Yükleniyor...
İzmir metropoliti Hrisostomos ve izciler Yunan ordusunu karşılarken, 15 Mayıs 1919, (Arkadaki Amerikan bayrağı)
Batı dünyasının İstanbul’a yönelik emellerinde ölçü alınacak temel unsurlar Yunanistan’ın 200 yıllık planları ile ABD ve Avrupa’nın I. Dünya Savaşından sonra devreye soktuğu projelerdir. Yunanistan, 1990’lı yıllardan sonra her ne kadar meseleyi tümüyle AB ve ABD’ye havale etmiş görünse de, gerçekte geçmişten bugüne Fener Rum Patrikhanesi’nin gizli-açık hamisi olmayı sürdürerek, hedefinden hiç şaşmamıştır. Bunun içindir ki, Patrikhane’nin evrenselliğinde ısrar etmektedir. Çünkü evrensel hüviyete kavuşmuş Patrikhane vasıtasıyla tüm Ortodoks ülkeler üzerinde etkinlik kuracak, Megali İdea’nın canlı tutulmasını sağlayacak ve daima Patrikhaneyi Bizans’ın mirasçısı olarak ön plana çıkaracaktır [1]. Bizans’ın mirasçısı iddiasının berberinde getireceği ilk konu ise elbette ki İstanbul olacaktır.
Megali İdea’nın geride kaldığını, Türkiye-Yunanistan arasında çok büyük yakınlaşma sağlandığını söyleyenlerin öncelikle Yunanistan Savunma Politikasının açıklandığı Aralık 1997 tarihli “Beyaz Kitap”a bakması gerekmektedir. Türkiye, savunma konseptini değiştirdiği halde Yunanistan’ın Beyaz Kitabı’nda hala, ‘Türkiye, Yunanistan’ın güvenliğine karşı en önemli tehdit olarak addedilmekte ve ciddi endişeler yaratmaktadır. Askeri stratejimizin birinci hedefi Türk tehdidinin savuşturulmasıdır. Yunanistan hükümeti, Türk-Yunan sorunlarının tartışma konusu yapılmasına son vermeye kararlıdır”[2]. diye yazmaktadır. Yunan Silahlı Kuvvetleri’ne yakınlığından dolayı “Yunan derin devletinin sesi” denilen Stohos (Hedet) adlı derginin 1992 yılında yayınladığı haritada, İstanbul, Kıbrıs, Akdeniz ve Ege Adaları ile Balkanların bir bölümünün Yunanistan toprakları içinde gösterildiği, altına da “Meryem Anamızın izni ile bu bölgeleri en yakın zamanda alacağız”[1] yazıldığı bilinmektedir. 12 yıl önceki bu haritayı hatırlatmamızın sebebi ise Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün 2003 yılında Yunanistan’ı ziyaretinden birkaç gün önce aynı derginin birinci sayfasına bir yeniçeri ve Ayasofya’nın resimleri konularak, “Hiç unutmayacağız” başlığının atılması ve “İzmir’i, Efes’i, Konstantinopol’ü Moğollar hala ellerinde tutuyor. Hiç unutmasınlar ki, yeniden döneceğiz ve o yerler bizim olacak, “diye yazılması, iç sayfasında yer alan iki “Ayasofya fotoğrafının birinin üzerine haç, diğerine ise Yunan bayrağının”[3] monte edilmesidir. Stohos Dergisi, Kıbrıs’taki referandumdan hemen önce yayınlanan sayısında da “Bize sadece Kıbrıs yetmez. Geride İzmir, İstanbul, Türkiye vardır. İstanbul’u ve Türkiye’yi istiyoruz.”[4] demiştir.
