Yükleniyor...
MİSAK Editörünün notu: “Akıllı tasarım”, taraftarlarınca Amerika’da, “hayatın kökeni hakkında bilimsel bir teori” diye ortaya atılmış ancak “sahte bilim” olarak yalanlanmıştır.
Ardipithecus ramidus: Dişleri küçülerek sosyalleşmeye doğru yönelen ilk türdür.
Dişlerin küçülmesi sosyalleşmeyi artırıyor;
çünkü erkeğin büyük köpek dişleriyle dişiler üzerinde egemenlik kurması azalıyor;
zorunlu işbirliği ortaya çıkıyor.
Akıllı bir tasarım gidilecek en son noktanın da doğru hesaplandığı bir eylemin adıdır. Eğer araba süren, bilgisayar kullanan, oruç tutan, namaz kılan, kitap okuyan, iş gereği kımıldamadan ayakta duran, saatlerce masa başında oturmak zorunda kalan, doğumundan ölümüne kadar kitap okuyan bir insanın yaratılması planlanmışsa bu değişikliklerin ortaya çıkaracağı rahatsızlıklara ve hastalıklara da fırsat vermeden gerekli önlemlerin alınması gerekirdi. Doğal seçilimin acımasız ayıklamasına bırakılmamalıydı.
Diyelim ki günümüzde, gerek doğuştan gelen gerekse yaşam tarzı sonucu ortaya çıkan rahatsızlıklar belirli bir müdahaleyle hafifletilmeliydi. Dikkat ederseniz hafifletilmeliydi diyoruz, ortadan kaldırılmalıydı demiyoruz; çünkü doğuştan gelen taşımak zorunda olduğumuz ya da işimiz gereği tutulduğumuz kronik rahatsızlıkların hemen tümü tam bir başarıyla tedavi edilebilir özellikte değildir, yaşam boyu destek gerektirir. Bu da binlerinin alın teriyle elde ettiklerinin, akıllı tasarımla ortaya çıkan imalat hatalarının düzeltilmesine harcanması demektir. En azından bu yaklaşım size akıllıca geliyor mu? Geliyorsa, bu yargı bile akılsız tasarımın bir kanıtı olarak kullanılabilir.
Sosyalleşmeye geçtiğimizde yaşam tarzımız sonucu, atalarımızda sorun oluşturmayan, ancak bizi rahatsız eden bir dizi özelliğimizden birkaçına bakalım.
Kıtalara göre farklı dağıtılan ulufe (Akıllı tasarımcılara göre doğal seçilim olmadığı için özelliklerin paylaştırılması isteğe bağlı olmalıydı, yani ulufe.)
Yenidünya uzun süre Eskidünya’dan ayrı kalmıştır. Dolayısıyla farklı bir evrimsel süreç geçirmeleri kaçınılmaz olmuştur. Ancak Eskidünya insanları Yenidünya’ya ulaştıklarında birçok hastalığı (çiçek, kızamık, kızıl, tifo, veba vd.) insanlara bulaştırdı ve çok sayıda toplu ölüm meydana geldi, ama Yenidünya insanları çok az hastalığı Eskidünya insanlarına bulaşırdı (Örneğin frengi gibi). Yenidünya insanlarının bu kadar zayıf olmalarının bir nedeni olmalıydı. Eldeki bilgiler, Eskidünya insanlarının çok daha yoğun olarak hayvancılıkla uğraştığı ve özellikle memeli hayvanlarla temasının çok fazla olması nedeniyle, bu hayvanlardaki mevcut parazit ve mikrobik hastalıkların amilleri evrimsel değişim geçirerek Eskidünya insanlarında da hastalık yapacak farklılaşmaya uğradığını gösteriyor. Ancak bu arada Eskidünya insanları da dirençlilik mekanizmasını harekete geçirerek bu hastalıklara kısmen ya da tamamen dirençli olacak genetik yapıyı gen havuzlarına ekledi. Yenidünya insanlarının gen havuzunda bu dirençlilik genleri evrimleşemediği için hastalıkla karşılaşır karşılaşmaz toplu olarak ölümler ortaya çıktı. Belli İd yaratıcı -tasarlarken- Amerikan yerlilerini gözden çıkarmış…
1. Bugün insanların en büyük sorunlarından biri, kalp damar hastalıklarından tutun da felce kadar uzanan birçok rahatsızlıkların nedeni olarak bilinen kolesterol fazlalığıdır. Bu nedenle çoğumuz bir yemeği zevkle yiyemeyiz; başka sının zevkle yemesine bile engel oluruz. Neye kaşığımızı uzatsak bir yerden kolesterol uyarısı alırız. Kolesterol hücrelerimizin sağlığı, birçok işlevin en önemli bileşeni ve en önemlisi eşeysel aktivitelerimizin baş aktörüdür. Hep vardı; yeni çıkmış bir molekül de değildir.
