Yükleniyor...
Türkiye’nin temel problemlerini saymak istersek, aklımıza gelecek pek çok seçeneği sıraya sokmak hayli zordur. Öyle bir ülkedeyiz ki sorun adımızı aldığımız milletin varlığıyla, kimliğimizle başlıyor; karnımızı doyuracak ekmeğe katılan unun varlık sebebi buğdaya kadar ulaşıyor. Hâl böyleyken, sorunlar arasında sıralama yapmak zorlaşıyor. Yine de “ekonomi”yi ilk sıralara yerleştirmek kanımca çok hatalı değildir.
Bir kurumun satışının ardından “Ben buranın bu kadar büyük olduğunu bilmiyordum!” diyen, daha da üzerine gidilirse “Babalar gibi satarım!” diyen bakanlarla yönetilmiş güzel ülkemizde, insanların onurla yaşamak için çalacakları kapı devlet yerine ekseriyetle sermaye sahibi patronların vicdanı oluyor. İşte böyle bir ortamda “inovasyon” dediğimizde aklımızda ilk sektörel firmalar beliriyor. Oysa ticarî firmalar, inovasyonun sadece uygulama aşamasıdır; onun asıl geliştiği yer, temel bilimsel araştırmalardır. Bu çoğunlukla üniversitelerle devlet destekli araştırma kurumlarda yapılır. Belki de ülkemizdeki ekonomik gidişattaki bozukluğun sebeplerinden biri bu başlangıç noktasını kaçırıp doğrudan sonuç odaklı yaklaşıma bağlanmaktır.
Bu yazıda, “muasır medeniyetler seviyesi” hedefinden lafta asla sapmayan Türk milletinin bu hedefe ulaşmada ıskaladığı temel nokta; Türk akademisinin son dönemdeki gidişatı ele alınacaktır.
Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA), kendisini 1800’lü yılların ortalarındaki Encümen-i Daniş diye bilinen bilim kuruluna dayandırmaktadır. Her yıl belli başlıklar üzerinden araştırmalar yaparak raporlar sunar ve ülkedeki bilimsel gidişat hakkında politika üretilmesi için yol göstericidir.
Kasım 2020’de yayımlanan Türkiye Bilim Raporu’nda [1] hayli dikkat çekici noktalar var. Örneğin; aşağıdaki grafikte 2000 ile 2018 arasında ülkelerin kişi başına düşen yayın sayısı ile patent sayıları arasındaki ilişki görülmektedir. Daire büyüklüklerinin GSYİH’ye göre ayarlandığı (doğru orantılı) analizde, ekonomik açıdan zengin ülkelerin yayın ve patent üretme durumunun diğerlerine göre daha fazla olduğu görülmekte. Raporda, bir ülkenin ekonomik zenginliğinin, ürettiği inovasyon ile doğru orantılı olduğuna vurgu yapılmaktadır. Grafik incelendiğinde; Türkiye bu sıralamada oldukça geride yer almakta. Ayrıca kişi başına düşen yayın sayısı ile patent sayısı arasında da ciddi bir fark görülmekte. Anlaşılan o ki Türkiye’de ekonominin gelişmişliğinde önemli bir gösterge konumundaki inovasyonun iki temel ayağı, birbirinden kopuk çalışıp karşılıklı besleme yapılmadığından böyle bir farklılık ortaya çıkmış. Bu da GSYİH’yi olumsuz etkilemiştir. Elbette bu bir döngü olduğundan GSYİH’nin düşüklüğü de inovasyonu ve yayın-patent ilişkisini olumsuz etkilemiştir. Raporda, bu tezi destekleyen başka göstergelere de yer verilmiş.
Bir diğer araştırma sonucunda elde edilen grafikte ise 2005-2015 döneminde çeşitli ülkelerdeki yükseköğretim harcamalarının GSYİH içindeki payı arttıkça kişi başına düşen bilimsel yayın sayısının da arttığı görülmekte. Türkiye yükseköğretim için kamudan Kuzey Avrupa ülkeleri ile benzer oranda pay almasına rağmen, yayın bakımından onların gerisinde kalmıştır. Buradan çıkacak sonuç, Türkiye’de yükseköğretim kurumları, aldıkları payları doğru şekilde kullanmamaktadırlar.