İşte kitabın başından beri anlatılanlar, bu 200 yıllık değişmez hesaplar ve hedefler temelinde yürütülen çalışmalardır. Bu çalışmaların sonunda uluslararası statüye kavuşmuş, İstanbul’da geniş bir araziye hakim hale gelecek Patrikhane, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün ifadesiyle “Ortodoks l/atf/ran/’tıdan başka bir şey olmayacaktır. Çünkü görüldüğü gibi mesele “2-3 bin Rum vatandaşımızdan mı korkacağız?” değerlendirmelerinin ötesinde bir önem ve ciddiyettedir. Sadece sayı olarak ele alsak dahi karşımızdaki güç, 2-3 bin vatandaşımız değil, siyasi amaç güden 300 milyonluk örgütlü ve çok etkili bir cemaattir. Bugünün meseleleriymiş gibi tartıştıklarımız ve AB veya ABD’nin isteği üzerine ya da din ve vicdan özgürlüğü adına yapıldığını sandığımız düzenlemeler, adım adım işlenen yıllar öncesine dayanan bu büyük projenin parçalarıdır. Türkiye ne yazık ki, yine kaybeden ve geri adım atan taraf konumunda dururken, karşımızdaki cephe özellikle de son yıllarda çok büyük mesafe almıştır. Bu başarının temelinde ise herhalde Fener Rum Patriği Gregorius V’in, 1800’lü yılların başında Rus Çarı’na gönderdiği mektupta çizdiği strateji vardır. Türkleri dünya siyasi ve askeri hayatından korkulacak bir varlık olmaktan çıkarmayı, hatta bağımsızlıktan mahrum etmeyi hedefleyen mektubun tam metni şöyledir:
Yunanlılar, İstiklal Savaşı’nı müteakip başta İzmir olmak üzere Ege havalisinden kaçmak zorunda kaldıkları Eylül 1922’deki bozgunları için “Küçük Asya Felaketi” (Mikra Asiatiki Katastrofi) demektedirler.
“Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak mümkün değildir. Çünkü çok sabırlı ve mukavemetli insanlardır. Gayet mağrurdurlar ve izzet-i nefis sahibidirler. Bu hasletleri de dinlerine bağlılıklarından, kadere rıza göstermelerinden, ananelerinin kuvvetinden padişahlarına, kumandanlarına, büyüklerine olan itaatlerinden gelmektedir. Türkler zekidirler ve kendilerini müspet yolda sevk ve idare edecek reislere sahip oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gayet kanaatkardırlar. Onların bütün meziyetleri, hatta kahramanlık ve şecaat duyguları da, ananelerine olan bağlılıklarından, ahlaklarının selabetinden gelmektedir. Türklerde evvela itaat duygusunu kırmak ve manevi bağlarını yok etmek, dini metanetlerini zaafa uğratmak icabeder. Bunun da en kısa yolu, milli ve manevi ananelerine uymayan harici fikirler ve davranışlara onları alıştırmaktır. Türkler, dış yardımı reddederler, haysiyet duyguları buna manidir. Velevki, geçici bir süre için zahiri kuvvet ve kudret verse de Türkleri dış yardıma alıştırmalıdır. Maneviyatları sarsıldığı gün, Türkleri kendilerinden şeklen çok kudretli, kalabalık ve zahiren hakim kudretler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve maddi vasıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkün olabilecektir. Bu sebeple Osmanlı devletini tasfiye için mücerred olarak harp meydadındaki zaferleri kafi değildir ve hatta sadece bu yolda yürümek, Türklerin haysiyet ve vakarını tahrik edeceğinden hakikatlere nüfuz edebilmelerine sebep olabilir. Yapılacak olan Türklere bir şey hissettirmeden bünyelerindeki bu tahribi tamamlamaktır”[1].
Patrikhaneyi bir ziyaretinde bu mektubun müsveddesini gören Rusya’nın Osmanlı Büyükelçisi General İgnadyef hatıralarında, “Benim Osmanlı Devleti nezdinde vazifeli olduğum sırada bu teşhisler tamamen tecelli etti. “demiştir [1].
