Yükleniyor...
Hacettepe Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ali Demirsoy,
MİSAK için Evrim başlıklı dar katılımlı bir sunum yaptı.
MİSAK editörlerinden Burçin Öner konuşmayı deşifre etti.
Korkmayın! Maymundan Değil; Balıktan Geldik
Çoğumuz aklımızı şununla bozmuşuz; “Maymundan geldik mi gelmedik mi?”
Dünyada hiçbir bilim adamı, “maymundan geldik” diye bir cümle kurmaz. Bundan 3 ay önce önemli bir dergide bir makale yazdım; “korkmayın maymundan değil; balıktan geldik” dedim; kimseden ses seda çıkmadı. Bu kitabın başında (kendisinin “Evrim” isimli kitabını göstererek) bunun bir evrim kitabı değil, bu evrimsel mantık nedir kitabı olduğu yazıyor. Zaten biz çevreye evrimsel bir mantıkla bakabilseydik; Suriye’deki gibi durumlara girmemize hiç gerek kalmayacaktı.
2008 yılından beri yaklaşık 8000 akademisyene 15-20 günde bir yazı gönderiyorum. Bunların çoğu bilimsel, bazıları sosyal içerikli yazılardır. 2008 yılında Suriye’de neler olacağını yazmışım; sadece adını koymamışız; neden? Bu benim zeki olduğum ya da siyasetle ilgili olduğum için değil; evrim mantığından yola çıktığım içindir.
Evrimin mantığı nedir biliyor musunuz? Size basit olarak bir şey anlatacağım. Evrimsel düşüncenin esas mantığı; değişebilirlik, yeniliklere açık olabilme ve yeniden kendini düzeltebilmedir. Şimdi, siz buraya gelip kapıdan içeri girdiğinizde A idiniz. Ben burada 1-1,5 saat konuştuktan sonra ayrılacağım. Eğer siz B olarak buradan çıkmamışsanız “ha odun ha siz!” Bir insan girdiği yerden edindiği yeni bilgilerle kendini değiştiremiyorsa, yenilenemiyorsa, yeni bir ortama uyamıyor ise o evrimleşme kapısını kapatmıştır ve de bunlar gelişemezler. Maalesef bu coğrafyadaki 58 ülkenin durumu budur.
Neden?
Bakın; bizim sağlık bakanımız, sofra bezinde yemek yiyor. Çünkü Peygamber Efendimiz masada yememiş; sofra bezini kullanırmış dolayısıyla bu sünnetmiş! Ya Hû, Allah’tan kork! 1600 yıl geçmiş yani, masa icat edilmiş; çatal-bıçak icat edilmiş. İnsan bu kadar katı, bu kadar değişmez olabilir mi?
Çoğumuz aynı kimlikten geliyoruz yani, benim de birinci kimliğim Türk kimliği; ikinci kimliğim Müslümanlık, 600 yıllık şecereme de baktım; tüm ailem Türk ve Müslüman ama açıkça söyleyeyim ben Müslümanların çoğunu beğenmem; düşüncelerini de beğenmem.
Bakın biz aşağı yukarı 38 ülkeye egemen olduk. Bilmem kaç milyon toprağımız oldu. Peki, şuradan bir çocuğumuz kalkıp demez mi “Ya Hû! Baba/dede şu Osmanlı’dan kalan, evimizde kullandığımız bir toplu iğne, bir firkete gösterin!” Şimdi ben soruyorum sizlere: “Var mı? Yok. Peki, doğru düzgün yazılı herhangi bir şey var mı? Yok. Peki, bir sanat eserimiz, resmimiz var mı? Osman Hamdi Bey’den Allah razı olsun. Adam bir tane kaplumbağa terbiyecisi resmini yaptı da övünüyoruz. O da biliyorsunuz; Japon takviminden alıntıdır.”
Mihenk noktasını doğru koyamazsanız, gideceğiniz yönü bulamazsınız. Osmanlı 400 yıl Mısır’da egemendi. Hadi diyelim; mikroskop yoktu, cerrahi alet yoktu; Allah’tan korkun; uzaydan görünen iki tane yapı var. Biri Çin Seddi, diğeri Piramitler… Bir adam da merak etsin; desin ki “150 adım boyu; 75 adım eni”. Piramitlerle ilgili Osmanlı’da tek bir cümle bile yok maalesef. İnsanı insan yapan iki özellik vardır; bunlardan biri empatidir. Empati, duygudaşlık demektir. Başka birinin duyguları ile düşünebilmedir. Eğer sizin malınız çalındığında acı duyuyorsanız sizin başka bir adamın malını çalma şansınız yoktur. Çünkü siz empatiyi geliştirmişsinizdir. Hiçbir hayvanda empati gelişmemiştir. Empati yalnızca insanda gelişmiş olan bir duygudur. Fakat yine de bunu şimdilik eğitimcilere bırakıyorum. İkincisi ise meraktır. Bir sürü hayvan, orayı burayı kurcalar ama sıkıştığı zaman kaçacağı yer bellidir. Durup dururken hiç getirisi olmayan bir işe akıl yorma, yalnızca insana özgü bir şeydir. Merak en önemli şeydir. Bakın şimdi dönüyoruz, kendi tarihimize; neyi merak etmişsiniz siz? Övünüp duruyoruz; Farabi ile Birûni ile bilmem ne ile… Her çıkan öğretim üyesi övünüyor mu? Övünüyor. Pekâlâ, siz bu kişilerin hayatlarını incelediniz mi? Bu adamların hepsi Latince, Grekçe biliyorlardı. İskenderiye Kütüphanesi yakıldığında, kitapların bir kısmı kaçırıldı. Bunlardan önemli bir kısmının Hatay’a depolandığı söylenir. Ben ilk defa jeep tutup gittim; Hatay’daki Kel Musa Dağı’nda bu kitapları aradım; hiçbirini bulamadım. Hatta orada bir veteriner doçenti “üzerinde yazılı muşamba olan bir şey varsa parasına falan bakma benim adıma al onu” dedi. Sonra haber geldi; köyün birinde muşambaya sarılı bir şeyler bulunmuş. Ertesi gün uçağa atladım gittim; keşke aynı gün gitseydim. Çıktım dağa, köye ulaştım. Orada biri “valla burada bir meczup var. Dağlarda dolaşır. Mağaraların içinde katıra yükleyip getirmiş, kitapları bulmuş, açtık ki içinde muşambalar falan var. Tuhaf yazıları da görünce bunlar cin peri işi deyip yaktık.” dedi. “Adam nerede?” diye sordum; öldüğünü söylediler.
Sonuç olarak; bilirsiniz, Emeviler kendi iç yazışmalarını Latince yapıyorlar; bu adamlar hep batı dili öğrenmiş. Gelen kitaplar bölgelere dağıtıldığı için o övündüğümüz İslam düşünürlerinin bir kısmı, esasında o eski aydınlanmanın devamı olarak geliyorlar. Burayı kapatıyorum.