Kaynak: Türkiye Bilim Raporu – Kasım 2020 (TÜBA)
Yapılan araştırmada, 1995-2015 döneminde ülkelerin kişi başına düşen ortalama bilimsel yayın sayısı da hesaplanmıştır. 1.000.000-kişi başına düşen ortalama bilimsel yayın sayısının, Türkiye’de yaklaşık 191 civarındaki seviyesi ile birçok ülkenin gerisinde kaldığı gözlenmiştir.
Kaynak: Türkiye Bilim Raporu – Kasım 2020 (TÜBA)
Benzer durumları uluslararası atıf sayılarında da görüyoruz. Diğer ülkelerle ve öncü ülkelerle karşılaştırıldığında Türkiye’de özellikle 2003 yılını takiben her alanda ciddi düşüşler yaşandığı görünmekte. İşin ilginç tarafı 2006 yılı itibariyle her ile bir üniversite politikası sayesinde, akademik çalışan sayısı da artış gösterdi. Buna rağmen yayın ve atıf oranlarındaki düşüşler ile diğer ülkelerin benzer faaliyetleri arasındaki fark hayli can sıkıcı boyutta.
Tüm verilerin SCOPUS, Dünya Bankası, OECD, WIPO, MAC gibi veri bankalarından elde edilerek analiz edildiği raporun en ilginç noktası, akademiye yeni giren eleman sayısındaki artışa karşılık bunların yayın kalitelerindeki düşmedir.
Kaynak: Türkiye Bilim Raporu – Kasım 2020 (TÜBA)
Grafiklerde, zaman serilerinin 3 yıllık hareketli ortalamaları veriliyor. Grafik-a’da Üniversitelere öğretim elemanlarının net giriş oranı verilmiş. Buna göre yeni giriş oranı bir süre düşmüş, 2010 yılından sonra artmış. Ortalamada %6 civarında net giriş olduğu gözlenmiş. Grafik-b’de akademik hayata yeni başlayan araştırmacılarda ise 2003 yılından sonra nitelik olarak da bozulma gözlenmiş. Akademiye yeni girenlerin ortalama yayın kalitesi gerilemiş.
Buradan çıkacak sonucu başka bir analizle de beraber yorumlamak gerekir. Sonuçlarına yine rapordan erişebileceğiniz kişi başına düşen öğrenci sayısındaki dengesizlik konusuyla birlikte düşünüldüğünde, özellikle 2003 yılından sonra Türkiye’deki üniversitelerde arz-talep ilişkisindeki bozulmaların ve nicelik artarken niteliğin azalmasının bu sonuca ulaşılmada ana sebepler olduğu açıktır.
Buraya kadar verilen bilgiler, işin suratı asık gerçekleri idi. Oysa bu ülkede kişilerin ilgisini çekmenin en güzel yolu, onlara sorumluluk vermeden magazin, affedersiniz; siyaset yapmaktır. O halde biz de işin esas can sıkan ama tuhaf bir keyif de aldıran kısmına geçelim.
Yukarıda verilen istatistik bilgilerine bakıldığında Türkiye’deki ekonomik bozuklukların bir boyutuyla üniversitelerdeki akademik yapıların bozulmasından kaynaklandığını görüyoruz. Herhalde ilk söyleyebileceğimiz sorun “liyakatsizlik” olacaktır. Akademik göreve getirmelerin bilgi, başarı ve yetenek kıstaslarına göre şekillenmemesi, benzer şekilde aynı toplumda yaşayan genç ve yetenekli akademisyen adaylarının akademik iş fırsatları için eşit koşullarda rekabet edememesi su götürmez bir liyakatsizlik örneğidir. Daha birkaç gün önce lisans ve doktora eğitimimi aldığım üniversitede bana “Valla biz de istiyoruz ama YÖK kadro vermiyor.” diye kapıyı gösteren hocalarımın hem de alan dışına “özel” öğretim üyesi ilanı verdiğine şahit oldum.
