İktisat biliminin zaviyesinden bakıldığında, geçen yüzyılın en belirgin ve onulmaz ideolojik hastalıklarının başında; belli çevrelerin bir türlü yakalarını kurtaramadıkları Marksizm’e olan ateşli tutkunun geldiği görülür. Oysa olması gereken; bu ideolojinin de insanoğlunun ortalama ömrünün sınırları içerisinde, eldeki kısıtlı kaynakların etkin kullanımına ilişkin sorunlara özgün yanıtlar üretme iddiasındaki pek çok farklı teoriden birisi olarak, tavizsiz bir bilimsellikle ele alınmasıydı. Maalesef bunun yerine, komünist perspektif zaman içerisinde alt perdeden telaffuz edilip saklanmaya gerek görülmeyen yoğun bir nefret söyleminin eşlik ettiği, kendi içerisinde inananları, şüphecileri ve hatta “aforoz edilenleri” olan adeta bir inanç sistemine dönüştü. Tam da şairin “Hafız-ı Kapital Olmak İstiyorum!” dizesinde, istemeden de olsa, özetlediği çarpık bir bakış açısıyla…
İşte bu – “Sovyet Deneyi”nin insanlık suçlarına varıncaya değin faili olduğu sayısız hata ve eksiklerini bile göz ardı ettiren – taraflı körlüğün bir benzeri de günümüzde aynı yoğunlukla, küreselleşme denilen olgu etrafında sergilenmekte. Bir yüzyıldan ötekine, aynı aşırılığın bu kez tam tersi kutup adına ve fakat aynı sabit fikirlilikle savunuluyor olmasıysa başlı başına apayrı bir ironi; sanki Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” tezine karşın onlarca farklı ve tutarlı görüş ortaya konulmamış gibi…
Günümüzde, yeryüzünün bütün siyasi ve ekonomik sınırların eriyip yok olduğu, kontrolsüz bir kapitalizmin egemenliği altındaki tekil bir “liberal köy” haline geldiği görüşü, değiştirilemez bir bilimsel gerçekmişçesine sürekli gündemde tutulup sunî bir dayatmayla kabul ettirilmeye çalışılmakta. Hâlbuki teorik çerçevede getirilen eleştiriler şöyle dursun, bu hususta bizzat hayatın kendisi ve olayların akışı, aksi yönde sayısız kanıtlar sunuyor. Bunlardan sadece bazılarının mütevazı bir derlemesine yer vermek bile aslında kazın ayağının hiç de iddia edildiği gibi olmadığını ortaya koyar mahiyette:
- Öncelikle bu hususta zihnen de fiziken de çok uzağa gitmem gerekmiyor. Zira iddia edilen galebe çalmış, rakipsiz küreselleşme rüzgârının henüz yerinde yeller esmese de ters yönde esmeye başladığının, en bilinen ve gündemde yer işgal eden örneğini, bu satırları yazdığım İngiltere’den vermem mümkün: Tabi ki AB için olduğu kadar Birleşik Krallık için de bir tür Gordion Düğümü’ne dönüşen Brexit’ten bahsediyorum. Para (Euro) ve vize (Schengen) birliğinin hiçbir zaman bir parçası haline gelmemesine rağmen, üstelik 2008 Krizi sonrasında daha da belirginleşen biçimde -özellikle Kuzey Galler benzeri bölgeler için bizdeki “Kalkınmada Öncelikli Yöre”lerde olduğu ölçüde- AB fonlarına itiraf etmekten kaçınmadıkları bir gereksinimleri varken, hatta AB yanlısı İskoçya’nın ayrılıkçı politikalarını besleyeceğini bilmelerine karşın, “üzerinde güneş batmayan imparatorluk”un halefi olan kozmopolit bir ülke bile, küresel şöyle dursun bölgesel bir ekonomik birlikten çıkma kararı aldı. Bu ilk başta yadırganan ve bile bile lades izlenimi veren kararın altında yatan temel nedenin, Kıta Avrupa’sı ve özellikle Almanya’nın ekonomik karar alıcı konumundan duyulan rahatsızlık olduğu hususunda konunun uzmanları arasında fikir birliği söz konusu. ABD ile olan ciddi ölçüdeki Anglosakson ortak paydasına rağmen Birleşik Krallık, ABD ile olan ilişkilerini dahi “özel ortaklık” adı altında, NAFTA ya da kendisinin başat gücü olduğu Commonwealth birliği gibi bağlayıcı yönleri de olan yapısal birlikteliklerin bir benzerini oluşturmaktan titizlikle kaçınarak tanımlamaya devam ediyor. Dolayısıyla; Adam Smith’in, daha sonra “Bırakınız Yapsınlar” (“Laissez Faire”) bakış açısıyla evirilip kontrolsüz, liberal bir düzenin şımarıklıklarına katlanmanın temel mazereti olacak “görünmez el”inin memleketinde bile ekonomik anlamda son derece milliyetçi rüzgârlar esmekte.
