Yükleniyor...
1980’lerin başında moleküler biyologlar ile canlı organizmalar üzerinde çalışanlar -ekoloji, anatomi ve paleontoloji uzmanları- arasında bir gerilim yaşanıyordu. Örneğin anatomi uzmanları, modası geçmiş bir bilim dalma ümitsizce bağlanmış, zamanın dışında kalmış kişiler olarak görülüyordu, Moleküler biyoloji alanındaki gelişmeler, anatomi ve gelişimsel biyolojiye bakışımızda öyle köklü bir değişiklik yaratmaktaydı ki, paleontoloji gibi klasik disiplinler, artık biyoloji tarihinin çıkmaz sokakları gibi görülmeye başlanmıştı. Fosillere ve klasik sistematik biyolojiye ilgi duyan birçok araştırıcı, yeni otomatik DNA dizilimcilerinin kendilerinin yerlerini alacağını düşünmeye başlamıştı.
Yine de birçok insan doğadan örnek toplamaya, kazı yapmaya ve kayaları kırmak için uğraşmaya devam etti; bu arada modern biyolojik gelişmelere ayak uydurmak için DNA’da toplamaya başlamış ve evrimleşmedeki rollerini değişik istatistiksel yöntemlerle anlamlı hale getirme çabasına düşmüşlerdi. Daha sığ mantığı olanlar ve bilimsel etikten yoksun olanlarsa bunca gelişmeye damgasını vurmuş insanları ve araştırmaları, bilimin varoşları gibi aşağılayıcı ifadelerle -güya- sahne dışına atmaya girişti.
DNA çalışmaları koku duyusunun yol haritasını ortaya koydu.
Tartışmalar, genellikle “ya şu ya da bu” senaryolarıyla başlar; ama zamanla, bu “ya hep ya hiç” tutumu, daha gerçekçi yaklaşımlara bırakır yerini. Biyolojik canlı örnekler, fosiller ve jeolojik kayıtlar, klasik yöntemlerle incelenmiş olsalar bile, halen geçmişle ilgili kanıtlara ulaşmada çok güçlü birer kaynaktır; canlı tarihi boyunca canlıların yaşadığı gerçek ortamları ve ortaya çıkan geçiş yapılarını (ara formları) başka hiçbir şey bu denli açık biçimde ortaya çıkaramaz.
Çoğumuzun bildiği gibi DNA çalışmaları, canlılığın geçmişini, vücutların ve organların oluşumunu anlamak için müthiş etkili bir araçtır. DNA, özellikle fosil kayıtlarının yetersiz kaldığı durumlarda çok önemli bir rol oynar. Vücudun önemli bir bölümü -örneğin yumuşak dokular- kolay kolay fosilleşmez. Bu dokuların geçmişini anlayabilmek için, DNA kayıtları dışında elimizde pek bir şey yoktur.
Doğadan bir örneği bulmak bazen o kadar zordur ki; zaman zaman yıllar sürer. Hâlbuki bir organizmadan DNA elde etmek çok kolaydır ve mutfakta bile yapabilirsiniz bunu. Bir bitki ya da hayvandan -bezelye ya da biftek ya da tavuk ciğerinden- bir parça doku alın. Bu dokuyu, biraz tuz ve su ekleyip mikserden geçirerek püre haline getirin. Sonra, biraz bulaşık deterjanı ekleyin. Deterjan, dokudaki hücrelerin etrafım saran ve mikserin doğrayamayacağı kadar minik hücre zarlarını parçalamaya yarar. Sonra, biraz et yumuşatıcı madde ekleyin. Et yumuşatıcı, DNA’ya bağlanan proteinlerin bir kısmını parçalar. Şimdi elinizde, içinde DNA bulunan, deterjanlı ve et yumuşatıcılı bir çorba vardır. Son olarak, bu karışıma biraz tuvalet ispirtosu ekleyin, Böylece iki katmanlı bir sıvı elde edersiniz: altta deterjanlı püre, üstte berrak alkol. Alkole büyük bir çekim gösteren DNA, alkol katmanının içine doğru hareket edecektir. Eğer alkol içinde cıvık beyaz bir top belirirse her şeyi doğru yapmışsınız demektir. İşte bu beyaz top DNA’dır.
Artık, bu beyaz topağı kullanarak öteki canlılarla aramızdaki temel bağlantıların büyük bölümünü aydınlatabilirsiniz, Uğruna bunca zaman ve para harcadığımız bu işin sırrı, farklı canlı türlerinin DNA’larnın, yapı ve işlev bakımından karşılaştırılmasında yatar. İşin, kavranması zor kısmı da şudur: Farklı canlı türlerinden herhangi bir doku (diyelim karaciğer) alıp ondan DNA elde etmekle aslında, kendi vücudumuzun neredeyse bütün parçalarının geçmişinin şifresini çözebiliriz; buna koku duyumuz da dâhildir. Çevremizdeki kokuları algılamaya yarayan aygıt, aslında büyük oranda DNA – ister karaciğerden, isterse kandan ya da kas dokusundan elde edilmiş olsun- içinde saklıdır. Hücrelerimizin hepsinde aynı DNA’nın bulunduğunu hatırlayın; tek fark, DNA’nın hangi parçasının etkin olduğudur. Koku alma duyusunda rol oynayan genler hücrelerimizin hepsinde vardır ama sadece burun bölgesindekiler etkindir.
Kokular, hepimizin bildiği gibi dünyamızı algılama biçimimiz üzerinde derin bir etkisi olabilecek uyarımlar yollar beynimize. Bize, çocukluğumuzun dersliklerini ya da büyükannemizin tavan arasındaki küf kokulu sıcaklığım hatırlatan bir koku, çoktandır gömülü duran duygulan uyandırabilir.
Daha da önemlisi kokular, hayatta kalmamıza yardımcı olabilir. Lezzetli bir yemeğin kokusu bizi acıktırır, lağım kokusu midemizi bulandırır. Çürük yumurtadan sakınmak doğamızda vardır. Evinizi satmak mı istiyorsunuz? Evinizi görmeye geldiklerinde fırında ekmek pişirmeniz, ocakta kapuska pişirmenizden çok daha iyi olacaktır.
Koku duyumuza, büyük paralar harcıyoruz. Parfüm endüstrisi 2005 yılında sadece ABD’de 24 milyar dolarlık iş yaptı.
İbn-i Sina’nın damıtma yoluyla uçucu yağları elde etmesi parfüm yapımının yolunu açmış, Fransa’da tuvaletlerin açıkta akması nedeniyle de bu ülkede Haçlı Seferleri’nden sonra parfüm sanayisi gelişmiştir. (Bilim ve Teknik)
Tüm bunlar; koku alma duyumuzun, İçimizin ne kadar derinlerinde yer ettiğinin kanıtıdır. Bu, aynı zamanda çok eski, tarihöncesinden kalma bir duyudur.
Burun, 350 çeşit 5 milyon koku papili taşır. Farklı almaçların katkısıyla yüz binlerce kokuyu birbirinden ayırabiliriz.
Koku alma duyumuz, aynı anda beş bin ila on bin farklı kokuyu ayırt etmemizi sağlar. Bir kokuyu alabilmemiz için santimetreküpte 10 milyon molekül olması gerekir. (Bir santimetreküp havada milyarlarca molekül vardır, yani bir küvete bir damla mürekkep damlatılması gibi bir seyrelme yeterlidir.) Köpeklerde bu sayı 1000’e kadar düştüğü için iz sürebilirler. Kokular sadece bir molekülden ibaret de olmayabilir. Örneğin çilek kokusu 96 çeşit molekülden oluşmuştur. (Ali Ant 2004’e göre, 107 Kimya Öyküsü/ L. Vlasov, D. Trifonov)
Belirli bir süre sonra aynı kokuyu almamamız, evrimsel olarak bir ortamda sürekli bulunan bir molekülün varlığım beyne bildirerek onu yormanın önüne geçmek içindir. Ancak sıra dışı bir molekül ortama girince onu tanımak daha önemlidir.
Terin kokusu yoktur; ancak iki tür bakteri teri parçaladığı için ortaya kötü koku çıkar. Bu kokuların beğenilip beğenilmemesi de erkek ve dişilere göre farklı değerlendirilir. (Bilim ve Teknik)
Bazılarımız, bir dolmalık biberdeki trilyonda birden daha düşük yoğunluktaki koku moleküllerini algılayabiliyor. Bu, gözünüzün önünde kilometrelerce uzanan bir kumsaldan tek bir kum tanesini seçmeye benzer. Peki, bunu nasıl yapabiliyoruz?
Bizim koku olarak algıladığımız şey, aslında havada gezinen molekül karışımına beynimizin verdiği karşılıktır. Beynimizin koku olarak kaydettiği bu moleküller, havada asılı duracak kadar minik ve hafiftir. Soluk aldığımız ya da kokladığımız zaman, bu koku moleküllerini burun deliklerimizden içimize çekeriz. İçimize çektiğimiz bu koku molekülleri, burnumuzun arkasındaki bir bölgeye geçer ve burada geniz mukozası tarafından yakalanırlar.
Mukozanın iç tarafı, her biri mukozanın içine yönelen küçük birer çıkıntıya sahip milyonlarca sinir hücresi barındıran bir doku parçasıdır. Havadaki moleküller bu sinir hücrelerine bağlandığı zaman beynimize sinyaller gönderilir. Beynimiz de bu sinyalleri koku olarak kaydeder.
Koklamanın moleküllerle ilgili kısmı kilit-anahtar mekanizması gibi çalışır. Kilit koku molekülüdür, anahtarsa sinir hücreleri üzerindeki reseptörlerdir. Burnumuzdaki mukoza tarafından yakalanan bir molekül, sinir hücresi üzerindeki bir reseptörle etkileşime girer. Sinyal, ancak molekül reseptöre bağlandığında beynimize gönderilir. Her reseptör farklı bir tür moleküle duyarlıdır; dolayısıyla, belirli bir koku pek çok molekül içerebilir ve bu yüzden de beynimize pek çok reseptörden sinyal ulaşır.
Koku, en çok müziğe benzetilebilir; müzikteki akortlara. Akort, tek bir nota gibi bir arada çalman birkaç notadan oluşur. Aynı şekilde koku da, farklı koku moleküllerini temsil eden birçok reseptörden gelen sinyallerin toplamının bir ürünüdür. Beynimiz bu farklı uyandan tek bir koku olarak algılar.
Çiçekten çıkan moleküller (katbekat büyütülmüştür) havaya yayılır. Bu moleküller burun boşluklarını kaplayan astar dokunun içindeki reseptörlere bağlanır. Moleküller bağlandıktan sonra beynimize bir sinyal gönderilir. Her koku, farklı reseptörlere bağlanan birçok farklı molekülden oluşur. Beynimiz bu sinyalleri birleştirir ve biz kokuyu algılarız.
Koku alma duyumuz; balıklarda, amfibilerde, sürüngenlerde, memelilerde ve kuşlarda olduğu gibi büyük oranda kafatasımızın içinde yer alır ve algılama da beyinde gerçekleşir. Diğer hayvanlar gibi bizde de, havayı içimize çekmeye yarayan bir ya da daha fazla sayıda delik; havadaki kimya salların nöronlarla etkileşime girebileceği özelleşmiş dokular vardır.
Balıklardan insanlara kadar bu deliklerin, boşlukların ve zarların düzenini araştırdığımızda genel bir düzen buluruz. Günümüzde yaşayan kafataslı hayvanların en ilkeli olan, taşemen ve balıkasalağı gibi çenesiz balıklarda, kafatası içindeki bir keseye açılan tek bir burun deliği vardır. Su bu kör keseye ulaşır ve koku alma burada gerçekleşir. Bu açıdan bizden en büyük farkları, bu balıkların kokuyu havadan değil, sudan almasıdır. En yakın balık akrabalarımızda, bir ölçüde bizimkine benzer bir düzen vardır: Burun deliğinden giren su, ağızla bağlantılı bir boşluğa ulaşır. Akciğerli balık ya da Tiktaalik gibi balıkların iki tür burun deliği vardır: Bir dış, bir de iç. Bu bakımdan bize çok benzerler. Ağzınız kapalıyken soluk alıp verin. Hava dış burun deliğinizden girer ve burun boşluklarından ilerleyerek, içerideki kanallar aracılığıyla boğazınızın arkasına ulaşır. Balık atalarımızın da hem iç hem de dış burun delikleri vardı; tahmin edebildiğimiz kadarıyla bunlar, kol kemikleri ve bizimle başka ortak özellikleri olan balıklarla aynı balıklardır.
