30.05.2023

Alevilik ve Aleviler

Aleviliğin kökünde göçebe Türkmen kültürü ve devlet kuran Türkmenler vardır. Fakat Türkiye ve İran'da kuruştan sonra devlet kurucularını cezalandırdı. Tarihçi, romancı Reha Çamuroğlu, Millî Dününce Merkezi'nde Aleviliği anlattı ve soruları cevapladı.


Ödüllü romancı, tarihçi, 23. dönem millietvekili Reha Çamuroğlu, MİSAK’ın davetlisi olarak Milli Düşünce Merkezi’nde Alevlik konulu konferans verdi. MİSAK editörü arkadaşımız Hasan Çekiç, konferansı fotoğrafladı ve konuşmayı deşifre etti.

Göçebelik ve yazı: Ölüye varmayız, diriye varırız

Göçebelik ve konar-göçerliği anlamadan, yani eski Türklerin yaşam biçimlerini anlamadan Aleviliği anlamak pek mümkün değildir. Göçebelikle konar-göçerlik farklı şeylerdir. Göçebelik, sürekli bir göç halidir. Konar-göçerler kısmi tarım da yaparlar, Göçebeler sadece hayvancılık yaparlar. Hayvanlar sürekli meralar, yani taze otlar isterler. Bu kültürlerinin de farklılığına yansır. Göçebelikte, bildiğiniz gibi yazı yoktur, yazılı kültür yoktur. Sözlü kültür vardır. Bilgiler, -marifet denir buna-, marifet sözle aktarılır. Tecrübe sözle aktarılır. Göçebe için yazı, -tabiri maruz görün- biraz da şeytan işidir. Çünkü yazı, söz gibi karinesini beraberinde getirmez. Yani söz gibi konuşulduğu anı anlatmaz. Şimdi sizinle konuşuyoruz ve bunun hangi ortamda hangi zaman içinde olduğunu hepimiz biliyoruz farkındayız. MİSAK’ın davetlisi olarak Milli Düşünce Merkezi’ndeyiz ve Alevilik konusunu konuşuyoruz. Fakat yazı böyle değildir. Yazı, ölmüş olanların da fikirlerini taşır. Yazı donmuştur, donuktur. Safeviler’de göreceğimiz, “ölüye varmayız diriye varırız” sözünün de aslında bununla çok yakından ilişkisi vardır.

Moğolların, Hülagü’nün, göçebe imparatorluğu Bağdat’ı ele geçirdiğinde, meşhur Bağdat Kütüphanesi’ni yakması basit bir barbarlık olayı değildir. Onun bir mantığı vardır. Tarihte aslında her davranışın bir mantığı vardır. Göçebe Moğollar, yazıyı ve yazının toparlandığı kütüphaneleri ölü medeniyetlerin cesetleri gibi algılarlar ve bu mantıkla kütüphane yakarlar.

Devleti kuran göçebe

Göçebeler, kabile halinde yaşarlar. İçlerinden güçlü liderler çıktığında– Çağrı Bey gibi, Tuğrul Bey gibi, Cengiz Han gibi– kabileler federasyonu oluşur. Kabileler genellikle kan bağı üzerine kurulur. Bazen de kan bağı icat edilir. Aslında kan bağı olmayan bazı gruplar birbirlerini akraba olarak tanırlar ve kan bağı üzerine bir birlik kurulur. Kabile budur. Kabile federasyonu birçok kabilenin birleşmesinden oluşur. Cengiz Han İmparatorluğu da, Büyük Selçuklu İmparatorluğu da, başlangıçta birer kabile federasyonudur. Kabilelerin, İbn Haldun’un çok iyi belirttiği gibi kan bağına dayanan bir asabiyesi vardır. Asabiye ne demektir? Asabiye, birbirine çok bağlı olmak ve birbirine çok bağlı olmayı bir dava haline getirmek, kızıl elma haline getirmek demektir. Bu asabiye, çok güçlü tezahürler ortaya koyar. Mesela Şah İsmail’in 7 bin kişilik ordusuyla, 30 bin kişilik Akkoyunlu ordusunu yok etmesi gibi. Ya da Moğolların, Kösedağ Savaşı’nda 30 bin kişilik bir orduyla 200 bin kişilik Selçuklu ordusunu darmadağın etmesi gibi. Bu örnekleri özellikle veriyorum, kabile asabiyesi hayata geçtiğinde, çok ciddi siyasi ve askeri sonuçlar doğurur. Mesela Tarık Bin Ziyad’ın 10 bin kişi ile Avrupa’nın göbeğine girmesi gibi…

Ordu millet

Göçebelerde ve konar-göçerlerde herkes savaşçıdır. Kadın erkek herkes savaşçıdır… Toplumda silah taşıma yetkisi olan ayrı bir grup yoktur. Herkesin silah taşıma yetkisi vardır. Göçebelerden ve konar-göçerlerden söz ederken başları dik ve çok gururlu insanlardan bahsetmekteyiz. Bugün hala Türkmen ve Yörüklerde bunun pek çok işaretine rastlarız. Özellikle konar-göçer ve göçebe Türklere, Türkmen, “men” eki sıkı Türk, sağlam Türk anlamını verir Türk’e.

Göçebeler ve konar-göçerler, devlet kurmaya çok uygun gruplardır. Çünkü devlet kurmak çok zor bir iştir. Devlet kurmak çok tehlikeli bir iştir. Ve bunun altından göçebe dinamizmi gelebilir. Osmanlı Beyliği,  göçebe dinamizmi ile kurulmuştur. Selçuklu İmparatorluğu göçebe dinamizmi ile kurulmuştur. Safevi Devleti, -ki 300 sene gibi bir süre İran’a ve Afganistan’ın belli bir bölgesine, Irak’ın çoğuna hükmetmiştir- göçebe dinamizmi ile kurulmuştur.

“Devleti kuran balta içeri alınmaz”

Fakat İbn Haldun’un belirttiği gibi, devlet kurmakta çok etkili olan, çok önemli olan bu göçebe dinamizmi, devlet yönetmekte pek o kadar başarılı değildir. Devlet kurulduktan sonra göçebeler kurulan devletle uyumsuzluk yaşamaya başlarlar. Çünkü devlet kayıt demektir. Devlet yazı demektir. Devlet tapu demektir. Devlet hukuk demektir. Ve sonra görürüz ki Oğuz Türkleri, Sultan Sencer’i esir edip kafeste dolaştırırlar. Sonra görürüz ki Anadolu’nun Yörükleri, Türkmenleri, Osmanlı’ya ayaklanırlar. Sonra görürüz ki, Safevileri kuran Türkmenler, Safeviler’e karşı ayaklanırlar. Şimdi burada Aleviliğin bir ayağına işaret ettim. Göçebelik ve Konar-Göçerlik, bunların kültürleri, bunların yaşam biçimleri…

İkinci ayağı nedir Aleviliğin?  İkinci dönemde ortaya çıkar. Birinci dönemde biz kimleri tanırız? Şahsen bu döneme ben Alevilik öncesi dönem adını vermekten yanayım. Burada kimi tanırız? Yunus Emre’yi tanırız. Abdal Musa’yı tanırız. Kaygusuz Abdal’ı tanırız. Hacı Bektaş-ı Veli’yi tanırız. Otman Baba’yı tanırız. Geyikli Baba’yı tanırız. Pek çok Alevilik öncesi Alevi ereni’ni tanırız. Bunların ortak bir özelliği vardır. Bunların hepsi göçebe kültürüyle iç içedir. Burada bir konuyu belirtmekte yarar var, mesela Orhan Bey, Otman Baba’ya kendisi “müteşerri değildir” diye rakı hediye gönderir, fıçılarca… Gayri-müteşerri, şeriatın dışında uygulamalara sahip demektir. Ama aynı zamanda fermanında,  -düşünün daha Osmanlı Beyliği’nin başları- sürekli gözetlensin der. Bunların ne yapacağı çok belli olmaz der. Bu “müteşerri” olmaması kadar göçebe olmasıyla, göçebelerle iç içe olmasıyla da bağlantılıdır.

İsmail

İkinci nokta; bugünkü anlamıyla Aleviliğin kurulduğu, Kızılbaşlığın ortaya çıktığı dönemdir, Şah İsmail’in 1501 yılında Tebriz’i ele geçirerek Safevi Devleti’ni kuruşudur. Safevi Devleti’ni kuran Şah İsmail’in, ilk ordusunun en azından yüzde seksen beşinin Türk ve Türkmen olduğunu bugün gayet iyi biliyoruz. Şah İsmail’in dilinin Türkçe olduğunu gayet iyi biliyoruz. Şah İsmail’in sarayında Türkçe konuşulduğunu, resmi yazışmaların ancak bir süre sonra Farisi bürokrasinin kurulması ile birlikte Farsça’ya döndüğünü biliyoruz. Fakat Safevi Devleti kurulduktan sonra, devlet yönetmeye uygun olmayan göçebeler ve bugünkü anlamda Kızılbaşlar, -ki Şah İsmail’in babası Haydar döneminden itibaren hepsi kızıl başlık giyerler – Safevi Devleti içinde tasfiyeye uğrarlar. Ama Şah İsmail o kadar net bir akide ortaya koymuştur ki… Şah İsmail’in ataları Sünni’dir. Mesela Safeviye tarikatı kurucusu Şeyh Safiyüddin Erdebilî Sünnî’dir; tam bilmiyoruz ama muhtemelen Halvetidir. Ve daha sonra, bu camia, Şah İsmail’in dedesi Şeyh Cüneyt ile Şah İsmail’in babası Haydar’la birlikte gayri müteşerri bir dini cemaate dönüşür.

Safevi Tarikatı, yeryüzünde Mehdi’nin temsilcisi olarak, 13 yaşında Tebriz’i ele geçiren Şah İsmail’i ortaya çıkarır.  Şah İsmail onlar için Mehdi’nin kendisi değildir. Mehdi’nin yeryüzündeki temsilcisidir. Bu, güçlü bir Şii akidesine dönüşür. Öyle ki Tebriz’i ele geçirdiğinde Şah İsmail, minarelerden ezanı “Allahu Ekber, Allahu Ekber, eşhedü enne Muhammeden Resulallah ve eşhedü enne Aliyul Veliyullah” şeklinde okutur. Daha önce ezan sadece Mısır’daki Fatımi Devleti’nde böyle okunurdu. Selahaddin Eyyubi’nin Fatımi Devleti’ni sona erdirmesiyle Şah İsmail’e kadar, 400 yıl gibi bir süre ezan bu şekilde okunmamıştı. Şah İsmail, Tebriz’i ele geçirince ezan tekrar böyle okunmaya başlandı. Fakat göçebelere ve konar-göçerlere dayanan bu sistem, Şah İsmail’in devletinin devletleşmeye başlaması ile birlikte Kızılbaşların tasfiyesine yöneldi. Öyle ki pek çok Kızılbaş lideri, Osmanlı topraklarına geri dönüp Osmanlı padişahlarından af isteyip, Osmanlı ordularında yer alabildi. Mesela meşhur sipahi Ulama diye biri vardır, çok önemli Kızılbaş lideridir. Döner Osmanlı’dan af alır ve İran’a karşı da çeşitli savaşlarda rol alır. Buraya baktığımızda, aslında Anadolu coğrafyasında, konar-göçerler ve göçebeler çok önemli bir nüfustur. Nüfusun hatta çoğunluğudur. İç içe bir İran coğrafyası görürüz.

Azeri yoktur, Türk vardır

İlkokulda bize şöyle öğretmişlerdir: Kavimler göçü ile Orta Asya’dan geliriz, batıya göç ederiz. Bu bizim zihnimizde şöyle bir şey yaratmıştır; Türk doğudan batıya göç eder. Hayır! Tarihte çok fazla batıdan doğuya göç eden Türk de vardır. Bunu görmemiz lazım. 18. Yüzyılda bile batıdan doğuya göçen Türk kabileleri vardır, Türk boyları vardır. Köroğlu Destanı, Köroğlu’nun bağrında doğduğu günlerde, Tebriz sokaklarında sazla çalınmaktadır. Yani zamandaş olarak. Düşünün bu kadar bir kültürel iç içe geçiş var. Yani uydu antenler yok, elektronik yok, televizyon yok, fakat burada Köroğlu Destanı çıktıktan birkaç ay sonra Tebriz’de sokaklarda çalınmaktadır. En son Tebriz’e 2006 yılında gitmiştim. Çok açık şöyle derlerdi, bize niye Azeri diyorsunuz biz Türküz. Her yerde bu uyarı ile karşılaşırdık.  Azeri isminin üzerinde çok tartışma vardır. Azeri ismi ne zaman bir millet adına dönüşmüştür? O çok tartışmalı bir meseledir. Mesela Stalin’in bu konuda ne kadar rolü olmuştur?

Türkiye ve İran’da Türkmenler ezilir

Bugün Kızılbaşlık ve Alevilik dediğimiz şeyin aslında 16. Yüzyılda ortaya çıktığını görürüz. 12 İmam yaklaşımının bu dönemde ortaya çıktığını görürüz. Şah İsmail’den önce Anadolu’daki zümrelerde yani Bektaşi gibi, Kalenderi gibi, Bedreddini gibi zümrelerde 12 İmam inancı yoktur. Şah İsmail’den sonra 12 İmam inancı ortaya çıkmıştır. Şah İsmail’den önce, Teberra yoktur. Teberra ne demektir? Ali’yi, Ehlibeyti sevmeyenden uzak dur demektir. Bir de Tevella vardır. Tevella ve Teberra Aleviliğin önemli ilkesidir. Tevella nedir? Ali’yi ve Ehlibeyti seveni sev, ona yakın ol. Tevellayı görürüz, Şah İsmail’den önceki pek çok deyişte. Ama Teberra’yı göremeyiz. Yani mesela 4 Halife’nin ilk 3 halifeyi lanetleme gibi olayı görmeyiz. Ya da onları sevmemek gibi bir olayı görmeyiz.

Bu dönem Aleviliğin acı bir dönemidir aynı zamanda. Yani Türkmen ve Türk boylarının Anadolu’da çok yoğun olarak ezildiği, çok yoğun olarak hırpalandığı bir dönemdir. Mesela açık bir şekilde Selimnamelerde  –ki aslına bu İkinci Bayezid döneminde başlamıştır, o dönemde başlamadığını düşünenler var ama kaynaklar çok net bunu gösteriyor – II. Bayezıd döneminden başlayarak İkinci Selim dönemine kadar hatta daha sonra III. Murad dönemine kadar Türkmen ve Yörükler yoğun bir baskıyla karşılaşmıştır. Sonra, İnebahtı, Kıbrıs gibi uzak yerlere göç ettirmeler çok yoğun baskı ve katliamlarla karşılaşmışlardır. Gerek İdris-i Bitlisi’de, gerek Celalzade Mustafa’da, dönemin kaynaklarında, gerek Kemalpaşazade’nin fetvalarında, gerek Ebussuud Efendi’nin fetvalarında  “etrak-ı bi idrak” idraksiz Türk, bilinçsiz Türk, kavramına sıkça rastlarız. Oysa bildiğiniz gibi Osmanlı Devleti’nin kurucusu bu unsurlardır. Ve daha sonra da aynı şeylere İran coğrafyasında Safevi Devleti’nde rastlarız. Özellikle Şah I. Abbas’ın gelişi ile birlikte büyük bir Türkmen tasfiyesi ve saray bürokrasisisin Farisiler tarafından ele geçirilişini görürüz. Orda da Farisiler ortaya çıkar. Alevileri dağlara ve ormanlara kaçmaya zorlayan bu acılı dönemden sonra, özellikle 1608 Celali İsyanları’nın son bulması ve Kuyucu Murat Paşa’nın vahşiyane eylemlerinden sonra, Osmanlı Devleti’nde Alevilere karşı hayırhah bir tutum görmeye başlarız. Yani bu nüfusun artık tırnak içinde söyleyeyim “temizlenemeyeceğine” ikna olur herhalde Osmanlı. Bu nüfustan faydalanma yoluna gidebilir.

“Eşitler içinde birinci”den Sultan Mahfili’ne

Daha önce Balkanlarda da şunu görürüz. Balkanlarda Türk yerleşimini sağlayan, Evrenosoğulları. Malkoçoğulları, Mihaloğulları gibi akıncı ailelerinin mesela Şeyh Bedreddin İsyanı’na katıldığını, desteklediğini görürüz. Giderek Osmanlı’nın yapısındaki değişmeler Aleviliğe karşı Osmanlı’nın sertliğinin yolunu açmıştır diyebiliriz. Mesela, burada kritik nokta şudur, Osman Bey, Orhan Bey, I. Murad, Yıldırım Bayezid… Bunlar eşitler içinde birincidir. Ne demek eşitler içinde birinci? Osmanlı Devleti’ni kuran Türk boylarının liderleri vardır. Karesiler vardır, Hacı İlbey vardır, Evrenoslular vardır, Malkoçlular vardır, Çandarlılar vardır. Osmanlı Beyleri, bunlar arasında birincidir. Fakat I. Mehmed’e geldiğimizde çok sembolik bir olayla karşılaşırız, “Sultan Mahfili“. Camilerde, padişahın cemaatten ayrı namaz kılmasını I. Mehmed’de görürüz. Bu şu demektir, ben sizin hepinizden çok yukardayım, çok farklı bir yerdeyim. Bu, bu demektir, yani eşitler içinde birinci yoktur, eşitler üstü bir vardır.

Bu değişiklik Türkmen ve Yörükler için çok önemli bir anlam taşır. Çünkü Türkmenler ve Yörükler, daha doğrusu göçebeler her kararlarını danışarak alırlar. Meclislerde alırlar. Tartışarak alırlar. Han, Bey, ne kadar büyük sıfatlar takarsak takalım, onların hepsi eşitler içinde birincidir. Çünkü kan bağı esasına göre kurulan kabile federasyonlarında kabileler, kana bağlıdır. Hepsi kendi kabile reisine bağlıdır. Yani o reis ne derse onlar onu dinlerler. Orda da obalar tartışır. Orda da oba liderleri danışma meclisidir. Kabile reisi de mutlak birinci değildir.

Tasavvufa dönüş

Şimdi böyle baktığımızda, saz olayından öğreneceğimiz gibi sözlü kültür göçebelik, Aleviliğin kurucu unsurudur. İkincisi bugünkü Aleviliğe baktığımızda ne eklenmiştir? İmamiye Şiası’nın 12 İmam yaklaşımı eklenmiştir. Üçüncü bir kaynağı Aleviliğin, -ki üçüncü dönemde yani Osmanlı ile barışmaya başladığı ya da en azından savaşmayı bitirdiği dönemde- üçüncü bir özellik olarak tekrar birinci dönemde önemli unsurları gözüken tasavvufun ön plana çıkmaya başladığını görüyoruz. Tekrar Alevi-Bektaşi dergâhlarında, tasavvufi deyişlerin ortaya çıkmaya başladığını görürüz. Tasavvufun tekrar güç kazandığını görürüz. Burada çok sık birbirine karıştırılan, fakat birbiriyle önemli ölçüde iç içe olan iki kavrama değinmek gerekir. Bunlardan birisi Bektaşiliktir, diğeri Aleviliktir. Bektaşilik ile Alevilik arasında temel bazı farklar vardır. Bektaşilik kan bağını göçebelikteki gibi esas almaz. Çünkü Bektaşilik şehirli bir olgudur. Bektaşi şehirlidir. Alevi kırlıdır. Bektaşi’ye talep edilerek girilebilir. Ama Aleviliğe talep edilerek girilemez. Yakın zamana kadar bu böyleydi. Şimdi yeni içtihatlar var. Bektaşi meydanında saz çalınmaz. Saz yoktur Bektaşilikte. Bektaşi meydanında ud vardır, kanun vardır, tanbur vardır, bendir vardır. Alevilerde saz vardır. Üç telli zımbırtı dedikleri o güzelim saz vardır. Ondan neler yaratılmıştır, o üç telli ile. Neler bugüne kalmıştır. Biz ondan neler almışızdır, hepimiz biliyoruz.  En son Neşet Ertaş’ın vefatı ile bir daha hatırladığımız mirası hepimiz çok iyi tanıyoruz.

Bekaşilik, Alevilik, akıncılık, yeniçerilik

Şimdi bu noktada, Bektaşilikle Aleviliğin içi içe geçtiği yerleri çok net olarak verebiliriz. Mesela Yavuz Sultan Selim daha önce II. Bayezıd, Safevilere karşı bir sefer düzenlemek ister. Fakat, Memlüklülerle daha yeni barışıldığı için ve Venediklilerle daha yeni savaştan çıkıldığı için ve en önemlisi Bektaşi Yeniçeriler, Alevi Safevilere karşı savaşmakta pek isteksiz oldukları için, Yavuz Sultan Selim, Çaldıran için sahraya yerleşirken çok şiddetli cezalar uygulamak zorunda kalır. Özellikle akıncı beylerinin, Safevilerle çarpışmasını sağlamak için. Çünkü, Akıncı Beyleri Sarı Saltukların mirasçılarıdır.

Bektaşilikle Akıncıların ve Yeniçerilerin iç içe geçmesini çok çeşitli şekillerde bugün de görmemiz mümkündür. Mesela Hacı Bektaş Dergâhına gidildiğinde orda “aslanlı çeşme” görülür. Dergâhın bahçesinde bir “aslanlı çeşme” vardır. Bu Aslanlı Çeşme’yi dergâha Malkoçoğlu Bâli Bey hediye etmiştir. Fakat ne yazık ki iki Akıncı Bektaşi lideri, Çaldıran Savaşı’nda bizzat Şah İsmail’in kılıcıyla ölürler. Malkoçoğlu Ali Bey’le Malkoçoğlu Bâli Bey. Çok ilginç olaydır Çaldıran.

1498’de Portekizliler Ümit Burnu’nu keşfederek Hindistan’a varmışlardır. Ve o tarihte bizim denizcilerimiz bunlar şeytan mıdır, bunlar buraya nasıl gittiler sorar iken, onlar orda sömürgeciliğe başlamışlardır. Ama İpek yolu üzerindeki Osmanlı-Safevi kavgası bu gerçekliğe rağmen, artık tarihin ve talihin dönmeye başladığının görülmesine rağmen, çok şiddetle sürmüş, iki Türk devleti birbirini perişan etmiştir.  Zannediyorum bu Ra’d Suresi’ndedir. ”Bir kavim kendini bozmadan Allah onları bozmaz.” der. Biz bunu çok yaşamış bir milletiz.