Evren Hiç Yaratılmadı
Gelelim esas konumuz evrime…
Bundan 13.7 milyar yıl önce bugünkü yasaların (yani, Newton yasalarının) geçerli olmadığı, bir dönemde, kuarklar dediğimiz yani, bugün bile bizim hiçbir şekilde doğru düzgün gözleyemediğimiz sadece CERN’deki 17-18 milyar dolara yapılan hızlandırıcıda izlerini takip ettiğimiz, bir başka yasaların geçerli olduğu bir evren var. Bir şey daha söyleyeceğim; şu anda ben ve bazı bilim adamları net olarak şunu biliyoruz; evren hiç yaratılmadı; evren hep vardı. O 13.7 milyar yıl önce yaratıldı dediğimiz evren, esasında zamanın, hızın, kütlenin ve de enerjinin ortaya çıktığı dönemdir. Ondan önce kuarklar dediğimiz dönem var. İşte bu çok yüksek bütçeyle kurulan CERN’in (İsviçre’nin altındaki hızlandırıcının) esas araştırdığı, oradaki Tanrı parçacığı dediğimiz Higgs bozonudur. O da şu, biz 11 tane kuarkın özelliklerini biliyoruz ama 1915 yıllarında birileri diyor ki “neden bir şeyin başı ve sonu olsun? Evren neden yaratılsın; hep var olabilir.” Elbette bunlar hep lafta kalıyor. Daha sonra 1975 yılında Higgs denilen bir adam 12. Tanrı parçacığı dediğimiz parçacığı, bir makale olarak yazıyor ama bunu denemesi lazım. Avrupa Konseyi’ne götürüyorlar; konsey 10 milyar dolar veriyor; sonra bir 7 milyar dolar daha veriyor. Higgs daha sonra bunu aforoz etti. Çünkü Higgs bozonu bulununca, bir kuarktan madde meydana gelişi ve evrenin hep var olduğu ortaya çıkacaktı ve dinler yukarıdan aşağı çökecekti. Adamı aforoz ettiler; hatta dünya parçalanacak mı diye de söylendiler.
Bunları anlamak herkes için kolay olmayabilir. Bakın şu renk kırmızı (kitabın üzerindeki bir rengi göstererek), bu renk mavi (su şişesini göstererek) doğru mu? Peki, evrende mavi ve kırmızı diye bir şey var mı? Yok. Mavi nedir? Nanometre düzeyinde bir ışık dalgası, 560 defa titreşiyorsa mavi görünür, 700 defa titreşirse kırmızı görünür. Peki, ses var mı? Yok. Eğer 20000 defa titrerse bas, 40000 defa titrerse tiz sestir. Isı da yok. O da enerjinin bir düzeyidir. Biz bu dalgalar denizi içinde yol alıyoruz. Şimdi bu dalgaların meydana getirdiği enerji düzeyleri farklı olduğu için ister istemez canlının bu enerji düzeylerini şu veya bu nedenle algılaması gerekiyor. Bu nedenle biz belli boydakilere ısı demişiz, diğerlerine ses demişiz, diğerlerine renk demişiz.
Dünyadaki tüm canlılar sadece 3 rengi görür; mavi, yeşil, kırmızı. Peki, neden üç renk? Dönüp baktığımızda görüyoruz ki 4.8 milyar yıl önce meydana gelen bugünkü ozon tabakasındaki delik yalnızca 3 rengi geçiriyor. Canlılar diğer dalga boylarını görmüyorlar ki başka renkleri geliştirebilsinler.
Evrim, Bilimsel Araştırmanın ve Düşüncenin Lokomotifidir
Bizde yalnız alfa aminoasitler vardır. Yani biz sadece sol elimizi kullanırız; sağ elimizi kullanamayız. Tutucular diyor ki Allah’ın hikmeti! Ya Hû! 2 tane elin var; ikisini birden kullansan daha çok iş yapacaksın ama sen sadece birini kullanıyorsun. Niye? Dünyanın oluşumundaki ilk evrelere döndüğümüzde, oradan geçen ışınların yalnızca alfa aminoasit, d-şeker. Dolayısıyla bütün canlılarda yalnızca alfa aminoasit ve d-şeker var.
Eskiler hatırlar; eskiden hastanelerde bir hastane kokusu olurdu. Mikroorganizmaların sadece formaldehit ile öldürülebileceği düşünülür ve tüm sterilizasyon işlemleri onunla yapılırdı. 1950 yılında fark edildi ki 260 nanometrelik bir ışınla bir canlı tutulursa ölmüyor. O güne kadar 260 nanometrelik gaz salınmamıştı. Çünkü ozon tabakası hiç bu kadarlık bir ışını bırakmadığından canlılar ona karşı bir direnç geliştiremiyorlar. 1950 yılında bir floresan lamba yapılıyor; o da 260 nanometre ışık dalga boyu veriyor.
Şimdi aşağı doğru inmeye başlıyoruz. Türkiye, dünyadaki tarım bitkilerinin %30’una yakının ana vatanıdır. Bademin ilk çıktığı yer neresidir? Bilinmez; çünkü akşamları “Hû!” çekmekten bilime zaman ayrılmadı. Bademin ilk evrimleştiği yer Ankara’dır. İlk nohut ve mercimeğin evrimleştiği yer Tuz Gölü civarıdır. İlk kirazın ortaya çıktığı yer, Giresun’dur. Buğday, arpa, lalenin önemli bir kısmı yine Türkiye’dedir. Kirazı alıp götürdüler, bize Napolyon kirazı olarak geldi. Badem gitti; dünya piyasasını ABD kurdu. Tarım ürünü üretiminde sadece Hollanda geçen sene 94 milyar dolar tarım ürünü ihraç emiş; Türkiye, 3 milyar dolar ihracat yapmış. Biliyor musunuz; Hollanda’nın yüz ölçümü Konya’dan küçüktür; Evrim ve Genetik diye bir üniversitesi vardır. Biz bölümleri kapatıyoruz ama adamların üniversitesi var. Ben 1973 yılında 3 milyar dolar ihracat yaparken Suudi Arabistan 113 milyar dolar ihracatı vardı. Suudi Arabistan bir tek iğneyi üst üste koyamadı.
Bir şey söyleyeyim; biz bütün bunları geliştirebiliriz. Şu anda tarım ürünlerinin %30’unun, tıbbi bitkilerin %15’inin, süt bitkilerinin bir o kadarının, hepsinin anavatanıyız. Hâlâ bu genler burada var. Alıp götürülüyor maalesef… Yol kenarlarına baktığınızda görebileceğiniz radika adında geven gibi bir bitki var. O yediğimiz lahana, karnabahar, iceberg, marul vs. hepsi bu radikanın evrimleşmiş halidir. Birileri de tutturmuş, Cebrail yukarıdan aşağı bir şey indiriyor; siz bir şey yapamazsınız diyor. Yani, bu düşünce bizim İslam ülkelerini tümden yok etmeye yöneliktir. Oysa evrim, bilimsel araştırmanın ve düşüncenin lokomotifidir.
2035 Kehaneti
Evrime tam olarak girmeden önce düşüncelerime katılın ya da katılmayın ama size bir kehanette bulunayım; en geç 2035 yılında, eğer önemli tedbirler alınmazsa; dünya, tarihinde görmeyeceği son derece korkunç olaylara sahne olacaktır.
Sadece 1.5 milyar insanın Hindistan’dan göç etmesi bekleniyor. Çünkü Hindistan’da nehirler kuruyor. En büyük darbeyi alacak olan ülkeler, Hindistan, İran, Türkiye, Yunanistan ve İspanya. İnsan haklarıymış, adaletmiş, bunları geçin siz. Aç insanın hiçbir zaman adalet duygusu vs. olamaz. Bu kayıktan ilk atılacak olanlar Müslümanlar olacaktır. Duyuyor musunuz duymuyor musunuz biliyorum ama zaten bunların ayak sesleri geliyor. Benim sülalem 600 yıldır Müslüman olduğu için bunları korumak da benim görevim. Bununla bizi yok edecekler. İnsanlığa hiçbir katkısı olmayan, bu kadar bağnaz, bu kadar elinde imkân olduğu halde üretemeyen bir topluluğu, bu kayık kaldırmıyor ve kayıktan atılacağız. Evrim, esasen bunun mantığını anlatıyor: neden atılacaksınız? Evrim’de esasen gelişme çabası gösteren, bir şeyin üzerine başka bir şeyler koyabilenler ayakta kalır.
Şu ana kadar dünyada 100 milyon canlı meydana gelmiş. Bunlardan yalnızca %4’ünün yaşadığını biliyor musunuz? Geri kalanı yok olup gitmiş çünkü gelişemeyen, yenileşemeyen, yeniliklere uymayanlar evrime göre yok olur gider. Biz de bunlardan biriyiz.
Ben Darwin’i hiç kullanmam. Kullanıldığında bazı damgalar yersiniz; komünist gibi ateist gibi… Fakat burada bunu söylemek zorundayım; Darwin diyor ki “Olanaklar daraldığı an, gerçek çatışma ortaya çıkar.” Şu anda dünyadaki 22 element bitti. Biliyor musunuz, biz Suriye’deki at izi, it izi tartışmalarıyla uğraşırken Çin bundan 15 gün önce 30 milyon dolarlık bir uydu projesini gündeme getirdi ve aya gidiyorlar. Peki, neden gidiyorlar? Lityum getirmek için… Çünkü burada lityum bitti. Suda, enerjide, tarım alanlarında sorun var. Çatışma ortaya çıkıyor. Burada, bilimsel katkı sunan, değişebilen, gelişebilen insanlara yer var. Bu yazdığım kitabın adı “Evrim” değil; A olarak girdiğiniz yerden B olarak çıkabilmenizin adıdır. Değişemezseniz, yeniliklerin üzerine bir şeyler koyamazsanız; yok olacaksınız diyorum burada.
Bu Ülke Alındı ve Satıldı
Şimdi bana (dinleyicilerden birini göstererek) aklınıza gelen -saçma veya değil- herhangi bir soru sormanızı istiyorum.
Dinleyici: Hocam, bu evrim meselesinde özellikle son dönemde çok gündeme gelen bir konu. İktidar da bununla çok uğraşıyor hatta birkaç lise müdürü çıkıp “benim olduğum okulda evrim konuşulamaz, tartışılamaz.” dedi. Bu çatışma genellikle bizim topluma şöyle yansıtılıyor; İslamiyet, evrime karşıdır.
Demirsoy: Siz hiç Kur’an okudunuz mu?
Dinleyici: Okudum.
Demirsoy: Beni ateist olarak damgaladıkları için ben Kur’an, Tevrat ve İncil’i aşağı yukarı ezbere bilirim. Bir defa Kur’an’ın evrimle alacağı vereceği yoktur. O doğrudan doğruya Tevrat’tan alınmadır.
Dinleyici: Ben de oraya gelmek istiyorum. Dünya tarihine baktığımız zaman, Darwin’den çok daha önce pek çok İslam âliminin ilkel boyutta evrimle ilgilendiğini görüyoruz.
Demirsoy: İbrahim Hakkı hazretleri…
Dinleyici: En azından benim gözlemlediğim şu, İslam toplumlarının evrime karşı çıkışı, batıyla iletişime geçilmesinden sonra başlıyor. Batı kültüründen kişi ne kadar besleniyorsa o kadar yobazlaşıyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Demirsoy: Şimdi, Hacettepe Üniversitesi’nin internet sitesi bugüne kadar 6 milyon kez tıklanmış. Ben, 1.5 milyon kere tıklanmışım. Merak ettim; bu kadar büyük bir bilim adamı değilim; 1.5 milyon tıklamanın bir nedeni olmalı. Sonra bir şey fark ettim; Adnan Oktar (Harun Yahya)… Harun kimdir? Musa peygamberin yardımcısıdır. Yahya kimdir? Hristiyanlığı yaymakla mükellef olan insandır. Sen Müslümanlığın peşindeysen takma ismini Ali Osman koy, Muhammed Ali koy. Neden Harun Yahya koyuyorsun? Çünkü ikisi de bu iki dini yaymakla mükellef olan kişilerdir. Nitekim Güney Kore de aynı teşkilatlanmayı yaptı; şimdi orada nüfusun %42’si kendi dinini bırakıp Hristiyanlaşıyor.
Bir şey daha söyleyeyim; benim Evrim adında, çok da övündüğüm bir kitabım var; 1200 sayfadır ve bu tartışmayı başlatan bir kitaptır. Hâlâ moleküler biyolojideki birkaç yeni bilgiler hariç dünyanın en iyi kitabıdır. Biliyor musun, bana bir İslam bankası geldi; “Bu düşüncelerinizi aynen muhafaza edin ama girişe bir ayet yahut hadis yazın; 100 yıllık öğretim üyesi maaşını tarafınıza ödeyelim” dediler. Yazı da verdiler; araştırmalarınızda kullanılmak üzere diye… O zamanın parasıyla Bahçelievler’de 100 bin dolara iyi bir ev alınıyor; bana 1.5 milyon dolar teklif ettiler. İlgili yerlere gittim: “Bakın, bana 1.5 milyon dolar teklif ettiklerine göre başkalarına 5-10 bin dolar teklif ederler. Bu ülkede 2 bin dolara satılacak çok adam vardır.” dedim. Adam dedi ki “ama araştırmalarınızda kullanılmak üzere demişler”. Bir baktım; gerçekten de öyle; suç oluşmuyormuş. Dolayısıyla bu ülke alındı, satıldı.
Bakın, dün kitap fuarındaydım; imza gününde… Son derece şık giyimli kızlar gelip “Hocam, biz sana tapıyoruz.” diye Harun Yahya’nın İngiliz Oyunları diye hacimli bir kitabını getirdiler. O kitabı, 200-300 bin liradan aşağı basamazsınız. İnanılmaz; 600 gramajlı bir kitap… Pekâlâ, benim peşime neden düşmüyor bu Türk Güvenlik Kuvvetleri; bu adamın ticareti, işyeri yok. 30 tane kızı alıp sabahtan havuza giriyor, yıkanıp her konuşmanın sonunda Ali Demirsoy böyle dedi, söyleyip söyleyip sonunda “hadi kızım bir daha Ankara havası…” Meğer onlar tıklanırken ben de tıklanıyormuşum.
Şimdi, şu var: ben evrimin orta öğretimden kaldırılmasına çok da büyük tepki göstermiyorum. Çünkü zaten anlatılmıyordu. Neden biliyor musunuz? Çünkü evrimi anlatabilmek için önce çok iyi bir fizik, sonra kimya, sonra jeoloji sonra da biyoloji bilmek gerekiyor ve ne yazık ki böyle bir adam yok. Televizyonlara çıkan adamları da dâhil edersek Türkiye’de evrimi hakkıyla bilen 10 kişi yoktur. Ben, bu kadar zenginliğin üzerinde oturup da hiçbir şey üretemeyen bir millet konumuna düştüğümüz için çok acıyorum. Getirip götürüp bunu dine bağlamanın da bir anlamı yok aslında. Bırakın, dogma bir tarafta kalsın. Ben bilimsel şeyleri dinle açıklamaya kalkmam. Bu, bu ülkeye en büyük ihanettir. Bu kadar potansiyeli biz yok ettik. Şu anda alınan kararlar yüzünden, 30 yıl sonra elektronik tahsili yapmış IŞİD’ciler bu ülkeye gelecek.
Evrim Size Bir Seçenek Sunar
Dinleyici: Sayın hocam, teşhis çok doğru. Peki, bu memlekette tedavi ne olacak? Yani, bilimsel düşünceyi attık, üretimi bertaraf ettik, bir şekilde 2035 diyorsunuz; ben 2023 itibariyle bir şeyler bekliyorum daha da kötümserim.
Demirsoy: 2035 kısmını açıklayım. Dünyada önde gelen 2000 profesör, Uluslararası İklim Platformu denilen bir platform kurdular. Peki, bu öngörü neden Hindistan’dan başladı diye de sorabilirsiniz. Hindistan’da adamın biri 1964’ten bu yana her sene gidip aynı tarihte aynı yerde aynı saatte aynı açıdan fotoğraf çekiyor. Bu 2000 bilim adamı bu fotoğrafların farkına varıyor. Fotoğrafları inceleyip bir projeksiyon çizdiler ve gördüler ki 2035’te buzullar kalmıyor.
Ben 22 yıl hayvan otlattım. Hayvanı 3 defa geçirdiğiniz çalılıktan 4. defa geçiremezsiniz. Deneyerek, yaşayarak öğrenme eşeklere mahsustur; yaşamadan öğrenme insanlara mahsustur. Evrim, bir şeyin yaşamadan öğrenilmesini ve tahmin edilmesini öğretir. Evrim bilimi, öneri getirir; ister uygula ister uygulama. O size bir yol gösterir; seçenek getirir.
Kur’an’ın Evrimle Bir Problemi Yok
Dinleyici: Peki, kutsal kitabımız Kur’an’ın evrimle bir ilişkisi yoktur demek, halkı aydınlatmak için fena bir şey değil herhalde, öyle değil mi?
Demirsoy: Bu ülkede öğretim üyelerinin yapabileceği en büyük yarar olur. Kur’an’daki birçok ayeti bugünkü konjonktürde kullanamazsınız. Doğru değil bu. Örneğin; Ashap 50. ayeti nasıl kullanacaksınız, Maide 33’ü nasıl kullanacaksınız? O nedenle, bütün dinlerde olan yalan söylemeyin, şunları yapmayın, iyilikleri gösteren ayetler manzumesi vardır; alıp bunları kullanırız ama bunun ilelebet kullanılması demek, sizin yok oluşunuz anlamına gelir. Bu nedenle öğretim üyelerinden beklenen en önemli şey şudur; lütfen şu din işini, bilim işine getirip karıştırmayın. Bunlar farklı şeylerdir; yöntemleri farklıdır Bilim, ölçülebilir, tekrarlanabilir, yanlışlanabilir şeylerle konuşan insanların düşünce tarzıdır.
Dinleyici: Bunda hiçbir şüphe yok ama siz de söylediniz konuşmanızın arasında Kur’an’ın evrimle problemi yok. Demek ki insanları ikna etmek için bunu söylemenin bir zararı yok. Yani, Kur’an’ın evrimle bir problemi yok; Hristiyanların evrimle problemi var; Tevrat’ın evrimle problem var ve bizimkiler de Tevrat’ın ve papazların peşinden gidiyor.
Dinleyici: Hocam, Tevrat deyince… Asıl Tevrat bir dogma ve Yahudiler yönetiyorlar ama onlar çağa çok çabuk adapte oluyorlar. Bilimde en iler onlar. Bu nasıl bir çelişki?
Demirsoy: Onlar, neden şehirlere kocaman bir meydan yapıp ortasına bir tane de direk dikerler biliyor musunuz? Bütün insanları bir araya getirmek için. Şimdi Tevrat, bunlar açısından meydanın ortasındaki direk gibidir. 350 tane Nobel almış bir Yahudi’den “ben Tevrat’tan feyz aldım” gibi bir söylem hiç duydunuz mu? Öyle bir şey yok. Tevrat onlarda sembol. Nasıl ki siz anne-babanızın resmini koyup belli zamanda toplanıp bir camia oluşturursanız; Tevrat da onlar için öyle. Bizde öyle değil ki… Bizde yönetim şekli… Buradan çok ilginç şeyler çıkıyor.