Birleşik Krallık’ın, AB’den ayrılması için yapılan olduğu referandumun (BREXIT) sonucu. %72.2 oranında katılım olan referandumda AB’den ayrılmaya; %51.9 evet, %48.1 ise hayır demiştir. (Kaynak: The World Economic Forum)
- Küreselleşme karşıtlığı denilince yirmi sene öncesinden günümüze gelen ilk sembol eylemler 1999 Seattle Olayları olarak kabul ediliyor. Bahsi geçen eylemlerin kendisini, kapitalizm karşısında ideolojik konumlandırma bakımından, çok farklı grupların ortak katılımıyla gerçekleştirilmiş olmasını bir yana bırakırsak, özünde uluslararası sermayenin gelişmekte olan ülkelere yönelik çifte standardına ve çözümsüzlük üreten borçlanma sistemine yönelik ortak bir tepki olduğunu söylemek mümkün. Geçtiğimiz yirmi yıl içerisinde, pek çok farklı mekân ve toplantıda da dile getirilen ve “daha milli” ve bağımsız hareket edebilen ülkeler anlamında, daha âdemi merkeziyetçi bu bakış açısının önerdiği çözüm ve tedbirlerin başlıcaları ise şöyle sıralanabilir: Spekülatif sermayeye yönelik Tobin Vergisi; ATTAC benzeri gelişmekte olan ülkelerin üye olacağı, alternatif ve daha eşitlikçi ticaret birlikleri; sürdürülebilir ve düşük faizli, mikro kredi sistemleri ve uluslararası para fonlarının hareketlerine ilişkin çok daha sıkı bir mevzuatın geliştirilip yürürlüğe konulması vb. Dolayısıyla, Birleşik Krallık örneğindeki gibi tekil ülkelerin, kendi milli iktisatlarını öne çıkarma ve koruma yönündeki talebi, kendisine pek çok ülkenin toplu tepkisinin bir ifadesi olarak uluslararası ortamda da yer buluyor.
1999 Seattle Eylemlerinden bir görüntü.
- Bu hususta verilebilecek örneklerin sayısı, bu tür bir yazının mütevazı boyutlarına sığmayacak kadar çok. O halde her anlamda (nüfus, toprak, yatırım, birikim, vb) bir ülkeyi misal göstererek konuyu şimdilik kaydıyla bağlamak yerinde olacak. “Çin uyanınca yer yerinden oynar.” diyen Fransız diplomat Alain Peyrefitte’in çok da abartmadığını, geçtiğimiz çeyrek yüzyılda bütün dünya belli ölçüde görmüş oldu. Yazının başında da değinilen ironiye, farklı bir boyut daha kazandıran bir başka ironik durumsa işbu uyanışın, geçen yüzyılın ideolojik dokunulmazlığa sahip kabul edilen, sol doktrinlerin en tutucularından Maoizm’den vazgeçerek sağlanabilmesi. Çin’de yaşayan bütün toplumlara çok derin acılar yaşatan ve on milyonlarca insanın ölümüne neden olan 1947-1977 arasındaki çalkantılı dönemin ardından, Çin Komünist Partisi Genel Sekreteri Deng Xiaoping öncülüğündeki yenilikçi ekibin başını çektiği bir dışarıya açılma politikasının sonucunda Çin Halk Cumhuriyeti, bugün bulunduğu noktaya büyüme rekorları kırarak geldi. Günümüzde artık Atlantik’ten ziyade Pasifik’in iki yakası arasındaki gerilimin, ticaret savaşlarından sıcak çatışmaya dönüp dönmeyeceği tartışılan bir konu haline gelmiş durumda. İlginç olansa şu; Çin artık tıpkı ABD gibi dünyanın en katı ve tavizsiz ulus devletlerinden birisi konumunda. Her iki ülke de, karşılıklı menfaatlerinin uyuştuğu noktalarda yekdiğerini destekleyerek, uluslararası ticaretin her türlü kısıtlayıcı düzenlemeden arındırılmasını savunurken öte yandan son derece korumacı politikalarla kendi milli markaları söz konusu olduğunda -aslına bakarsanız her aklı başında ulus devlet tarafından yapılması gerektiği gibi- katıksız devletçi politikalarla hareket etmekten kesinlikle çekinmiyorlar. Tıpkı Ha-Joon Chang’ın “Serbest Ticaret Efsanesi ve Kapitalizmin Gizli Tarihi” kitabında sergüzeştlerini bir güzel özetlediği 19. Yüzyıl’ın emperyalist güçlerinin, yeri geldiğinde milli sınırlarının dışına dokuma tezgâhı çıkarılmasını yasaklayacak kadar ileri giden, yerli sanayi oluşturup milli pazarını yabancı etkisinden kendi ulusal çıkarları ve uzun vadeli hedefleri doğrultusunda korumaya yönelik politikaları gibi…
Sözün özü; bu yüzyılın Zümrüdüanka’sı küreselleşme de (“Herkes ondan bahseder ama onu gören yoktur” fehvası uyarınca) geçen yüzyılınkiyle aynı kaderi paylaşacak gibi görünüyor. Önce birkaç kuşağa heyecan veren bir düşünce fırtınası, sonrasında insan topluluklarının sosyolojik ve ekonomik anlamda değişmesi, çok güç gerçekleriyle yüzleşmek zorunda kalma, sonrasındaysa vakti zamanında modası geçtiği gerekçesiyle burun kıvrılan kendi özüne utana sıkıla dönüş.