Evrim karşıtlarına sorarsanız: insanlar açgözlü, aşırı yemek yiyorlar ve bu nedenle de hasta oluyorlar.
Evrimciye sorarsanız: İnsan evrimleşirken gezici ve toplayıcı bir yaşama uygun yapıyla yola çıkar. Topluyor, yiyor ve tekrar yola koyuluyordu. Yediğini yakıyordu. Ancak yerleşik düzene geçince -bunu da tapmak yapımıyla başlattı- besinleri ve özellikle yağı kaplarda biriktirmeye başladı. Yemeğin yumuşaması, daha kolay pişirilmesi için yağ kullanılmaya başlayınca ya da et gibi besinlerin yağla birlikte saklanması (kavurma gibi) öğrenilince, fazladan alman ve kısıtlanmış hareketten dolayı yakılmayan bir birikim ortaya çıktı. (Suda pişen bir yemeğin sıcaklığı deniz seviyesinde en fazla 100 dereceye çıkabilir. Halbuki yağda pişirilen bir yiyeceğin sıcaklığı 130-140 dereceye kadar çıkabilir; bu da besinini daha iyi ve daha kısa zamanda pişmesi demektir.) Fazla kolesterolü yakacak bir metabolizma da evrimleştiremediği için hastalık olarak karşımıza dikildi.
2. Neredeyse her üç insandan ikisi şeker hastalığının pençesine düşmek üzere. Toplumsal bir felakete dönüşmüş durumda. Bir taraftan büyük bütçelere ulaşan sağlık harcamaları, diğer taraftan kalitesi düşürülmüş bir yaşamla karşı karşıyayız.
Bilindiği gibi glikoz (şekerin bir türü) her hücre için olmazsa olmaz denilen bir bileşiktir ve özellikle yakıtımız olarak görev yapar. Onu almadan yaşayamayız. Fazlasının da bozmadığı organ yok gibidir. Niye böyle oldu diye düşünebilirsiniz.
Evrim karşıtları: Aynı yanıtı verecektir. Fazla yemeyin, israf etmeyin. Çok zorda kalırlarsa kader kısmet diye geçiştirmeye
çalışacaklardır.
Evrimciye sorarsanız: Nedeni açık, diyecektir. İnsan evrimleşirken şeker kavanozuyla birlikte evrimleşmedi. Doğadaki besinlerden gerekli gıdasını alıyordu. Yerleşik düzene geçince, bal başta olmak üzere, şekeri çanak çömlek içinde biriktirmeye, besinlerinin üzerine dökerek doğadakinden daha fazla tatlandırarak yemeye, -tatlı yeyip tatlı konuşalım- diye bir yaşam tarzı geliştirince ve özellikle birçok meyvenin saklanması için yoğun şeker sıvısının içinde tutmayı yani reçel yapmayı öğrenince ve hareketsiz yaşam tarzına geçilince de şeker hastalığı karşımıza dikildi. Fazlasını yakacak metabolik yolu geliştirmemiz için vakit yeterli olmadı.
3. Birçok sindirim yolu rahatsızlığı, karaciğer yağlanması, sindirim yolu kanserleşmeleri, aşırı asit salgılanmaya bağlı ülserleşmeler insan soyunu başka bir yönden tehdit etmektedir.
Evrim karşıtlarına sorarsanız: Yine kader ve ölçüsüz beslenmeyle açıklamaya çalışacaktır.
Evrimciye sorarsanız: Doğada hiçbir besin yağda kavrularak, pişirilerek, ateş üzerinde közlenerek, kebap yapılarak yenmemiştir. Çiğ yenen besinlerin tümör önleyici, kızartmaların da teşvik edici etkisi bilinmektedir. Evrimleşme -açıkça- bu kadar kısa zamanda bunun çözüm yolunu bulamadı. Böyle bir hızlı gelişmenin ortaya çıkaracağı kusur ancak Tanrı tarafından yapılabilecek yeni bir tasarımla önlenebilirdi. Çünkü evrim akıllı bir tasarım değildir; deneme yanılma yöntemiyle doğruyu bulmaya çalışır, her zaman da bulamaz.
Sonuç olarak; hayvanların ve bitkilerin gövdelerinde atalarına ilişkin, evrimi kanıtlayan ipuçları bulunur ve sayıları oldukça fazladır. Tam burada bazı özel nitelikler, yalnızca bir atada faydalı olan bir Özelliğin kalıntıları olarak anlam ifade eden “körelmiş organlar” gizlidir. Bazen, uzun zamandır durgun halde bulunan, atalara ait genlerin dönem dönem uyanması sonucu oluşan soya çekim özellikleriyle karşılaşırız. Türlerin genomlarında, bir zamanlar kullanışlı olan genlerin kalıntıları da dahil olmak üzere evrim geçmişlerine ilişkin birçok şey yazar. Üstelik bu türler, embriyolardan gelişimleri sırasında garip şekil değişiklikleri yaşarlar: Organlar ve diğer özellikler ortaya çıkar ve önemli ölçüde değişir, ya da doğumdan önce tamamen yok olurlar. Ayrıca, türler tamamen düzgün tasarlanmış değildir, hatta birçoğu ilahi bir mühendisliğe değil evrime işaret eden kusurlara sahiptir.
Sorunumuz ve derdimiz azmış gibi bir de 2013 Aralık ayında Türk ırkı var mı yok mu tartışması gündeme düşmüştü, Herkesin kendi bakış açısından belli ki ırkla ilgili bir tanımı ve kabulü vardı.
Yakın zamanlara kadar biyolojide aynı türe ait farklı özellikler gösteren bireyler topluluğuna ırk deniyordu. Ancak 1960’lardan sonra alt türün altındaki kategoriler dikkate alınmamaya başladı ve ırk tanımı biyolojinin hayvanlarla uğraşılan bölümünden bilimsel anlamda çıkarıldı. Bitkilerin ticari açıdan da özellikleri istendiğinden ırk ve çeşit tanımı bitkilerde sürdürüldü. Hatta hayvanlarda da ırk ve çeşit (bilimsel tanımla varyasyon) birbirlerine karıştırılmış olarak kullanılmaya devam etti. Bu nedenle örneğin ineklerde montafon, holstein, angus, jersey ve benzer birçok ırk bilinir. Bunların hepsinin bilimsel adı aynıdır ve aynı türe aittirler. Sebzelerde/ meyvelerde/ tahıllarda da her türün onlarca çeşidi, bir tanımla ırkı mevcuttur.
Geçmişte özellikle ticari amaçla kullanılan bitki ve hayvan türlerinin çeşitli özellik gösterenleri duruma göre ırk ve çeşit olarak adlandırılmıştı. Dolayısıyla ırk, aynı türe ait farklı özellik gösteren bireylere verilen bir ad olarak süregelmiştir.
Yakın zamanlara kadar birçok hayvanda olduğu gibi, insan için de ırk terimi hem biyolojik hem sosyolojik anlamda kullanılmıştır. İnsan ırkları üzerinde, onların yapılarını ve davranışlarım inceleyen onlarca kitap yayımlanmıştır. Hatta beyaz derili insan ile koyu derili insanlar alt tür düzeyinde tanımlanarak birincisine Homo sapiens sapiens Linneus (1758) ve Homo sapiens nigra adları bile verilmişti. Homo sapiens yaklaşık 200.000 yıldan bu yana dünyada bulunmaktadır. Daha önce Homo cinsine bağlı başka türler (örneğin erectus, neanderthalensis) onlardan önce de başka cinsler (örneğin rammepithecus, australopithecus gibi) bulunmaktaydı. Yani eskilere gidildikçe tür, cins, familya ve takım düzeyinde farklılaşma görülmektedir. Bu canlıların tümünde görüldüğü gibi insanın da evrimle ilgili bir değişimidir.
Bütün bu gelişmelerden elde edilen bilgi, dünyada şu anda insan olarak tanımlanmış herkes, 200.000 yıl önce değişerek Homo sapiens adım alan ve belirli bir genetik bileşimi, buna bağlı olarak belirli bir vücut yapısını (indisi) gösteren bir atanın çocuğudur. Hepimiz Homo sapiens’iz. Bu Homo sapiens’in ilk olarak Güneydoğu Afrika’da ortaya çıktığı ve oradan da dünyaya yayıldığı bilinmektedir. Ortaya çıktığı zaman eldeki fosil bilgilerle nasıl bir yapıda olduğu aşağı yukarı talimin edilebilmektedir. Ancak dünyanın koşulları farklı olan bölgelerine ulaştıkça ve oralarda belirli bir süre bu koşullar altında yaşamak zorunda kalınca, çevrenin olumsuz etkisini en az zararla atlatacak, var olan olanakları da en iyi şekilde kullanacak biçimde genleri seçilmeye başladı. Bu seçilme doğal olarak kısmen değişmiş vücut yapılarının oluşmasına neden oldu. Irk tartışmaları bu noktadan sonraki gelişmeler için yapılmaktadır.
Bitki ve hayvanların yayılışı insanınkine göre çok daha güç olması nedeniyle, bir türün farklı bölgelerde değişmiş (evrimleşmiş) toplulukları alt tür olarak tanımlanabiliyor. Ancak insanların da bazı bölgelerde o çevreye uyum yapacak biçimde evrimleştiği bilinmesine karşın, çeşitli araçları kullanarak bulundukları yerlerden az sayıda da olsa dünyanın çeşitli yerlerine yayılmış olmaları, gittikleri toplulukların genetik bileşiminin saflığım bozmuş, kendi yapılarını kısmen de olsa bu topluluklara katmıştır.
Irkçılığın gözde olduğu ve gen biliminin henüz gelişmediği dönemlerde bu farklılıklar alt tür ya da ırk olarak tanımlanmıştır. Çok uzun zaman bu tanımla adlandırıldıklarından dolayı, coğrafi olarak bazı bölgelere yayılmış ve kısmen de olsa belirli bir özellik kazanmış olan topluluklar insan ırkları olarak sosyolojik ve biyolojik literatüre girmiştir. Dürüm genetik yapıların incelenmesiyle son zamanlarda daha belirgin olarak anlaşılmaya başlandıysa da, bu farklılığı tanımlayacak bir terminoloji ne yazık ki geliştirilemedi. Irk terimi kullanılmaya devam etti.
Irk, bir türün içinde belirli bir farklılık gösteren bireyler topluluğudur ve belirli bir alanı işgal eder; karışık durumda bulunmaz. Ancak insan topluluklarında böyle arı bir durum görülmüyor; çünkü göçler ve kıtalar arası yolculuklar, savaşlar nedeniyle her topluluğun içine başka özellik gösteren topluluklar sızıyor. Böyle bir durumda insan için ırk tanımı tartışma konusu oluyor; çünkü her birinin içinde bir başkası bir miktar temsil ediliyor.
Afrika’dan çıkan Homo erectus, bir yandan Avrupa’ya bir yandan Asya’ya yayıldı. Afrika’dan çıkarken kan grubunun “0” olduğunu söyleyebiliriz; deri rengi büyük bir olasılıkla koyu renkli olabilir. Kuzeye çıkıldıkça güneşin etkisi azaldığı için, D vitaminini güneşin morötesi ışınlarıyla dönüştürebilmek için renkte açılma başladı. Eğer bireylerin tümü koyu renkli olmaya devam etseydi, ışınlar deri altına ulaşamayacağı için, yeterince kalsiyum birikmesi yapılamayacak ve bu nedenle raşitizm denen çarpık iskelet yapısından dolayı hastalıklı bir topluluğa dönüşecekti. Buraya gelmiş bireylerin çoğu bu nedenle öldü; ancak renk açılması özelliğini taşıyanlar daha başarılı oldu ve gittikçe deri rengi açılarak beyaz tenli topluluklar oluştu. Bu arada bir rastlantı olarak (Kan gruplarının biyolojik olarak hiçbir zararlı ya da yararlı etkisi yoktur.) Avrupa tarafında “A”, Orta Asya tarafında “B” kan grubu yaygınlaştı.
Orta Asya’da var olan büyük göl kuruyarak Taklamakan Çölü’ne dönüşürken burada bulunan bireyler, kum fırtınalarından korunmak, gözlerdeki tahrişleri azaltmak için, daha kuzeydeki Eskimolar da karın albido (yansıyan ışık) etkisinden dolayı oluşturacağı yanıkları önleyebilmek için göz alanlarım küçültmeye başladı (Daha doğrusu bu bireyler seçildikleri için genlerini gelecek kuşaklara aktarma şansım yakaladığından dolayı). Böylece çekik gözlüler oluştu.
Orta Asya’da evrimi eşen bu topluluk, Altay Dağları’nın derin kanyonlarla, yüksek dağlarla, kumlu alanlarla birbirinden ayrılmış çeşitli bölgelerine yayılarak birbirinden farklı görünümü olan çok sayıda topluluğa dönüştü (Moğollar, Kazaklar, Özbekler, Türkmenler, Kırgızlar ve bunların arasında daha onlarcası). Bütün bu topluluklara Altay ırkları (biyolojik bir tanım olarak değil) diyebiliriz. Ancak bu ayrılmadan önce açıkça bir dil geliştirmiş olmalılar ki, ayrılan her topluluk, sözcükler değişmiş olsa da, anlamları kaymış olsa da, belirli bir grama tik benzerlikle konuşmaya devam etmiştir (Ali Demirsoy’un Türk ırkı yoktur Türk dili vardır yazısına bakınız). Bütün bu toplulukları bir araya getirip belirli bir bütünlük içinde tutan, genetik ve yapısal benzerlikten ziyade, dil benzerliğidir. Bu nedenle Türk ırkı dendiğinde, kalıtsal olarak bir benzerlikten çok, kültürel bir benzerlik ifade edilmelidir. Bundan çıkarılacak en önemli sonuç da Türk birliğini yaşatmak ve geliştirmek istiyorsanız önce dilinize sahip çıkmanız gerektiğidir. Dil akrabalığımız, genetik akrabalığımızdan çok daha önemlidir.
Ancak yine de ırk tanımına kafayı takmış olanlar için, bilimsel bir açıklama yapmamız gerekiyor. Diğer canlıların tümünde çok daha kolay bir ırk ve çeşit ayrımı yaparken, insanda neden zorlanıyoruz? Bunun yanıtı insan soyunun merak duyusunu kazanmasında yatar. Diğer canlıların tümünde, merak edip yollara düşerek bir yerlere gitmek, yeni bir şeyler bulmak, keşfetmek, işgal etmek, türünden tutkular yoktur. Genetik olarak değişmeye başlarlarsa bulundukları yerde bu değişimi sürdürürler ve koşullar elverirse ve sürerse bu değişim tür oluşumuna kadar gider. Bu değişim sırasında da alt popülasyonlar (ırklar ya da alt türler ya da çeşitler) birbirinden genetik olarak sayılabilir ve ölçülebilir farklılaşma gösterirler. Bu değişime popülasyonu oluşturan bireylerin hepsi katılır. Yani bir topluluğu öbüründen belirgin olarak ayırabileceğimiz özellikler oluşur. Böylece bunları alt tür, ırk ya da çeşit olarak tanımlayabiliriz.
İnsanın merak duygusundan dolayı bir yerlere gitme dürtüsü, doğal felaketlerden dolayı yer değiştirme zorunluluğu, savaşlarla bir yerlerden başka yerlere sürülme, göçler, yeni kaynaklar bulabilmek için olanak arayışı, bir zamanlar belirli koşullarda kısmen farklılaşmış toplulukların genetik yapışım koruyamamasına neden olmuş, bir topluluğun genetik bileşimi belirli oranlarda diğer bir topluluğun içine enjekte edilmiş ve böylece arı (saf) yapı bozulmuştur. Bu karışım insan soyunun ırklara ayrılmasını tartışmalı hale getirmiştir; çünkü bir toplumda (şimdilik ırk diyelim) başka toplumun (ırkın) genleri ve yapısı belirli oranlarda temsil edilmektedir. Eğer insan soyunun alt popülasyonları yerini değiştirmeden hep aynı yerde kalmış olsaydı, karışmasaydı, belki biz bugün daha net bir insan alt türü ya da ırkı tanımlayabilirdik. Yine de yerine sıkı sıkıya bağlı Aborjinler, Pigmeler ve bazı küçük popülasyonların belirgin ve kolay tanımının yapılması bu hareketsizliklerinden dolayıdır. Hayvanlarda da göç olmasına karşın, hep aynı yolu izlemeleri ve aynı yerleri tercih etmeleri bakımından bu karışım gerçekleşememiştir; bu nedenle göç eden hayvanlarda da ırk tanımı yapılabilmektedir. İnsanlarda bu karışımı, gelenek, görenek ve dil yapısında da açık bir şekilde görebilirsiniz. Topluluklar birbirine ne kadar uzaksa, aralarında genetik akışı önleyecek engeller ne kadar güçlü ve etkiliyse, birbirlerinden ayrılma zamanları ne kadar eskiye dayanıyorsa farklılaşma (genetik, sosyolojik, dil yapısı, gelenek ve görenek bakımından) o kadar derin olmaktadır.
İnsan diğer canlılardan farklı olarak kendi ırkından (milletinden diyelim) olmayan biriyle bir araya gelerek çocuk yapıyor. Halbuki hayvanlarda bu farklılığa çok dikkat edilir ve kural olarak farklı bir yapıdaki topluluğun bireyleriyle eşeysel ilişkiye girmekten kaçınılır, en azından tercih edilmez. İnsan topluluklarında bu ayırımcılığa çok da dikkat edilmediği için bir zamanlar ırk olarak tanımlanan topluluklar içinde çok sayıda hibrit (melez) oluşarak, özgün genetik yapı sulandırılmıştır. Bu nedenle de ırk ayırımı zorlaşmıştır.
Dünyanın birçok yerinde, gerek ortak atalara sahip olduğumuz maymunlarla, gerek insan genomuyla ve birçok yerde yerel topluluklarla ilgili genetik araştırmalar yapıldı. İnsan genomu yani gen dizilimi yaklaşık 3 milyar birimden (Dört farklı renkte olan 4 çeşit boncuk olarak düşünün, her boncuk bir harfi simgelesin.) oluşmaktadır. Rastgele iki insanın arasındaki bu boncukların dizilimindeki fark 1 / 1000’dir. Bir zamanlar ırk olarak tanımlanmış insan topluluklarında bu fark iki insanın arısındaki farktan çok daha küçük bir değer olduğu anlaşılmıştır. Bu fark rastgele iki insanın birbirinden gösterdiği farkın sadece 1 / 10’u kadardır. Yani Anadolu insanları kendi aralarında bu farkın (yani binde birlik farkın) yüzde 90’ını barındırıyor; eğer Çinlilerle ya da Araplarla karşılaştırırsak ek olarak sadece yüzde lQ’luk bir farklılıkla karşılaşıyoruz.
Fark yüzde olarak bu kadar küçük olmasına karşm ifade edilmeye gelindiğinde yine de milyonlarca harfin farklı olduğu bilinen bir gerçektir. Bu küçük farklılık bile değişik insan topluluklarının vücut yapısını belirlemede önemli rol oynar. Bu nedenle belirli bir sayıda iskelet üzerine çalışan bir antropolog kesin olarak bu iskeletlerin hangi topluma ait olduğunu söyleyebilip tek bir iskelet üzerinde çalışmaksa onu yanıltabilir; çünkü toplumların birbirinin içine sızdığını biliyoruz. İşte bu ortalama far km özellikle 1900-1946 yıllarında belirlenmesi, kafatası ırkçılığının güçlenmesine neden oldu. İkinci Dünya Savaşı’nın çıkışındaki ırkçı ve kafatasçı yaklaşım nedeniyle, savaş sonrası insan için ırk tanımının kullanılması insanlara ürkütücü gelmeye başladı ve o güne kadar biyolojik temeli olmasa da farklı yapısal benzerlikleri ifade etmek için kullanılan ırk sözcüğü reddedildi; ancak yerine de başka bir sözcük bulunamadı. Bu nedenle konuşurken Japon, Çin, Arap, siyahi ve Türk ırklarından demek alışkanlığını terk edemedik.
Geldiğimiz şu aşamada genetiğe ve vücut yapışma dayalı bir toplum tarifi anlamım yitiriyor. Toplumu bir arada tutan, onun kültürel kimliği oluyor, özellikle de dili. Anadolu’da eğer bir genetik araştırma yapılsa emin olun ki kimin ne olduğu tam anlaşılmayacaktır.