Zamanında rektörlere birer tane mektup yazdım. “Başörtüsü konusunda yanlış yapıyorsunuz” dedim. Çünkü başörtüsü bir insanın özgürlüğüdür; ister takar, ister takmaz ama şu var; üniversite A olarak girdiğiniz yerden B olarak çıkılan yerin adıdır. Eğer bir kişi ben başımı örtüyorum ve Kur’an’daki ilkelere sıkı sıkıya bağlım, değişmeyeceğim derse o zaman ben ona neden miras hukukunu anlatayım? Kadınlara benim gayr-ı menkul vermemem lazım. 40 miskal kazanıp 2,5 miskal zekât vereceksin. O zaman ben KDV’yi de anlatamam. Şahitliğe geldiğin zaman, kadını götüremezsin vs. O zaman nasıl olacak? Eğer oraya gelen biri benim inancıma göre senin anlattıkların yanlıştır derse; o zaman üniversiteler boşuna işgal ediliyor demektir. Rektörlere bu şekilde anlatın diye yazdım. O zaman ben dekandım. Biliyor musunuz, Asliye hukukta mahkeme yapıldı; YÖK’ü başörtüsü ile ilgili mahkemeye verdiler. Atatürk İnkılapları Enstitüsü’nde yer alan doçentler, profesörler vs. varken bilirkişi olarak beni gösterdiler. Gittim; YÖK’ün avukatları bir tarafa, başörtüsü savunan avukatlar diğer tarafa dizilmişler. Yargıç “YÖK tarafından bilirkişi olarak atandınız; düşüncelerinizi söyleyin” dedi. “Düşüncelerimi söylemeden önce kısa bir açıklama yapabilir miyim” dedim; izin çıkınca dedim ki “Ben biyoloğum canlılar âlemini inceleyen bir bilim adamıyım. Benim özel konum, zooloji; daha da özel bir konum var, böceklerle; daha da özel konum var, çekirgelerle ilgilenirim. Dünya beni, çekirge uzmanı olarak tanır; başörtüsü uzmanı olarak değil. Eğer 28 üniversitede Atatürk İnkılapları Enstitüleri’nde bu kadar profesör, doçent varken bugün ben başörtüsü uzmanı olarak bu mahkemeye bildirilmişsem bu ülkenin başına daha çok bela gelir.” dedim. Hâkim kırmızı dosyaları aldı masaya attı. Mübaşir dedi ki “Hocam, bir kahve içmek isterseniz buyurun dışarıya”. İşte bu işler, böyle işler…
Mutasyon ve Evrim İlişkisi
Dinleyici: Hocam bir soru daha sormak istiyorum. Aslında teknik bir şey sormak istiyorum. Genetik materyalin evrimi konusunda bizde hep şöyle bir şey var; mutasyonlardan sonra devam etmez gibi bir algı var. Bu genetik materyalin evrimi konusunu basitçe bize özetleyebilir misiniz?
Demirsoy: Bu konu %100 olarak bilinen bir şeydir. Eğer bir şeyde mutasyon meydana gelirse mutlaka bir anormallik meydana gelmiş demektir. 100 mutasyonun 99’u o günün koşullarında anormaldirler. Yalnız, 3 çeşit mutasyon vardır. Bizde 32 bin gen vardır; bunlardan 6 bini iş görür. Bir mutasyon meydana gelir ve sizin oksijen alma mekanizmanızı kilitler; sonunda ölürsünüz. Bir mutasyon vardır; örneğin sizin kükürtlü bir ortamda oksijen almanızı güçleştiren bir mutasyondur ama ortada kükürt olmadığı için zararını ya da faydasını bilemeyiz. Bunlara nötr mutasyon deriz. Bir de yararlı mutasyon vardır. Diyelim ki dehidrogenaz enzimi alkol içmeyi kuvvetlendirir. Eğer bu enzimi kuvvetlendiren bir mutasyon meydana gelmişse adam kiloyla rakı içer bir şey olmaz ama Japonlarda bu enzim etkili değildir; adam bit kadar içer ve sarhoş olur.
Bizde bir sürü saklı mutasyon var. 1970’li yıllarda Ankara’da kükürtlü havada dolaşılırdı. İnsanların bazıları ağızlarında maskele dolaşırlardı, bir kısmı nefes alamazdı, bir kısmı da türkü söyleyerek gezerdi. Neden? Çünkü siz Çorum’dan gelmişseniz ve Ankara’nın bu kirli havasına girmişseniz; sizde daha önce yararlı bir mutasyon varsa kükürtlü havada oksijen almada zorlanmıyorsunuz. Ancak saklı mutasyon meydana gelmişse Çorum’da hiçbir faydası yok. Çünkü hava zaten temiz ama buraya girdiğiniz andan itibaren o saklı mutasyon devreye giriyor ve sizin oksijen almanızı güçlendiriyor. O zaman yararlı mutasyon oluyor.
Bununla ilgili bir örnek daha verip kapatacağım. Leder Beh Deneyi, Nobel aldı. Son derece basit bir deney. Bu deneyde; bir tane bakteri alındı (bakteriler anasız babasız çoğalabilir) ve çoğalttığında birbirinin aynı yavruları meydana getirdiği gözlendi. Bu bakterilerden 100 bin tane üretti. Bunun üzerine iyi ortam da kurdu; birine penisilin koydu diğerine başka bir şey koydu. Bir taraftan diğer tarafa geçiş olamıyor. Bunun için bir damga yaptı. Yukarıdan aşağı damgayı bastı her bir bölüme. 2 gün sonra bir baktı; ilk bölmede 100 bin koloni duruyor. İkincisinde koloniden 2 kişi sağ kalmış diğerleri ölmüş; öbüründe başka bir şekilde sonuç elde edilmiş. Buradan anlaşılıyor ki baştaki sona gideceğim diye mutasyon yapmıyor. Doğa aklı geçmiyor; rastgele yapıyor, yeni bir ortam olunca orada yararlı mutasyon yerine geçiyor eğer herhangi bir ortama geçmiyorsa nötr mutasyon oluyor; eğer ilk durumda ölüm meydana getiriyorsa zararlı mutasyon oluyor.
Dinleyici: Mutasyon en basit haliyle ne demektir?
Demirsoy: Şöyle söyleyelim. Ahmet Ercilasun diyoruz. Ahmet’in başına bir M koyduğumda Mahmet oluyor. Yeni bir adam olabilir mi? Olur, nüfusa gittiğimde yeni bir kimlik alırım yeni birisi olur. Mutasyon budur.
Evrim’i içinde ufak bir matematiği olan bir şekilde anlatayım. Nefes aldığımda oksijeni, hücremden alıp içerisine geçiren bir molekül var. Ona sitokrom jack molekülü diyoruz. Sitokrom’a, 100 tane boncuktan oluşan bir tespih diyelim ama bu boncukların rengi 20 tane. 20 çeşit boncuktan 100’lük tespih dizeceksiniz. Bunun olasılığı 20 üzeri 100’dür. Yani, istediğiniz bir elementi yapabilmeniz için bütün evrendeki atomlar kadar bir tespih dizseniz o aradığınızı bulamayabilirsiniz. Çünkü olasılığı çok düşük. Tutucu kesim buna Allah’ın hikmeti diyor. Ali Demirsoy sen dizebilir misin diye sorsa biri, dizemem derim. Çünkü çok düşük bir şansla meydana gelir. Ne zaman meydana gelir? Maymunlara sitokrom jack analizini yapıyoruz, 100 tanesinden bir tanesi farklı 54. o kadar çok benziyoruz.