Kendimizi bilmemek

Bugün de yok Şii Türkmen, Sünni Türkmen, yok Kızılbaş Türk, yok Sünni Türk üzerinden bir kavga, maalesef  yüzlerce yıldır bize yaşatılmaya çalışılıyor. Fakat bunu giderebilmemiz, bunu izale edebilmemiz, birbirimizi tanımaktan geçiyor. Şehirlerde Cem Evleri’nin ortaya çıkmaya başlaması, aslında birbirimizi tanımak yolunda, çok önemli sonuçlar sağlıyor. Bugün pek çok Sünni vatandaşımız, Cem Evleri’ne gidiyor, merakla gidiyor, ilgiyle gidiyor, ne var burada diyor. Aleviler nasıl biridir diye gidiyor. Ve bu tanımaların çok önemli sonuçları oluyor.

Parlamentoda iken 2009 yılında Hacı Bektaş Semah ekibini Belarus’a götürdüm. Belarus’ta Kültür Haftası’nda, Türkiye’yi Hacı Bektaş Semah ekibi temsil etti. O sırada büyükelçi bir hanımdı. Semah dönerken çocuklarımız, –çünkü semah bir dans değildir, folklor değildir, semah bizim itikadımızın ibadetimizin bir parçasıdır- Büyükelçi bana döndü kulağıma dedi ki “ben ilk defa görüyorum”. Büyükelçi o sırada 60 küsur yaşlarında. Yani düşünün, Türkiye’yi temsil ediyor yurt dışında. 60 küsur yaşında semahı ilk defa görüyor. Oysa. bu ülkede milyonlarca insan semah dönüyor.

Semah kursları açıldığında, semahın kursu olur mu diye Aleviler arasında uzun süre tartışılmıştır. Çünkü, deyiş çalarken semah dönülecektir, ayağa kalkar zaten kendi semah dönmeye başlar diye inanç vardır. Bunun öğrenilmesine gerek yoktur. Hareketleri mesela Mevlevi Semahı’nda olduğu gibi yazılı kültürle kodlanmış, sistematize edilmiş değildir. Semahta çok özgür, serbest hareketler vardır. Belli ilkeler vardır. Bir elin Hakk’a bir elin Halk’a dönük olması gibi her dönüşte. Ama mesela, Mevlevilerden farklı olarak iki el de döner, yani, Hakk’a dönen el de Halk’a döner, Halk’a dönük el de tekrar Hakk’a döner. Yani bir el sürekli Hakk’a, bir el sürekli Halk’a değildir. Semahda mürşidin etrafında dönülürken, kişi kendi etrafında döner. Kendini bilmeyen Rabbini bilemez, bunu vurgulamaktır. Mürşid de eksendir, kendisi de eksendir. Mürşid kutuptur, kendi de kutuptur.

Üçüncü dönem: Osmanlı’yla barışma ve şehirleşme

Türkiye’de ilk protesto

Üçüncü dönem dediğimiz Osmanlı ile barışma döneminden sonra ne görürüz Alevilerde? Tasavvufun ağır basmaya başladığını görürüz. Özellikle 19’ncu yüzyıl içinde Alevilerin de yavaş yavaş büyük kentlere doğru hareketini görmeye başlarız. İlginç bir şeydir, yine herhalde bu göçebe dikbaşlılığından gelir, Sivas Divriği’nin meşhur bir hanedanı vardır, meşhur bir  Ayan’ı vardır, Köse Paşa. Köse Paşa 1830’larda görevinden alınır. 1830’larda ilk modern anlamıyla ilk gösteri, mitingi yapılır İstanbul’da. Divriğililer –ki onların çoğu Alevidir, Kızılbaştır- Köse Paşa’nın görevden alınmasını protesto ederler. Osmanlı’da protesto geleneği yoktur. Osmanlı’da ya itaat edersiniz, ya da isyan edersiniz. İkisinin arası yoktur. Modern Dönem yani 1830’larda ilk modern protestoyu burada görürüz. Şu an hafızam beni yanıltmıyorsa Topkapı Sarayı’nın bahçesine yakın,  bugün Sepetçiler Kasrı vardır Sarayburnu’ndan inerken. O bölgede Padişahın geçeceğini duyarlar. Bin küsur kişi toplanıp Padişah geçerken protesto ederler. Sultan Mahmud’u protesto etme çok cesaret işidir. Bu tarihten itibaren şehirlere gelmeyi görürüz.