Koku alma duyumuz; balık, amfibi ve memeli geçmişimize ait muazzam bir arşive sahiptir. 1991’de Linda Buck ve Richard Axel, bize koku duyusunu kazandıran büyük bir gen soyu bularak, bu alanda önemli bir keşfe imza atmış oldu.
Çenesiz balıktan insana burun açıklıkları ve koku moleküllerinin izlediği yol
Buck ve Axel, deneylerini tasarlarken üç temel varsayımda bulundu. Önce, koku reseptörlerini oluşturan genlerin neye benzediği konusunda başka laboratuvarların yaptığı çalışmalara dayanarak mantıksal bir varsayım oluşturdular. Bu deneylerle koku reseptörlerinin, bilgiyi hücreden hücreye taşımaya yarayan çok sayıda moleküler halka içeren, kendine özgü bir yapıda olduğu gösterilmişti. Bu önemli bir bulguydu; böylece Buck ve Axel artık, bir farenin genomunda bu yapıyı oluşturan genleri arayabilirdi. İkinci olarak, bu reseptörleri oluşturan genlerin kendine çok özgü bir etkinliğe sahip olması gerektiği varsayımında bulundular: Bu genler, sadece koku duyusuyla olacak ilgili dokularda etkin olmalıydı. Bu da akla uygundu; koku duyusuyla ilgili bir yapı, sadece bu iş için özelleşmiş dokularda olmalıydı. Axel ve Buck son olarak -ki bu çok önemli bir varsayımdı- bu genlerden bir ya da birkaç tane olmadığını, çok sayıda gen bulunması gerektiğini ileri sürdü. Bu varsayım, farklı türden kimyasalların farklı koku uyarıları yarattığı gerçeğine dayanıyordu. Eğer her tip kimyasal madde için yalnızca kendi sine özgü bir reseptör/ gen varsa, o zaman muazzam sayıda gen olması gerekirdi. Ancak, deneyi tasarladıkları sırada el deki verilere göre, bu doğru olmayabilirdi de.
Buck ve Axel’in varsayımlarının üçü de tam olarak doğrulandı, Aradıkları reseptörün yapışma uygun genlerin varlığını saptadıkları gibi bu genlerin de sadece, koku almayla ilgili dokularda -burun epitelinde- etkin olduğunu buldular. Son olarak, buldukları genler gerçekten de çok sayıdaydı. Deney büyük başarıydı. Buck ve Axel daha sonra, gerçekten hayret verici bir şey daha keşfettiler: Tüm insan genomunun yüzde 3’ü, farklı kokuları algılayabilecek genlere ayrılmıştı. Bu genlerin her biri, bir koku molekülüne duyarlı bir reseptör yapıyordu. Buck ve Axel, bu çalışmalarından ötürü 2006 yılında Nobel ödülüne layık görüldü.
Buck ve Axerin bu başarısının ardından, başka canlı türlerindeki koku reseptörü genleri de araştırılmaya başlandı. Böylece bu genlerin, canlı tarihindeki bazı önemli değişimlerden günümüze kalan kanıtlar olduğu anlaşıldı. Bundan 365 milyon yıl kadar önce gerçekleşen sudan karaya geçişi ele alalım. İki tür koku alma geni vardır; biri sudaki, diğeri havadaki kimyasal kokuları almak için özelleşmiştir. Koku molekülleri ve reseptörler arasındaki kimyasal reaksiyonların suda ve havada farklı olması da, farklı türden reseptörlerin gerekliliğini açıklar. Tahmin edebileceğiniz gibi, balıkların koku almayla ilgili nöronlarında su esaslı reseptörler varken, memelilerde ye sürüngenlerde hava esaslı reseptörler bulunur.