Şimdi, dikkat edin. Siz bir odaya 20 çuval farklı boncuk koydunuz. Birisine dediniz ki (karanlıksa gören birini, aydınlıksa görmeyen birini gönderiyorsunuz) bana 100’lük bir tespih diz. Rastgele farklı çuvallardan boncukları alıp bir tespih diziyor. Dışarıda bir bakıyorsun; yan yana 2’si kırmızı, 2’si mavi vs. sadece 54. farklı. Diyorsun ki “oğlum, sen peygamberlerden daha ulvî bir adamsın. Çünkü şansla bunları yan yana dizme ancak peygamberlerin işidir.” Sonra bir tane daha dizmesini istiyorsun. Getiriyor bakıyor yine aynı; sadece 54. farklı. Peki, biz maymunla bu kadar küçük bir şansla mı akrabayız? Size söyleyeyim; biz hiçbir zaman maymundan meydana gelmedik. O odaya girip tespih diziyor. Dışarıdaki onu cebine koyuyor. Bir tane daha dizmesini istiyor ama 59.’sunu kırıyor. Bu kırılma bir mutasyondur. Köpek için mesela, 15 fark olduğunu görüyor. Evrim’de aşağı doğru inersek, atta 17 tane var, ekmek mayasına 85 tane kırılma var. O zaman maya ile benim ayrılma tarihimin 3 milyar yıl önce olduğu sonucuna varırız.
Türkiye’de mavi gözlülerin oranı %16; Almanya’da %84’tür. Biz 1000 kişilik bir grup olalım. Gözlerimizi bağlayalım. Dışarı çıkıp dağılıyoruz 10 bin yıl sonra tekrar buraya geliyoruz. Gözler bağlı olduğu için kimse nereye gittiğini bilmiyor. Bir kısmı sağa, bir kısmı sola gitti. Böyle böyle dağıldık. Sonra aradan geçen 10 bin yıl sonra bir baktık ki içimizden bazıları Çin’e gitmiş, bazıları İngiltere’ye gitmiş, bazıları Afrika’ya gitmiş. 100 bin yıl sonra karşılaştırıyoruz ki Çin’e giden örümcek olmuş; İngiltere’ye giden balık olmuş vs. Peki, bu nasıl oldu? Her geçtiği yoldan mutasyon geçiriyor ya, bir de geçtiği yoldan baskın özellikleri niteliyor ve böyle böyle sen 10 bin kavşak geçiyorsun. Şimdi kalkıp biri dese ki bunu tekrarla. Benim gözüm bağlı; haliyle ben her defasında aynı yolu bulamam ki. Bulursam ancak Ali Demirsoy’a geri dönebilirim. Dolayısıyla hiçbir zaman tekrarlanmaz ya da çok çok düşük bir ihtimalle geri dönebilir. Tekrarlanabilir olmasının nedeni budur; olasılığının son derece düşük olmasıdır.
Biraz önce verdiğim örnekte bunu anlamayan, hiçbir şey anlayamaz. Yani, bir insanla bir maymun arasındaki rastgele benzerlik, 1 rakamını, 20’nin arkasına 99 tane 0 koyup bölersen; ancak bu kadar şansla iki türün birbirine benzediğini söyleyebilirsiniz. Adama “dangalak” derler. İşte bu nedenle biz, evrimden anlamayanları gelişmiş olarak görmüyoruz. Çünkü bunlarda bir sorun var.
Doğal Evrimimiz Sonlandı
Dinleyici: Mutasyondan girerek şunu sormak istiyorum. Mutasyon evrimin bir parçasıdır diyebiliriz sanırım. Burada mekanizma hangi düzeyde etki ediyor, DNA diziliminde? Diyelim ki biz mutasyon ve radyasyonu verince binlerce, on binlerce bitkiden seleksiyon yapıyoruz; çıkıyor ya da çıkmıyor. Böyle bir hedeflemeyi, istenilen mutasyonu elde etmede mümkün olacak bir teknik olabilir mi?
Demirsoy: Bu çok sorulan bir sorudur. Hedefe yönelik bir mutasyon olmuş mudur? Bugüne kadar hiç olmadı ama sorduğunuz soru son derece önemli. Bizim doğal evrimimiz sonlandı. 1950’de DNA’lar, 1980’de de işletim sistemi bulununca doğal evrimimiz sonlandı. Bu da doğal evrime tamamen karşı. 2035 yılı için bir öngörüm de şu: Herkes 2035 yılına kadar çocuk yapsın. Aksi hâlde o tarihten sonra size serbest çocuk yaptırmayacaklar. Bakınız, zamanında katıldığım bir toplantıda söylediğimi tekrarlayayım.
Herkes kaderi bir şeylere bağlıyor ancak kader, herkesin genlerinde yazılı. Biliyor musunuz, bir insanın potasyumla ne kadar yaşayacağını çıkarabiliriz. Şimdi kromozomumuzda parçalar var; 5000, 6000, 7000 tekrarlar var. Eğer 5 bin tekrarınız varsa siz ne yaparsanız yapın 30 yaşınızda ölüyorsunuz; Down Sendromlu kişilerin uzun yaşayamamasının sebebi bu. Eğer 20 bin tekrarınız varsa ve düzgün yaşıyorsanız (beslenme, spor, çevresel faktörler vs. şeyler kastediliyor) potansiyel olarak 115 yıl yaşayabilirsiniz. Bunları söylediğim için malum çevreler tarafından linç edildim; ateistlikle suçlandım. Ancak 2009 yılında ne oldu biliyor musunuz? 3 bilim insanı bu konuyla Nobel aldılar. Bu arada ABD’de yaklaşık 100 bin kişiye işe alınırlarken telomer analizi yapıldı. Çünkü uzun yaşam sahibi kişileri çalıştırmak istedi. Bunun üzerine yüksek mahkemeye gidildi; yüksek mahkeme insan haklarına aykırı olduğunu söyledi; şimdi kapatılıyor. Siz, Kapitalist düzende bir iş adamı olsanız; birkaç sene sonra ölecek adamı mı işe alırsınız yoksa uzun ömürlü birini mi?
Dinleyici: Bu telomeri kaç yaşına kadar tespit etmek mümkündür?
Demirsoy: Doli’yi biliyorsunuz. Onda yapılan hesaplamalara göre 16 yaşına kadar yaşaması gerekiyordu ama 8 yaşında öldü. Neden? Çünkü ömrünün yarısını, uzatmaları olan hücreden aldılar. Sizin tıpatıp olabileniz için kök hücreden almaları gerekiyor. Eğer sizin devreye girmiş dokularınızdan alırlarsa, bir örnekle açıklayayım; büyük anne-babanız nasıl diye sorduğumda bana hiçbir yerlerinde ağrıları sızıları yok ama bir köşede söylenenleri anlayamaz bir şekilde oturuyorlar derseniz ben şu sonucu çıkarırım: Onların telomerleri bitmiş; zaten hakiki ölüm de odur.
Dinleyici: Telomer ile beynin ilişkisi nasıldır?