Dönemin Yunanistan Başbakanı Konstantin Karamanlis’in, 1974 yılında söylediği, “Bugünkü gücümüzle Türkleri savaşarak yenmemize imkan yok. Mücadelemizi her çareye başvurarak sürdüreceğiz. Türklerin yaralarını kaşıyıp, kanatacağız.”[5] şeklindeki sözleri, 200 yıl sonra da Patrik 5. Gregorius’un izinden gidildiğinin bir başka göstergesidir.
Ülkemizin bazı yöneticilerinin “Dostu Yorgo Papandreu’nun” babası Papandreu’nun 1987’de Türkiye sınırındaki Yunan askerlerine, “Kahraman Yunan askerleri, siz üstün ırksınız. 1920-1922 olayları bir talihsizlik olmuştur. Yunan ırkının bir gün anavatanı olan Ege sahillerini kurtaracağına olan inancını yitirmemesi gereklidir.” diye hitap etmesi ise Patrik Gregorius’un politikasının nihai hedefinin özeti gibidir [6].
Bunları da geçmiş veya kişisel hezeyanlar diye nitelendirecek olanlara, Yunanistan Cumhurbaşkanı Stefanopulos’un, 1 yıl önce yaptığı, “1920-1922 yenilgi değil büyük bir başarıydı. Hiçbir halk, sürekli zaferler kazanarak, kardeşlerini kurtarmak için yabancı bir ülkenin içinde yüzlerce km. ilerleyemez. Yine de sonunda bitkin düşüldü ve sonuna varılamadı.”[7] şeklindeki açıklama acaba bir anlam ifade eder mi? Ya da Atina Başpiskoposu Hristodulos’un 23 Ağustos 2004’te, Pazar ayininden sonra yaptığı açıklama…İzmir metropoliti Hrisostomos’un Türkler tarafından linç edildiğini belirttikten sonra, “Hrisostomos hakkını bulacak mı? Eğer Tanrı buna daha önce izin vermezse kıyamet günü İzmir göçmenlerine ait ruhların ikonalarını ellerine alarak Ege’yi geçmek suretiyle anavatanlarına geri dönecekler mi? sözlerini söyleyen Başpiskopos Hristodulos, Türkiye için “unutulmaz vatanlar”, Milli Mücadele için “Küçük Asya felaketi” ifadelerini de kullanmıştır[8]. Başpiskopos Hristodulos, öldürülen İzmir metropoliti Hrisostomos’un anısının ise Yunan gençliği ve bütün Yunanlıların hiçbir zaman akıllarından çıkartmamaları gereken bir hedefi gösterdiğini belirterek, “Yeni kuşaklar, İzmir Metropolitinin ayak izlerini izleyecekler ve hedefe gideceklerdir. Yeter ki bu kılıç gibi keskin ideallerimizi çocuklarımızın ruhlarında canlı tutalım, öldürmeyelim.” demiştir. Bu haberi Yunan gazeteleri “Hristodulos, Türkleri Aforoz etti”, Türk basını ise “Baş psikopatın geri dönüş rüyası, Başpiskopos Rüya Görüyor” başlıkları ile duyurmuştur[9]. Eski Başbakan Papandreu ya da Cumhurbaşkanı Stefanopulos’un benzer açıklama ve hedefleri, Başpiskopos’un bir rüyadan değil, tarihi derinliği olan milli bir politikadan bahsettiğini tüm açıklığı ile göstermektedir. O Başpiskopos ki, 15 Ağustos 1999′ daki Meryem Ana kutlamalarına Karaferye’deki (Veria) Sümela Kilisesi’nde katılmıştır. Mabete bu isim, Trabzon’daki aynı adlı kiliseyi hatırlatması için verilmiştir. Binlerce “Pontus” kökenli katılımcıyla birlikte Yunan Cumhurbaşkanının da hazır bulunduğu bu toplantıda Başpiskopos, Tanrı bana Pontus’daki tarihi Sümela Meryem Ana Manastırının kilidini açmayı da nasip etsin” diye dua etmiştir [10].