Bu keşif, bugün yeryüzünde yaşayan en ilkel balıklar, yani taşemen ve balıkasalağı gibi çenesiz balıklarda koku almanın nasıl gerçekleştiğini anlayabilmemize yardımcı olur. Bu canlılarda, daha gelişmiş balıklardan ve memelilerden farklı olarak, ne “hava”, ne de “su” geni vardır, bunun yerine reseptörler, iki tipi bir arada barındırır. Bundan çıkarılacak sonuç bellidir: Bu ilkel balıklarda, koku alma genleri, iki farklı gruba ayrılmadan önce ortaya çıkmıştır.
Çenesiz balıkların çok önemli başka bir özelliği de, çok az sayıda koku genine sahip olmalarıdır. Kemikli balıklarda bu sayı daha fazla, amfibi ve sürüngenlerde ise onlardakinden de fazla sayıda koku geni vardır. Çenesiz balıklar gibi nispeten ilkel canlılarda çok az olan koku genleri, zamanla evrimsel süreçte artmış ve memelilerde muazzam sayılara ulaşmıştır. Binden fazla koku geni olan biz memelilerde, genetik sistemin büyük bir kısmı sadece koku duyusuna ayrılmıştır. Büyük olasılıkla, bir hayvanda koku genleri ne kadar fazlaysa, farklı kokuları ayırt etme yeteneği de o kadar hassaslaşmıştır. Bu açıdan baktığımızda, bizdeki koku genlerinin fazlalığı da bir anlam kazanır: Memeliler, koku almada çok özelleşmiş hayvanlardır. Bunu anlamak için köpeklerin ne kadar iyi iz sürdüklerine bakmak yeter.
Peki, ama sahip olduğumuz bütün o fazladan koku genleri nereden geliyor? Hiç yoktan mı ortaya çıktılar? Genlerin yapışma bakınca bu artışın nasıl gerçekleştiği açıkça görülür. Bir memelinin koku genleriyle, çenesiz balıklardaki bir avuç koku genini karşılaştıracak olursak, memelilerdeki “fazladan” genlerin, aslında tek bir dizilimin çeşitlemeleri şeklinde olduğunu görürüz: Değişikliğe uğramış da olsalar, çenesiz balıklardaki genlerin kopyalarına benzerler. Yani, sahip olduğumuz çok sayıdaki koku geni, ilkel canlı türlerindeki az sayıdaki genin art arda defalarca kopyalanması sonucu ortaya çıkmıştır.
Bu da bizi bir paradoksa götürür. Tıpkı öteki memelilerde olduğu gibi insanlarda da genomun yaklaşık yüzde 3’ü koku genlerine ayrılmıştır. İnsanın gen yapışım en ince ayrıntısına kadar inceleyen genetikçiler büyük bir sürprizle karşılaştı; Binlerce genden tam 300 tanesi, geçirdikleri mutasyonlar sonucunda tamamen işlevsiz kalmış ve yapılarında onarılamaz değişiklikler meydana gelmişti (Bizim dışımızdaki memeliler bu genleri kullanır). Öyleyse, çoğu hiç işe yaramadığı halde neden bu kadar çok koku genimiz var?
Bu soruyu cevaplamamıza yardımcı olacak bilgi, onca canlı türü içinde yunuslar ve balinalardan geliyor. Bütün memeliler gibi yunuslar ve balinalarda da tüy, meme ve üç kemikli orta-kulak vardır. Bu hayvanların memelilik geçmişi, koku genlerinde de kayıtlıdır; Balıklardaki gibi suya özelleşmiş genleri olmayan bu deniz memelilerinde, kara memelilerindeki havaya özelleşmiş genler vardır. Hatta balinaların ve yunusların memelilik geçmişi, koku algılama sistemlerinin DNA’sında bile yazılıdır. Ancak burada tuhaf bir durum göze çarpar. Yunuslar ve balinalar, koku almak için artık genizlerini kullanmıyorlar. O halde bu genler ne işe yarıyor? Bu hayvanlarda geniz, koklamaya değil nefes almaya yarayan bir hava deliğine dönüşmüştür. Bu değişimin koku alma genleri üzerinde tuhaf bir etkisi olmuştur: Bir deniz memelisinde normalde kara memelisinde bulunan koku genlerinin hepsi mevcut olsa da bunların hepsi işlevsizdir.