Demirsoy: Kanıtlanmış doğrudan bir ilişkisi yok. Ancak şu olabilir; telomer bittiğinde, örneğin; böbrek fonksiyonlarınız biter, oradan çıkan zehir beyni etkiler gibi dolaylı bir etki kurulabilir belki ama doğrudan bir etkisi yoktur.
Dinleyici: Doğal evrim bitti dediniz bu tam olarak ne demek?
Demirsoy: 2035 yılından sonra sizlere serbest çocuk yaptırmayacaklar. Neden? Almanya’da bir engelli çocuğun Alman hükümetine maliyeti 17 kat daha fazlaymış. Siz anne karnında var olan engelli bir çocuğun önümüzdeki yıllarda dünyaya çok büyük bir yük getireceğini düşünüyorlar. 4. aydan sonra anne karnından bir çocuğun alınmasına ben bir bilim adamı olarak icazet veremem. Çünkü o aydan sonra duyu alma organları gelişiyor. Yani, 4. aydan sonra çocuk üzerinde yaptığınız bir operasyonda çocuğa acı hissi veriyorsunuz; ondan önce vermiyorsunuz. Peki, doğal evrim neden bitiyor? Şu anda bizde 9 bin çeşit kalıtsal hastalık var. Bir fabrika düşünün ki 9 bin çeşit hasarla mal üretiyor. Bunu şu anda dünya kaldıracak durumda değil. Bu nedenle önümüzdeki yıllarda muhtemelen ilk olarak zararlı genler, örneğin; tip 2, tansiyon, depresyon (ki bunu tetikleyen 8 gen olduğu anlaşıldı ve bunun artabileceği de söylenir) gibi genlerin ortadan kaldırılması çalışmaları yapılacaktır. Yani, bu tür zararlı genlerin önüne geçmek için gelecek yıllarda önceden genler tasarlanacak ve çocuğa aktarılacak. İşte bu nedenle doğal evrim bitiyor diyorum.
GDO’lu Ürün Sakıncalı Değil!
Dinleyici: Bahsettiğiniz 2035 eşik yılı ile ilgili Soner Yalçın’ın da “Saklı Seçilmişler” kitabında benzer ifadeler var. Dünyada seçilmiş bir takım şeyler var; bunun dışındakilerin ölümüne yol açacak genetik bir takım değişikliklere uğramış gıdalar veya ilaçlar gibi tehditlerden bahsediyor. Bu konudaki tenkitlerden okuduğum kadarıyla bunları söyleyebiliyorum. Siz ne düşünüyorsunuz?
Demirsoy: Dünyada 3 tane sanayi var; silah sanayisi, gıda sanayisi ve ilaç sanayisi. Başımız bu üçüyle de belada. Gıda sanayisinde şunlar söz konusu: GDO’lu gıdalarla ilgili çok fazla söylenti var. Ben doğal yaşamayı severim ama cumhurbaşkanı 4 tane çocuk doğur diyor, kışın domates yiyin deniyor; hem bol yiyin hem de 30 kuruşa yiyin deniyor. Nerede bu?
Bir GDO’lu bitki 70 kg geliyor, bir doğal bitki 2,5 kg geliyor. Demek ki ya çocuk yapmayacaksınız ya da GDO’lu yiyeceksiniz. Dünyada tarım ürünü alanları sınırlandı. GDO’lu ürün yemenin hiçbir sakıncası yoktur. Bağırsaklarda bunlar zaten parçalanıyor ama burada bir şey var. Doğadan aldığınız bir domatesi alıp bir yere koyuyorsunuz; 2 gün sonra perperişan olmuş. Diğer domatesi alalı 1 ay olmuş hâlâ yüzüne bakılıyor. Neden? Anti glusit, anti bakteriyel önce ilaç atıyor eğer olmazsa içine gen atıyor. İsrail bir gül yaptı; 3 ay bozulmadan kalıyor. 12 ay da çiçek veriyor. Ancak bir şey var; o gülü size verdiğinde içine bir de barkod koymuş; diyor ki ben sana bu gül fidesini veriyorum ama sen ancak 100 bin adet satabilirsin. Barkot okuyucudan geçtiği andan itibaren 100 bin adet satıldıktan sonra yakana yapışıyorlar. Dolayısıyla onun içine atılan anti glusitler anti bakteriyeller olanların biz zararını bilmiyoruz.
Gelecekte GDO’lu İnsanlar Olacak!
Dinleyici: O zaman biraz önce söylediğiniz gelecekte bir gün insan genleri yerleştirilecek dediğiniz GDO’lu ürünler gibi insanlar kontrol altında olmayacak mı?
Demirsoy: Kendinizi alıştırın. Eğer dünyayı korumazsak bu işin en sonu GDO’lu insandır. Ölüm genleri dışarı alınmış, hastalıklı genleri dışarı alınmış, en aşağı 170-200 yıl yaşayabilen insanlar olacaktır.
Dinleyici: Bizim dinimize göre Âdem ile Havva beyaz tenliyse bütün insanlar beyaz olur ama dünyada böyle bir şey yok. Nasıl oluyor bu durum?
Demirsoy: Elimizdeki bulgulara göre böcekçil bir memelinin evrimleşmesi ile ilk defa primatlara geçiş yapılıyor. Bunun ilk fosil kayıtları Kuzey Amerika’da bulunmuştur. Ondan sonra Bering Boğazı’ndan bu primatlar dağılıyorlar; güneye doğru inen primatlar kuyruklarını da el gibi kullanan örümcek maymunlarına dönüşüyor. Bering Boğazı’ndan geçenler, her tarafa dağılıyorlar; mesela Ankara’da pitakus diye bir maymun yaşamıştır. Sonra buzul başlıyor ve primatları aşağı doğru süpürüyor. Uzak Doğu’ya gidenler orangutanları, kara maymunlarını; bu tarafa gelenler İspanya’dan, Sicilya ve Sina üzerinden Afrika’ya geçiyor.
Afrika bunlar için olağanüstü nemli, ağaçlı bir yer. Bu arada bir deprem oluyor; Rift Vadisi depremi. Dünyanın bilinen en büyük kırılmalarındandır. Afrika haritasına bakarsanız bir tarafı kayalık bir tarafı yeşildir. 1500 metre yukarıya kalkıyor doğu yakası Hint Okyanusu’ndan gelen esintiler ve yağmurları önlüyor. Önleyince ağaçlar ortadan kalkıyor, savrulmaya başlıyor. Batı tarafı yeşil kalıyor. Bugün bildiğimiz maymunlar, batı tarafında olanlardır. Doğu tarafındakiler ağaçlar ortadan kalkınca değişime başlıyor. İlk önce yırtıcılardan korunabilmesi için yüksek otlardan uzanıp etrafı kontrol etmesi gerekiyor. Kontrol edebilenler hayatta kalıyor; edemeyenler eleniyor. Mutasyon sayesinde biraz daha kalkanlar, yine kurtarıyor arkadakiler eleniyor. Sonunda bir gün bakıyoruz ki ayağa kalkıp biraz yürüyen maymunlar oluşmuş. Böylece önemli değişiklikler meydana geliyor. Buradaki en önemli değişiklik ellerinin boşta kalması. Bir diğeri aşağıda olan süt bezlerinin yukarıya kaymasıdır.