Peki Yunan Başpiskoposunun, Yunanlı gençlere izinden gitmesini öğütlediği kimdir? Milli Mücadele’nin başlangıcında zararlı faaliyetlerinden dolayı Vali tarafından İzmir’den uzaklaştırılmış ancak Mondros Mütarekesi sayesinde geri dönmüştür. Bu dönüşünde Rumların, 25 Ocak 1919’daki belediye seçimlerini boykot etmesini sağlayarak, artık Osmanlı idaresini istemediğini açıklamıştır. Yunan Ordusu 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıktığında da Yunan kuvvetlerini takdis edip, “Ne kadar Türk kanı içerseniz, cennet size o kadar yakın olur. Türk’ün kanını içmek sevaptır.” demiş, İzmir Kalesi’ne Yunan bayrağı çektirmiş, Yunan Kralına, Ankara Kalesi’ne dikilmek üzere Bizans bayrağı hediye etmiştir. Hrisostomos, İzmir’in Türk Ordusunca geri alındığı 9 Eylül 1922’de halk tarafından linç edilmiştir.
Ancak bu Başpiskopos sadece Türkleri değil, İzmir’in işgalinden sonra Yunanistan tarafından atanan Yüksek Komiser Stergiadis’i de çileden çıkartmıştır. Öyle ki Yüksek Komiser, müttefik devlet Konsoloslarının ve İzmir’in önde gelen bütün kişilerinin hazır bulundukları resmi bir ayin sırasında, tehlikeli politika alanlarına bulaştırdığı düşüncesiyle Başpiskopos Hrisostomos’un yönettiği bir töreni dahi durdurmuştur. Çünkü Stergiadis, bu kişilere dert çıkaran ve düzene karşı gelen insanlar gözüyle bakıyor, siyasetle uğraşan papazları hoş görmüyordu. Ancak kendi bölgesinin efendisi olarak papazları yola getirmekte yetenekli olduğu bilinen Yüksek Komiser bile dönemin Fener Rum Patriği Meletios’a dokunamamıştı, çünkü İstanbul özerk bir dünya” idi. Buna rağmen Hrisostomos’a tavrı Fener Rum Patriği Meletios’u kızdırmaya yetmiş ve Meletios, Yunanistan eski Başbakanı Venizelos’a yazdığı tüm mektuplarda, Yüksek Komiser’den şikayetçi olmuştur. Kendilerini “Küçük Asya Hıristiyanlarını Mustafa Kemal Türkiye’sinin elinde bırakmaya karşı gelenler”, Yüksek Komiseri ise “Sesimizi boğmaya çalışan” kişi olarak tarif eden Meletios, “Hiçbir vali, Patriği tanıyan yüksek din adamlarına karşı Stergiadis’in aldığı önlemleri almamıştır.” diye isyan etmiştir.
İşte İzmir Metropoliti, kendi Yüksek Komiserlerini bile rahatsız edecek boyutlarda siyasete bulaşmış bir kişidir. Ancak Yunanistan, onun davasını sürdürdüğünü gösterircesine, ölümünden 43 yıl sonra Atina’nın Nea Zmirni semtinde linçin de tasvir edildiği bir heykelini dikmiştir. Heykel, 20 Kasım 1965’te açıldığında Dışişleri Bakanlığımız bunu, Yunan Hükümetinin Türk düşmanlığını körüklemesinin yeni bir örneği ve Megali İdea’nın canlı tutulmasının yeni bir aracı olarak gördüğünü belirterek, protesto etmiştir. Ama Yunanistan bununla yetinmemiş, üstüne Yunan Kilisesi tarafından 1992’de aziz ilan edilmiştir [11].