Siyasî sebepler arasında Türkiye’deki 68 üniversiteyi yöneten rektörlerin uluslararası yayın sayısının 0 (sıfır); 71 rektörün de hayatları boyunca “ürettikleri” tüm eserlerin aldığı toplam uluslararası atıf sayısının 0 (sıfır) olması gibi trajikomik bir durum da yer alabilir. (İlgili haber için tıklayınız.) Akademiyle ilgilenenler bilirler. Çok yakın bir geçmişe kadar rektörler, üniversitedeki öğretim üyeleri tarafından seçimle göreve gelirdi. Belki orada da ilk üç arasından seçilecek şekilde cumhurbaşkanı onayına sunulurdu ama yarım da olsa demokrasi vardı. Şimdilerde ise akademisyenler, yayın ve atıf başarıları ile değil; “önemli” referanslar bulmakla uğraştıklarından olsa gerek uluslararası düzeyde Türkiye’nin sıralaması böyle gerilerde.
Başka bir sebep, Türkiye’nin dünyada en çok sahte/yağmacı akademik dergi çıkarılan ülkeler arasında yer alması. (Konuyla ilgili bilgi için bağlantıyı kullanabilirsiniz.) Balıkların büyüme hızının; boyut, yem tüketimi, yaş gibi faktörlere değil de Kur’an dinletilip dinletilmemesine göre değerlendirildiği güzel ülkemizdeki akademik dergicilik ürünü de ancak papaz eriği yerine imam eriği çıkarmak olur. Varsın ülkenin gelişmişlik düzeyi Uruguay’a eşdeğer olsun, yeter ki bizim suda yüzen balıklarımız bile imanlı olsun!
Bitti mi? Elbette hayır. Akademik başarının birinci basamağı, lisansüstü eğitimdir fakat Türkiye’de insanımız için sonuca giden yolda her şey mübah olduğundan, tez yazdırmak da gayet normal. Türkiye’de haksız bir akademik avantaj sağlamak isteyen kişilere sipariş üzerine tez yazan çok sayıda şirket var. (Tez yazım şirketleri ile ilgili bir haber) Yayın etiği ihlâliymiş, toplumsal ahlak dejenerasyonuymuş Hak getire… Fakat bizim enstitülerimizin de hakkını yemeyelim; yayın etiği için matbu bir metin imzalatıyorlar; yeter! Onların sayfa numarası ile sayfa sonu arasını cetvelle ölçmek gibi daha ön alıcı ve caydırıcı önlemlerle uğraşmaları gerekiyor.
Yeter mi? Yetmez efendim. Resmî konumdaki kişilerin otoritelerini kötüye kullanması sayesinde akademik bilgisi, yeteneği ve başarısı çok düşük seviyede olan kişilerin akademisyen diye atanmaları bir diğer sebep. (Listenin son sırasındaki oğluna kadro veren rektör haberi) Geçenlerde bir vefat ilanı vardı: “Üniversitemiz Makina Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nihat YILDIRIM’ın kayınpederi, Havacılık ve Uzay Bilimleri Fakülte Sekreteri Ayfer YILDIRIM’ın babası, Sosyal Bilimler MYO Öğr. Gör. Aykut DİREZİNCİ’nin dedesi, Rektörlük Özel Kalem Aysun ŞAHAN’ın dedesi vefat etmiştir.” İnsan gerçekten hayret ediyor!
Sahi, bu üniversiteler nasıl kuruluyor? Vatandaşın vergileriyle. O halde üniversitelerde öğretimin kalitesi ve öğretim elemanlarının niteliğinin bu seviyede kalmasının en büyük sebebi, büyük bir çoğunluğun bu duruma itiraz etmemesi değil midir? Aynı şekilde üniversitelerdeki akademik yayın etiği ihlalleri ve akademik sahtekârlık vakaları her geçen gün artarken, bu duruma sadece bir avuç akademisyenin itiraz etmesi de işin ciddiyetine tabir caizse turp sıkmıyor mu?