Bir diğer önemli husus, hızlı giden kendini kurtarıyor; yavaş giden eleniyor. Dolayısıyla hız artıyor ve ayağa kalktığında denge oluşuyor. Bu arada bizde bir şey var; çocuk doğuyor. Ayağa kalktığımızda çocuk doğuyor ama bir sıkıntı var; çatı kemiği denilen yerden çocuğun başı geçmeli ama başparmak sürekli beynin gelişmesini zorluyor. Kafa büyüdüğü zaman ya annenin kalçaları genişleyecek; yarık açılacak. Ancak bu da hızını engelliyor. Bu sefer hiçbir yerde olmayan bir şey; bir çocuğun gelişmesi 10 yıl devam ediyor. Yani, tam olgunlaşmadan doğuyor ve anneye bağlı yaşam sürdürüyor. Fakat burada bir sorun var. Diğer hayvanlar çiftleştikten sora dişiyi bırakıp kaçıyor. Bu arada maymunlar da insanlar gibi 28 günde bir adet görürler. Yalnız erkek dövdüğü zaman 6 ay görmez. Çünkü strese girer. Şimdi dişi (insan formu için) adet görüyor; çocuk 10 yıl peşinde. Bu kadar zaman hepsini idare etmesi mümkün değil. Ne yapması lazım? O güne kadar bütün yırtıcılarda testisler soğuk ortamda işlev görür. Çiftleşme bittikten sonra testisler geri çekilir ve normal hayatına devam ederler. Ancak bizde dişinin erkeği yanında tutması lazım; çünkü çocuğu büyütemeyecek. Bu sefer iyi bir mekanizma ortaya çıkıyor; kadın her zaman döllenmeye hazır bekliyor. Erkeğin de testisin içine giriyor; her an sperm üretiyor. O nedenle hemen çocuklar doğar doğmaz hemen kontrol edilirler. Eğer 3-5 yaşına kadar inmezse çözük kısır kalıyor. Dolayısıyla ilk evlilik müessesinin kuruluşu orada başlıyor.
Dönelim Rift Vadisi’ne… Vadide ilk defa Homo Elektus meydana geliyor. Yani, o da zamanla evrimleşiyor ve bariyer yıkılıyor o da dağılmaya başlıyor. Bir kısmı Avrupa, bir kısmı Asya tarafına, bir kısmı Amerika tarafına derken böyle dünyanın dört bir tarafına yayılıyorlar. Peki, ilk çıktıklarında derileri siyah mıydı yoksa beyaz mıydı? Onu bilemiyoruz fakat tahmin etmek istersek muhtemelen siyahtı deriz.
Peki, kan grubu neydi? 0 kan grubuydu. Onu biliyoruz. Diğer kan grupları yok. Şimdi yolda giderken Asya’ya dağılanlarla Avrupa’ya dağılanların arasında bir buzul hattı meydana geldi. Urallar’dan Kaskasya’dan aşağı doğru iniyor; ikisini birbirinden ayırıyor. Bu durumda bir mutasyon meydana geliyor. Hiçbir avantajı yoktur, dezavantajı da yoktur; doğuda olanların B kan grubu (Türk ve çingene grupları diyoruz) %60’a çıkıyor. Batıda olanlarda A kan grubu %60’a çıkıyor. Bering Boğazından ilk geçenler bu kan grupları oluşmadığı için hepsi 0 grubu.
Aborjinler de 0 grubu; çünkü B grubu oluşmadan oraya ulaştılar. Bu arada ilk çıkış yerinde herkes koyu renkliydi. Çünkü derilerimizin altında melanin denilen bir zırh vardır. Bu zırh; ultraviyoleyi yansıtır ve kanserleşmeyi önler. Sonradan renklerimizi kontrol eden 12 çift gen daha ortaya çıktı. Hepsi dominant olursa simsiyah oluruz. Orta kuşağa geldiğimizde yarısı dominanttır yarısı çekiniktir. Kuzeye gittiğimizde (Finlandiya gibi) tamamen beyazdırlar. Onlar beyaz olmalılar ki güneşten D vitaminini alabilsinler. Peki, Eskimolar neden esmer? Arbelo dediğimiz bir olay meydana geliyor. Güneş ışıkları, kar ve buzdan yansıdıkları için onlar çift doz alıyorlar tekrar koyulaşıyorlar. Dolayısıyla bu gördüğümüz renkler ve kan grupları ortaya çıkıyor.
Türklerin Evrimleşmesi
Şimdi gelelim B kan grubuna sahip olan Orta Asya’ya… Ben Türk dili için çok uğraştım. Türkçe bilim dili olamaz diyenlere karşı çıktım. Türk dili çok önemlidir. Çünkü Türk ırkı diye bir ırk yoktur. Bir Özbek ile ben benziyor muyuz? Hayır. Bizim bir ortak özelliğimiz var. O da Türk dilidir. Her kim ki Türk dilini ortadan kaldırmaya çalışır; o esasen Türk dediğimiz millete ihanet eder.
Peki, Türkler nasıl oluştu? Taklamakan diye bir göl var; aşağı yukarı Türkiye’nin 2-3 misli büyüklüğünde bir göldü. Sonra küresel ısınma olunca bu göl, çöl oldu. Bunun etrafındaki insanlar bizi oluşturan nüve, atalarımızdır. Sonraları burada kum fırtınaları başladı. Gözlerini enfeksiyonlardan korumak için kısmaya başladılar. Gözler çekikleşti. Sonraları dil oluştu. Batı dillerine bakarsanız fiil önce kullanılır; bizde ise sona atılır. Bizim düşünce tarzımız kökten farklıdır. Bütün bu Altay dediğimiz dillerde de bu böyledir. Muhtemeldir ki orada bizim bir dilimiz vardı. Şu an tam olarak neydi bilemiyoruz ama şu anki Türk dilinin atasını oluşturan bir dildi.
Yola çıktık; yeni kültürlerle etkileştik. Mutasyona uğramaya başladık. Anadolu’ya geldik, Anadolu Türkçesi oldu. Yukarı çıktık, Türkistan dili oldu. Aşağı indik, başka bir Türk dili oldu. Esasında hepimiz aynı dili konuşuyorduk ama yollar, yönler değiştikçe mutasyonlar oluştu; yeni kelimeler eklenmesi suretiyle nüanslar meydana geldi. Fakat ana düşüncesi, gramer yapısı aynı olan bir camiayız. Sonuç olarak; bizim bilim adamı olarak yapacağımız en büyük katkı, Türk diline yapacağımız katkıdır. Eğer yapmazsak; bizim benliğimiz sarsılacaktır.