Yunus ve balinaların koku genlerinin başına gelen, diğer birçok türün genlerinin de başına gelmiştir. Mutasyonların genomda ortaya çıkması çok sayıda kuşaklar boyunca gerçekleşebilir. Eğer bir mutasyon bir geni işlevsiz bırakırsa, sonucu tehlikeli, hatta ölümcül olabilir. Peki, bir mutasyon, zaten işe yaramayan bir geni işlevsiz bırakırsa ne olur? Pek çok kuramın, zaten bariz olanı açıkça söylediği gibi bu tür mutasyonlar sessizce kuşaktan kuşağa geçerler. Tıpkı yunuslarda olduğu gibi. Hava deliğiyle doğan yunuslarda artık koku alma genlerine gerek kalmamış, böylece bu genleri işlevsiz bırakan mutasyonlar zamanla birikmiştir. Bu genler bir işe yaramaz; ama evrimin sessiz kanıtları olarak DNA içinde varlıklarını sürdürürler.
Peki, ama koku alma duyusuna sahip insanda, koku genlerinin çoğu neden işlevsiz kalmıştır? Yoav Gilad ve meslektaşları, farklı primatların genlerini karşılaştırarak bu sorunun cevabını buldu. Gilad, renkli görmenin geliştiği primatlarda işlevsiz koku genlerinin çok fazla sayıda olduğunu buldu. Sonuç açıktı. Biz insanlar, koku duyusunu görme duyusuyla takas eden bir soydan geliyoruz. Artık hayatımız, kokudan çok görme üzerine kurulu; genomumuz da bunu yansıtıyor. Bu takas sırasında, koku duyumuzun önemi azalmış ve koku genlerimizin birçoğu işlevsiz kalmıştır.
Burunlarımızda -daha doğrusu, koku alma duyumuzu kontrol eden DNA’mızda- çok fazla yük taşıyoruz. Beraberimizdeki bu yük, hiçbir işe yaramayan bu yüzlerce koku geni, hayatım büyük oranda koku alma duyusu sayesinde sürdüren memeli atalarımızdan kaldı bize.
Aslında, bu karşılaştırmaları biraz daha geriye götürebiliriz. Tekrar tekrar kopyalandıkça asıllarına benzerliklerini kaybeden fotokopiler gibi kendimizi, gittikçe daha ilkel canlılarla karşılaştırdığımızda, koku genlerimizin onlarınkiyle benzerliğini giderek yitirmesi bu evrimin bir kuralı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bizim genlerimiz en çok primatlarınkine benzer; sırasıyla diğer memelilerin, sürüngenlerin, amfibilerin, balıkların vb. öteki canlıların genleriyle karşılaştırdığımızda benzerlik giderek azalır. Bu yük, geçmişimizin sessiz tanığıdır ve burunlarımızın içinde taşıdığımız da hakiki bir hayat ağacıdır.
Koku ayrıntılı olarak sınıflandırılamıyor; sadece benzetiliyor (Elma, kavun, muz kokusu gibi).
Tat almada koku gibi fazla moleküle gereksinme yok Örneğin 200 su molekülünün içinde tek bir şeker molekülünü anlayabiliriz. Bazı kelebeklerde bu oran 300.000’de birdir.
İnsanlarda tat alma konusunda algılama farkı vardır. Bazı insanlar bir molekülün farkına varırken bazıları 250.000 kat fazla olsa da fark Hatta aynı maddeyi acı, ekşi ya da tatsız olarak algılayanlar da vardır, insanların yüzde 15-30’u tat almazlar.
Tat tomurcukları kandırılabilir; örneğin Fahlber’in yanlışlıkla tattığı sakarin, Svid’nin tattığı siklamat bunlardan Her ikisi de karbonhidrat olmamasına karşın tatlı hissi verir (Ali Ant, Evrende Yolculuk-1, Kozmik Plan, Zambak Yayınları, 2004’e göre: Hayatın Kimyası-Kimyanın Hayatı. Nuh Özdin).
Kaynaklar
*Bu bölüm, bilimsel danışmanlığını yaptığım National Geographic yayınlarından çıkan, “İçimizdeki Balık” adlı kitaptan yararlanarak hazırlanmıştır.