Bu yayın etiği ilkesinin ihlâlleri, sahte dergiler, tez yazım şirketleri ve bunlara bilinçli ya da bilinçsiz meyleden akademisyen (ve adayları) için caydırıcı önlemler neden alınmaz? (Dolandırılan akademisyenlerin haberi). Sürekli dolandırılan profesörlerin yaşadığı bir ülkenin hem sosyolojik hem de ekonomik gelişmişlik seviyesinin artışı için umut, maalesef terini silerken açıklama yapanlardan, “Vallahi bana da sürpriz oldu!” diyenlere halef selef yapılmış yöneticilere kalır tabiî ki…
Günümüz dünyasında bir ülkenin gelişmiş ülkeler kategorisine girmesi, teknoloji üretimi sayesinde gerçekleşmektedir. Teknolojinin geliştirilebilmesi için gerekli iki temel ortam vardır. Bunlar, bilimsel faaliyetlerin gerçekleştirilebileceği üniversite gibi yapılar ve teorik yeniliklerin pratiğe geçirilebildiği sektörel faaliyetlerin yapıldığı ticarî firmalardır.
Yayımlanan rapor ve diğer incelemeler üzerinde Türkiye’nin bilimsel etkinliğinin, diğer ülkelerle karşılaştırıldığında oldukça geride kaldığı ortaya çıkar. Her ne kadar milenyum çağı ile bilimsel yayın sayılarında artış gözlense ve hatta çeşitli politikalar sayesinde akademik faaliyet gösteren birey sayısı artmış olsa da yayın kaliteleri bakımından 2006 ve sonrasında büyük bir kırılma yaşandığı görülmektedir.
Bilimsel çalışmaların kaynağını oluşturan ve geleceğin Türkiye’sinde kurumsal yahut bireysel sermayenin paydaşlarının yolunu açan temel kurumlar üniversitelerdir. Türkiye’deki vakıf ve devlet üniversitelerinde yaşanan bu üretim yavaşlamasının sebepleri, her ile bir üniversite açılması, bu üniversitelerin kurucu ve devam kadrolarındaki vizyon eksiklikleri, akademisyeni idarî personel gibi gören yönetim biçimleri sayesinde iş yükünün artışı, araştırmacı başına düşen, özellikle lisansüstü öğrenci sayılarındaki azalma, yayın etiğinin ihlâli ve en önemlisi liyakatsiz alımlar olarak genel bir sıralama yapılabilir. Bütün bunlar, bir üniversitenin verimliliğini etkileyen önemli faktörler olmakla kalmaz, aynı zamanda akademik kültürün oluşmasında da kilit rol oynarlar.
Akademik kültürün oturmasında etkin görev üstlenen bu unsurların da temelinde akademik dürüstlük ilkesi ve bunun kültürü bulunmaktadır. Avrupa Akademik Dürüstlük Ağı Akademik Dürüstlük Sözlüğünde bunun tanımı: “Eğitim, araştırma ve bilimsel ortamlarda karar verme ve uygulama aşamalarına yön veren etik kurallara, mesleki ilkelere, standartlara, uygulamalar ve mütemadiyen değerler sistemine uyum sağlama” şeklindedir [2]. Akademik dürüstlük kültürü ise aynı sözlükte “Akademik dürüstlüğü teşvik eden ve destekleyen bireysel, grupsal ve / veya kurumsal davranışlar, değerler, inançlar, tutumlar ve nitelikler” olarak ifade edilmektedir.