Daha sonra 19. Yüzyıl sonlarında 20. Yüzyıl başlarında Türk ordusunda mesela Alevi subaylar da görmeye başlarız. Meşhur Sivaslı Gökçe Dede vardır, -ki ben onun oğlundan “Küçük Ağa” denen  İsmail Gökçe Dede den  biraz sonra bahsetmek isterim. Meşhur Sivas Kangallı Gökçe Dede ailesinin ilk önemli fertlerinden Gökçe Dede, bir Osmanlı binbaşısıdır ve El-Alameyn’de İngilizlere esir düşer. Elimizde bugün fotoğrafları vardır, esir kampında İngilizlerle futbol oynarken. o zaman kaymakam denir yarbaya. Kaymakam, binbaşı kolağası rütbesinde pek çok Aleviye rastlarız, bu önemli bir değişimdir. Bektaşi zaten vardır. Mesela, “Milli Âmâle Hizmet” yani MİT’ten önceki istihbarat teşkilatı MAH’ın kurucularından olan Albay Hüsamettin Ertürk, aynı zamanda meşhur bir Bektaşi’dir. Bunları görürüz. 18. yüzyıldan başlayarak, önemli bir barışma süreci de yaşanmıştır.

İsmail Gökçe Dede’yi kısaca size anlatmak isterim. Sözlü kültürün önemli örneklerindendir. Latin harfleri ile yazmayı bilmezdi. Latin harfleri ile okumayı da bilmezdi. Genç bir delikanlıydım. İsmail Gökçe Dede, başında fötr şapkası vardı. Küçücük bir adamdı. Biz onu oturturduk bir yere, Dede oku derdik.  Bilirsiniz Osmanlı harfleri, Arap harfleri sağdan sola doğru yazılır, sayfalarda sağdan sola açılır. Mesela Nesimi’den ezbere deyişler okurdu, devam ederdi ve sonra başını çevirirdi. Biz onun başını çevirdiğinde yeni sayfaya geçtiğini anlardık.

Millet Olmayı Başarmalıyız

Görüldüğü gibi birbirine yabancı geleneklerin insanları değiliz. Aslında iç içe geçmiş bir tarihten bahsediyoruz. Bugünlere nasıl geldiğimizi, tabi 60 yaşında bir Türk Büyükelçi’nin nasıl semah görmediğini, şehit bir Alevi çocuğunun niye Cem Evi’nden kaldırılmasına itiraz edildiğini görebiliyoruz. Ya da şehit bir Alevi gencin, köyünde defnedilmek istediği halde defnedilmediğini, çünkü oraya gidildiği taktirde Cem Evi’nde tören yapılacağını, çünkü o köyde cami olmadığını görebiliyoruz. Ama bu çocuğun neden şehit olduğunu unutuyoruz bu arada.  Bütün bu tablo, bizim maalesef bugünlerde en çok çarpıcı bir şekilde gördüğümüz, millet olma mücadelemizde pek başarılı olmadığımızı ortaya koyuyor. Yani bir millet olma mücadelesinde çok başarılı olmuş değiliz. İnşallah bundan sonra bir millet olma yolunda başarılı oluruz.

Türkiye’de Sünnîlik Eşarî-Selefî çizgiye kayıyor

Bugün Türkiye’de çok çarpıcı gelişmeler var. Türkiye’deki Sünniliğin giderek Henefi,-Maturidi çizgiden uzaklaşıp, Eşari-Selefi bir çizgiye girdiğini, özellikle de yıllarca pompalanan Petro-dolarlara bu sürecin derinleştirildiğini görüyoruz. Biz Aleviler, Hanefi-Maturidilerle yüzlerce yıl birlikte yaşadık. Yüzlerce yıl daha birlikte yaşamaya devam edebiliriz. Ama Eşari ve Selefilerle bu çok zordur. Çok zor olur…

Çocuklara Arap İsimleri Veriliyor

Burada çok ciddi problemlerimiz var. Doğan çocuklara Arap isimleri verildiğini görüyoruz. Durmadan Arap isimli çocuklar görüyoruz. Türkçede olmayan isimler görüyoruz. Ahmed’e, Mehmed’e, Ali’ye, Rıza’ya hiçbir itirazım yok. Bu isimlere hiçbir itirazım yok. Ama Affan, tarihimizde de olmadı, dilimizde de yok, kültürümüzde de yok. Türk ismi değil.  Yani, yeni yeni Arapça isimler verildiğini görüyoruz. Özellikle sözlüklerden Arapça isimler aranıp, bulunup konulduğunu görüyoruz. Türkiye’de derin bir Arap hayranlığı yaratıldığını görüyoruz. Araplara Osmanlı’da uzun süre “kavmi necip” denmişti. Ama biraz önce bahsettiğim gibi Türklere de ”etrak-ı bi idrak“. Ne Türkler ” bi idrak“tır ne de Araplar “necip”tir. Bunu görmemiz lazım.

Millet, Millet Deniyor,  Milletin Adı Ne?