Hedeflerini böylesine unutmayan ve unutturmayanlara karşı Türkiye’nin ne yaptığının, daha doğrusu ne yapamadığının en canlı örneği ise 1953 yılında gerçekleştirilen İstanbul’un fethinin 500. yıldönümü kutlamalarıdır. Aylarca hazırlanıldığı ve “Fetih Bayramı” diye ilan edildiği halde oldukça sönük geçen 29 Mayıs 1953 kutlamalarında, sadece Topkapı-Edirnekapı arasında bir tören, Fatih Camii avlusunda da mehter konseri düzenlenmiştir. Bunun üzerine Prof. Dr. Semavi Eyice, “Aylarca hazırlık yapıldığı söylendi; ama hiçbir şey yapılmadı. Sadece Fetih Derneği kuruldu, dernek, 15 kadar kitap yayımladı. Sonra o da unutuldu gitti.” demiştir. Ancak gerçek tabloyu, dönemin yöneticilerinin tutumu ortaya koymuştur. Cumhurbaşkanı Celal Bayar, İzmir’e NATO Karargahı’nı ziyarete, Başbakan Adnan Menderes’de İngiltere Kraliçesi 1.Elizabeth’in taç giyme törenine katılmak üzere Londra’ya gitmiştir. Peki, neden böyle olmuştur? Tarihçi Necdet Sakaoğlu’na göre, “Bayar ve Menderes, Türk-Yunan dostluğu ve Avrupa’nın konuyu farklı değerlendirmesinden çekindikleri için” törene katılmamışlardır. Dr. İlber Ortaylı da, 500. yıl kutlamalarının Yunanistan’ı ve Batı’yı gücendirmeme adına, ilmi cepheden yoksun ve hamasetten ibaret bir şekilde yapıldığını belirterek, 550. yıldönümüne işaretle, “Umarım bu kutlamaları Avrupa yönlendirmez ve yetkililer buna izin vermez.” [12] demiştir.
20. yüzyılın ilk yarısında tarihten ve haritadan silinmek üzereyken, Milli Mücadele mucizesi ile adeta küllerinden doğan Türkiye’nin, 30 yıl gibi kısa bir sürede yeniden Batı’nın yönlendirmelerine açık hale gelmesinin dönüm noktası Truman doktrini ile Marshall yardımıdır. İşte Türkiye’ye yakın tarihini bile unutturup, başta Fener Rum Patrikhanesi olmak üzere tarihin sayfalarında kalması gereken projelerin yeniden gün yüzüne çıkartılmasını sağlayan bu süreç, Başkan Truman’ın, Türkiye’nin bütünlüğünü korumak için ABD’nin kaynaklarını seferber edeceğini söylemesi ve ardından Marshall yardımlarının devreye sokulması ile başlamıştır. Patrik Bartholomeos’un, üzerinden 50 yıl geçtikten sonra hala Marshall Planı’ndan övgüyle söz etmesinin ve bu planın günümüzde de aynı ruhla yeniden canlandırılmasını istemesinin sebebi budur. Bartholomeos, 22 Ekim 1997’de, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albrighfın, onuruna verdiği resmi yemekte yaptığı konuşmayı tümüyle Marshall Planı’na ayırarak, planı kendi kuşağının başarısının sinyali olarak gördüklerini söylemiştir. Doğu Avrupa’nın yapılanması ve Müslümanlarla köprü kurmada bu planın esas alınmasını isteyen Bartholomeos, kısmi bir çözüm olduğuna inandığı ekonomik çalışmaların yanı sıra dünyanın kültürel, dini ve sosyal yapısının da yeniden inşa edilmesi gerektiğini söylemiştir. Bartholomeos, “Milletlerarası ve ruhani bir güç olan Ekümenik Patrikliğin, Müslüman ve Hıristiyan dünyasının birbirini anlaması ve diyalogu için aktif rol aldığını” [13] belirterek, bu amaçla hangi mesafede olursa olsun sadece kara ve hava yolu ile seyahate değil bilgi ve fikir vermeye de hazır olduklarını kaydetmiştir.