İnsan toplulukları yaşadıkları yerlerin koşullarına göre seçildikleri için farklı vücut yapısı kazanmış oldu. Örneğin Afrika’da çalıların içinde yaşayan Buşman – Çalı adamları (Pigmeler), bir zamanlar serbest ortamda yaşayan ve daha uzun insanların soyundan gelmelerine karşın, yırtıcılardan . korunmak için, boyu kısa ve vücudu küçük olanlar çalıların içine daha kolay sazabildikleri için seçildi, uzun ve büyük vücutlular çalıların içinde hızlı hareket edemediği için yırtıcılar tarafından avlanarak ortadan kaldırıldı ve böylece küçük yapılı (boyları 80-120 cm) insanlar evrimleşti. Yırtıcılardan korunmak ya da kaçmak için açık alanlara yönelenlerde kısa boylular hızlı koşamadıkları için yırtıcılara yem oldu, bacakları ve boyları uzun olanlar seçildi ve Afrika’nın uzun boylu (boyları 180-220 cm) insanları evrimleşti. Güneş ışığından korunmak için ekvator bölgesinde koyu renk derili, siyah gözlü, Güneş ışığından yararlanmak için kuzeye gidildikçe açık tenli mavi gözlü insanlar evrimleşti.
Anadolu üç kıtanın arasında köprü görevi yapması, birçok farklı görünüşlü topluluğa komşu olması; savaş meydanı olması, tarihi işgal, göç, sürgün ve benzeri insan hareketleriyle bezenmiş olması, üç imparatorluk ve onlarca devlet kurulmuş olması Anadolu’nun genetik yapışım çorbaya çevirmiş tir. Üç kıtanın insanının genlerini burada görmek mümkündür. Bu nedenle biyolojik ırk tanımının peşine düşülmesi en çok Anadolu’ya zarar verir. Eğer gerçek sosyolojik bir birlik oluşturmak isteniyorsa, bunun en kolay yolu Türk diline ağırlık vermek olabilir.
İnsanların vücut oranları bakımından farklı bir şekilde evrimleşmesi daha sonra sanayinin dikkate alması gereken en önemli ölçüt oldu; çünkü bir Pigmeye yapacağımız oturaklı tuvaletle bir İsveçliye yapacağımız oturaklı tuvalet farklı olmak zorundadır. Dışkının çıktığı yerle diz arasındaki mesafe birbirinden farklı olması nedeniyle yanlış tasarlanmış bir tuvalet taşında dışkı istenen yere değil de yana düşecektir ve sifonu iki defa çekmek zorunda kalırız. Böyle bir tasarım hatasında Türkiye’de boşuna yitirilen su ne olur? Bir insan günde 2 defa tuvalete giderse (her defasında yanlış tasarımdan dolayı sifon iki defa çekilirse), her sifon çekiminde 6 litre su kullanılırsa, fazladan harcanacak su 2 (tuvalete gitme sayısı) X 6 litre (her defasında fazladan harcanan su) X 360 (yıldaki gün sayısı) X 80.000.000 (insan sayısı) = 345.600.000 (Üç yüz kırk beş milyon metreküp su; bu Ankara şehrindeki su fiyatlarıyla yaklaşık bir katrilyon fazladan ödeme demektir). Eğer bu ölçüleri bilmezsek, sırtımıza tam oturmayan ortopedik olmayan sandalye yaparsak, bel ağrısı çekeriz; bu ölçüleri bilmezsek yüksekliği uygun olmayan masa, büyüklüğü uygun olmayan yatak yaparsak kas ve bel ağrıları çekeriz. Üretilen ayakkabı ölçüleri, gömlek ve pantolon boyutları ve daha binlerce ürünün bu ölçülerin bilinmesinden ötürü daha az kayıpla üretimi sağlanır. Bunun bilimdeki adı ergonomidir. Bunların saptanması da ırkçılık değil, doğru değerleri ve ölçüleri bulmaktır.
Ne yazık ki yeterince eğitilmemiş yöneticilerin bulunduğu ülkelerde iskeletlerin ölçülmesi, politikacılar tarafından kafatasçılık, ırkçılık olarak halka takdim edilmekte ve bu önemli konu -kendilerince aşağılatıcı- bir propaganda malzemesi olarak kullanılmaktadır. Yakın zamana kadar yabancı mallarına düşkünlüğün kökünde bu uyumsuzluğun da etkisi vardı.
Sonuçta bir taraftan körü körüne bilinçsiz bir kafatasçılık ile ırkçılık; öbür yanda dogmasından hiç vazgeçmeyenler evrim olgusuna sıcak bakmayı sağlar diye ergonomi biliminin en önemli araştırma alanı antropolojiyi kötüleme çabaları, toplumu içten içe kemiriyor. Sonuçta cahilleştirilmiş halkı yönetmek ve yönlendirmek kolaylaşıyor; uygarlaştırmak
da o derecede zorlaşıyor.