Bir vakıf üniversitesinde yaşanan olayla durumun içler acısı halini özetleyelim: 56 yaşında bir kadın profesörün aktarımı [3] “Üniversite piyasada uçan kuşa borçlu olduğu için ve maliyenin kara listesinde olduğu için TÜBİTAK para yatırmama kararı verdi. […] SGK borçları ve diğer piyasa borçları. […] Yani projeyi ben yapacağım, bununla ilgili olarak birkaç araştırmacı çalışacak, onlar bekliyor, araştırma yapacağız, malzeme alacağız, fakat TÜBİTAK üniversite dışında bir yere benim bütçemi yatırmıyor, benim bütçemi alacak üniversite de bunu alamıyor, çünkü SGK borcu var. İki taraf da ayak diredi. Sonuçta şöyle bir çözüm buldular: ‘Biz sana içeriden az az malzeme verelim bari sen bu çalışmayı yapıyor gibi ol.’ Fakat çok çirkin bir şey tabiî. […] Verdikleri malzeme kırık dökük işte dosya, jelatin falan filan… Dolayısıyla biz kendi paramızla bu projeyi yapmaya çalıştık ve o hem ciddi olarak beni sinirlendirdi, çok üzdü bir yandan da, saçlarım dökülüyordu ya. Bir yandan beraber olduğum, söz verdiğim arkadaşlarla bunu yapamıyor olmak beni çok üzdü, onları ortada bırakmış olmak. Öte yandan projeyi yapamıyoruz. TÜBİTAK üniversiteyi, bütçeyi yürütemediği için 3 yıl bütün projelere başvurmaktan yasaklı ilan etti. Bu, üniversiteye değil benim diğer meslektaşlarıma verilmiş bir ceza oldu. Bu da beni çok üzdü. Çünkü üniversitenin bana aldırdığı yok, yani bir projeye başvurmuş olup olmamama. Hiç taş atmadan, kolu yorulmadan, yüz binlerce Euroluk bir projeyi alıp, bunun yüzde 13’ünü kendisine alacak olan bir üniversite çıkıp bana ‘Bizim böyle işlerle işimiz yok. Sen bize her sene 11 tane öğrenci getirsen çok daha yüksek para gelecek. Sen onunla ilgilen.’ dedi mesela”
İşte akademisyeninden, bölüm başkanına, dekanına/müdürüne, rektörüne kadar tüm kurumda oturması gereken dürüstlük kültüründeki eksiklik, devamında etik eksikliğini etkilerken, ülkenin bilimsel faaliyetlerinin niteliğinde bozulmalara sebep olur. Bütün bu bozulmalar da bir ülkenin gelişmişlik seviyesinin gün geçtikçe daha da düşmesine ortam hazırlar.
Bütün bu sorunların ortadan kaldırılıp refah düzeyi yüksek bir ülkede yaşamanın üniversite ayağındaki temel koşul, akademisyen ve öğrencilerin ama en çok da yöneticilerin ve siyasi yetkililerin kendi paylarına düşen sorumlulukları en iyi şekilde yerine getirmesi ve haklarını sonuna kadar savunmasıdır. Eğer yayın niteliklerinde bir kırılma yaşanmışsa; demek ki aynı kırılma tersi yönde de mümkündür. Bunu başlatacak nokta, bana göre asistan olarak görev yapan öğretim elemanlarıdır. Usta-çırak ilişkisi ile gelişecek bir akademik yeterlilik kazanımı için önemli bir adım olan asistanlık, ne yazık ki bugün yerini akademik korkaklığa bırakmıştır. Bugün danışmanından korkan veya sadece işini yürütmek için yanlışına da göz yuman ve susan asistan, yarın doçent olmak için fakülte ve üniversite yönetiminin yanlışına da susar, sonrasında rektör ya da siyasetçi olmak için ülkedeki yanlış politikaların altında imzası olanlara da susar. Eğer asistan olarak görev yapan genç meslektaşlarımız bugün yanlışa “Dur!” diyebilirlerse işte o kırılma yaşanır ve kendileri, kurtarılmış nesil olarak memleketin huzur ve refahında isimleri anılsa da anılmasa da en büyük kahramanlardan olurlar.