Millet olma, bir arada yaşama mücadelemiz her gün erozyona uğramaktadır. Dolayısıyla bu noktada milletin adını koymakta da fayda vardır.

Çok sık millet, millet deniyor ama hangi millet?  Adı ne bu milletin? Bu milletin adı var, Türk Milleti. Bayrağın adı var Türk Bayrağı. Ha birileri Kürttür, bana ne ya!  Kürdüm diyorsa Kürttür ama bizi milletimizin adından utandırmaya çalışıyorlar, problem burada. Oysa ortada bir Türk Milleti var, budur realite, budur gerçek olan.

 

SORU-CEVAP

Millî Düşünce Merkezi geleneğince konuşmadan sonra soru cevap bölümüne geçildi. Bazı sorular ve cevaplar şöyleydi:

Soru: Mevlana, Moğollarla işbirliği yaptı; bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Cevap: Mevlana’nın Moğollarla işbirliği yaptığı doğrudur. Ama, Moğol Federasyonunun, Cengiz Federasyonunun 41 kabile üyesi vardır, bunların 15’i Türk’tür. 26’sı Moğol’dur. Yani Cengiz Konfederasyonunun yarısına yakını Türklerden oluşur, bunu bir kenara yazalım. Mevlana diğerleri gibi çatışmayı seçmemiştir. Bunun pek çok nedeni olabilir. Çatışmayı seçmeme durumu pek çok insanın hayatını da kurtarmış olabilir. Bugünden 13.yüzyıl hakkında hüküm vermek çok doğru değil, bunu görelim, Mevlana Celaleddin Rumi’yi çıkarıp yargılayabileceğimiz bir mahkememiz yok. Ve 13.yüzyılın şartlarını da bilmiyoruz.  İkinci nokta şudur, Mikail Bayram’ın “Emperyalist İşbirlikçisi Mevlana” tezinin doğru bir tez olduğu kanaatinde değilim.

Soru: Dersim İsyanı ve bu konuda Rıza Zelyut’un yorumu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Cevap: Dersim İsyanını Feodal liderlerin isyanı olarak değerlendirir Rıza Zelyut, yanılır, Dersim’de bir isyan yoktur. Dersim’de lokal bir çatışma vardır. Dersimli kabileler, feodal, ortaçağ kalıntısı diyebileceğimiz bir hayat yaşamaktadır. Ve bunlar bir dizi çatışmaya, bir dizi düzensizliğe, bir dizi şiddet hareketine yol açmaktadır. Soygunlar yapmaktadırlar. vesaire vesaire. Osmanlı’da 1880’lerden itibaren Dersim’i düzene koymaya çalışmaktadırlar, modern devletle birlikte. Modern devletin elbette bazı tepkileri olur. Haydutluğa, yol kesmeye, geleneksel liderliklere izin veremez modern devlet. Ama bunların hiçbiri çocukların gaza boğularak öldürülmesini meşru kılamaz. Çatışma karşılıklıdır. Bir isyancıyı öldürebilirsiniz, bir teröristi öldürebilirsiniz. Ama çocuk öldürmek ne töremizde ne de dinimizde vardır. Yani bu ayrı bir meseledir. Dolayısıyla Dersim’de bir” Kıtal” -Osmanlıca deyimi budur- olmuş mudur? Olmuştur. Dersim’de,  soygun yapan, kan döken insanlar haklı mıdır, meşru mudur? Değildir. Bu ikisini birlikte söylemek zor mu?  90’lı yıllarda sayın bakanlarım (katılımcıların içinde bulunan bakanları kastediliyor) daha iyi bilirler, Tunceli PKK’ya hediye edilmiştir. PKK’nın en son girebildiği, en son hâkimiyet kurabildiği yer Tunceli’dir. Yani, Tunceli, adeta hediye edilmiştir. “62 fıkrasını” bilirsiniz. Askerlere tekmil verdirilirken 61, Trabzon diye bağırır, 62’ye gelince, 62 sessizce Tunceli der. Niye? Tunceli’li olduğunun duyulmasını istemez. Bu saatten sonra millet olmaktan bahsediyorsak, bütün bunları görmemiz lazım.

Yazar

Reha Çamuroğlu

Peki ben ne yapabilirim?
Bizi okuyor, beğeniyor ve “Peki ben ne yapabilirim?” diye soruyor musunuz? Bağış yaparak bizi destekleyebilirsiniz. Bağışlarınızla faaliyetlerimiz daha sık, daha geniş ve daha etkili olacaktır. TIKLAYINIZ!

Yorum Yap

Kayıt olmadan yorum yapabilirsiniz.




Benzer Yazılar