliyor. Güneşin yakıcılığına ancak bu sularla tahammül ediyoruz. Şişenizi doldurun, yüzünüzü yıkayın. Başını musluğun altına eğip yıkayanları da gördüm. Tarihî çeşmelerin en ünlü iki tanesi, İtalyan mimar Onofrio’nun, 12 kilometre uzaklıktaki bir kaynaktan şehre su getirerek yaptığı iki çeşme. On beşinci yüzyıl. Onofrio’un Büyük Çeşmesi ve Onofrio’nun Küçük Çeşmesi. Stradun’un iki ucuna yerleşmişler. Büyük olan çeşme çokgen bir kümbete benzeyen şekliyle, yer aldığı küçük meydanın cazibe merkezi.

Stradun üzerinde iki manastır var. Biri Fransiskan Manastırı. Herhalde sur içinin en ağaçlı, en yeşil yeri manastırın son derece bakımlı avlusu. Avrupa’nın ve dünyanın ilk eczanelerinden biri burada. 1317’de açılmış. Hâlen de faaliyette. O yüzden “Avrupa’nın hâlâ çalışan en eski eczanesi” diyorlar. Manastırın giriş katındaki kemerli, sütunlu galerilerden birinde. Bir bölümünü eczane müzesi olarak ziyarete açmışlar. On dördüncü yüzyılda rahiplerin kullandığı alet edevat, demir döküm karıştırma kapları, porselen saklama kapları, şişeler, boy boy havanlar, teraziler, sürahiler, kitaplar, reçete defterleri. Hem manastırın sakinlerine, hem şehir halkına hizmet veriyorlarmış, şehir halkına yapılan satışlar manastıra gelir sağlıyormuş. Duvarda kara bir oyuk, havan topu mermisi isabet etmiş. Yuvarlak bir cam çerçeve içine almışlar. Altında bir tarih: 6 Aralık 1991. Bu tarih, son savaşta Dubrovnik’in en ağır bombardımana uğradığı tarih. Yugoslavya’nın dağılma sürecinde Dubrovnik de aylarca kuşatma altında kaldı, denizden ve havadan Sırp güçleri tarafından bombalandı. Sur içindeki binaların yüzde 60’ının hasar gördüğünü söylüyorlar. Duvarlardan birinde bir levha üzerinde ülkelerin bayrakları sıralanmış. “Nedir bu?” derken… Bayrakların altında burayı ziyaret eden devlet adamlarının imzaları, isimleri. İki tane Türk bayrağı var. Birinin altında Süleyman Demirel’in adı ve imzası. Tarih: 24 Eylül 1997. Diğerinin altında Recep Tayyip Erdoğan’ın adı ve imzası. Tarih: 12 Haziran 2006. Eczanenin bugün hâlâ çalışan bölümü restore edilmiş, camla kaplanıp dükkân havası verilmiş. Modern tıbbın ilâçlarının yanı sıra, satışa sunulmuş bazı kremler, losyonlar Fransiskan rahiplerinin kaç asırdır devam edegelen tariflerine göre, bölgedeki otlardan yapılıyormuş.

Yine Stradun üzerinde Rektör’ün Sarayı görülmeye değer. Bu devletçiğin idare merkezi ve yöneticilerin ikametgâhı; onlara ait gösterişli mobilyalar, kıymetli biblolar, saatler, aynalar, tablolar, heykeller, silahlar… Bildiğiniz saray!

Dubrovnik ya da tarihteki adıyla Ragusa ilginç bir şehir devlet. 1418’de köle ticaretini ve köleliği yasaklayarak bu konuda başı çeken birkaç devletten biri olmuş. 1432’de yetimhane açılmış, dünyadaki ilk örneklerden deniyor. Bugün kapısı penceresi taş ile örülü. O zamanlar, anne ya da baba -ki bu annedir çoğu zaman- evlâdını bırakma utancı yaşamasın diye girişte bir düzenek varmış. Çaresiz anne, bebeğini, altında tekerlek olan bir dolabın içine koyup döndürerek içeriye gönderiyor, o sırada bir de çıngırak sesi duyuluyormuş ki içerdeki rahibeler vaziyeti anlasın: Gelen var! Yine 1377’de Ragusa’da karantina hastanesi kurulmuş, “Lazereti” diyorlar. Tabii “dışarısı” ile irtibatı fazla bir şehir, deniz ticareti, gemiler, tayfalar, tüccarlar. Ortaçağ dünyası bilhassa vebadan sık sık kırılmakta. Lazereti, kale duvarlarının hemen dışında, denizin kıyısına kurulmuş alçak boylu, uzun, geniş bir bina. Bugün kültür merkezi. Düğünler için gözde bir mekân. Asırlarca nice acılara, ıztıraplara şahitlik etmiş duvarlar, tavanlar, pencereler şimdi restorasyondan geçmiş pırıltılı halleriyle insanların mutluluklarını seyrediyor.

Dubrovnik televizyon dizisi Game Of The Thrones =Taht Oyunları’nın çekildiği mekânlardan biri olduğundan son yıllarda popülerliği arttı. Şehirde pek çok dükkân var, vitrinlerinde, kapılarında “Taht Oyunları ile ilgili aradığınız her şey burada” yazıyor. Dizi figürlerinden türlü çeşit hediyelik eşyalar. Yine dizinin çekildiği yerleri tek tek gösteren, sahnelerin nasıl çekildiğini anlatan günlük turlara da katılabilirsiniz. Bu film setlerinden en meşhuru, galiba Jesuit’in Merdivenleri. Kalabalık, orada fotoğraf çekmek için yarışıyor. Ben diziyi seyretmedim ama bu merdivenlerde çekilen çok çarpıcı sahneyi öğrendim. Dubrovnik’te film çekilir de merdivensiz olur mu? Merdivenler işe karışmasa olur mu?

Dubrovnik şehri bugün sadece sur içinden ibaret değil. Adriyatik boyunca dar bir kıyı şeridinden sonra yükselen yemyeşil yamaçlar, yamaçlara yakışmış kırmızı kiremitli beyaz evler. Adriyatik’in lacivert sularında yemyeşil uzanan küçük adalar… Teleferikle çıkıp dört yüz küsur metreden bakarsanız, denize doğru el ayası şeklinde uzanmış kale içi ve orayı çevreleyen mavi ile yeşilin kucaklaştığı tabiat gözünüzün önüne seriliyor. Güzel, ama bu açıdan herhangi bir Akdeniz şehri… Nüfusu elli bin bile olmayan bir şehir burası. Kendisi küçük ama şöhreti büyük. Bu şöhret, denizinden ya da ormanından değil, çok iyi korunmuş kalesinden geliyor.

Bence o bitmek tükenmek bilmeyen merdivenlerden!

Yazar

Ayşe Göktürk Tunceroğlu

1 Yorum

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar