Yükleniyor...
Fiilen 1918 resmen 1926 yılından başlayarak Irak’ta yaşayan Türkmenleri günümüze kadar varlıklarını korumayı başardılar. Türkiye Cumhuriyeti sınırları dahilinde kalsalardı elbette durumları bir Urfalıdan ya da Antepliden farklı olamayacaktı. Ancak 20. Asırda yaşadıkları ağır durum üç şekilde onları etkiledi denilebilir:
Irak’ta yaşayan Türkler her iki zaman diliminde de ya (Sünni) Araplardan ya da fanatik ve şövenist olan Kürt gruplardan çekmişlerdir. Şii Araplarlar’dan kaynaklanan bir sorunları olmamıştır.
Tarihçiler iyi bilirler ki Birinci Dünya Savaşından sonra Irak Şiileri İngilizler karşısında Osmanlıların yanında yer almıştır. Öyle ki, Irak′taki Şii alimler, Osmanlı-İran arasında bir köprü olmuşlar, Şubat 1921 Necef toplantısında; “Şii-Sünni” ayrımını öne çıkarmadan Osmanlı liderliğinde bir İslam birliği politikası izlenmesi kararını almışlardır. Necef’teki İttihat ve Terakki komitesinin öncülük ettiği bu faaliyet, bölgede nüfuz kurmaya çalışan İngilizleri tedirgin etmiş, hatta o dönemde Şii alimlerin, Bağdat′ta büyük bir İslam konferansı düzenlemeleri girişimini engellemişlerdir. Necefli Şii âlimler cihat fetvalarıyla; hem Osmanlı′nın ilan ettiği cihada katıldıklarını bildirmişler, hem de bütün Şiileri “İngiliz ve Rus emperyalizmine karşı” ayaklanmaya çağırmışlardı.
Ancak Humeyni’nin ortaya attığı Vilayet-i Fakih müessesesi özellikle 1980 yılından sonra Arap Şiiliği ile Fars Şiiliği arasında farklılaşma doğurmuştur. Bu farklılaşma ciddi bir boyuta ulaşmakla birlikte İran Şiiliğinden yana bir eğilim göstermiştir. Çünkü Arap ya da Irak Şiiliğinin İran’ın dışında destek alabileceği başka bir kaynağı olmamıştır. Onun için Irak Şiiliği, İran Şiiliğinin kontrolü altın girmiştir. Saddam’ın zulmünden kaçan Iraklı Şiilerin çoğunluğu İran’a sığınmışlardır. Şii grubun içinde bulunan Türkmen Şiiler, Türkiye’den yeteri kadar destek görmedikleri için onlar da bu kervana katılmak zorunda kalmışlardır. Bugün Türkmenler arasında ortaya çıkan mezhepçi ayrışımın temellerini yakın tarihin bu diliminde aramak gerekir.
Özellikle 2011 yılında ABD’nin resmi olarak Irak’tan çekilmesinden sonra İran, Irak’taki nüfuzunu iyice arttırdı. Buna mukabil Türkiye ise, Bağdat yönetimi ile ilişkisini iyi yönetememiş ve bu ilişki giderek bozulmaya doğru yüz tutmuştur. Türkiye insiyaki bir biçimde Üsame Nüceyfi’nin şahsında Sünni Araplarla ve Barzani’nin şahsında da Kürt Yönetimi ile ilişki kurmayı tercih etmiştir. Halbuki ne Nüceyfi tek başına Sünni Arapları, ne de Barzani bütün Kürt yönetimini temsil eder. Bu politikanın en büyük zararını Türkmenler görmüştür. Türkiye bu politikayı tercih ederken bu politikanın Türkmenlere zarar verebileceğini tahmin edememiştir. Bu zarar üç boyutlu olmuştur:
Ara Sonuç
Bu hızlı tarihî panoramadan bugünkü meselelere ışık tutabilecek iki bulguya ulaşabiliriz.
İran mı Türkiye mi?
İran İslam Cumhuriyeti kurulduğu zaman Türkiye’de dindar, muhafazakâr ve hatta milliyetçi aydınlar sevinmişti. Çünkü Şah, Farsçı bir siyaset güderek Türkiye’yi aşıp Ortadoğu’da söz sahibi olmak istiyordu. Sovyetlerin 1990’da çökmesinden sonra 1992 yılında Dağlık Karabağ bölgesi yüzünden Azerbaycan-Ermenistan savaşı patlak verdi. Rusya aşikâr bir şekilde Ermenistan’ı destekledi. 106’sı kadın, 83’ü çocuk olmak üzere toplam 613 Azerbaycanlı hayatını kaybetmiştir. Türkiye, soydaşı olan Azerbaycan’ın yanında dururken İran, Ermenistan’ın yanında yer almıştır. Bu iyi ilişkiler günümüzde de devam etmektedir. Eğer İran gerçekten dünya Şiiliğinin hamisi olsaydı tarih boyunca on binlerce Müslümanı katleden Ermenistan’ın değil, mezhebi Şii olan Azerbaycan’ın yanında yer alırdı. Doğrusunu söylemek gerekirse, Eğer Safeviliğin bir mirasçısı varsa o da Azerbaycan Devletidir. Gerçekten de Bakü’de Şah İsmail’in muhteşem bir heykeli dikilmiştir. Şah İsmail’in Hatai mahlası ile söylediği Türkçe şiirler hemen hemen herkesin dilindedir; tarih kitaplarında da Azerbaycan Devletinin kurucusu olarak kabul edilmiştir. Kaldı ki İran kendi topraklarında yaşayan 25 milyonu aşkın Azeri Türküne hiç bir milli ya da kendi dilinde eğitim ya da yayın yapma hakkı vermemiştir. Yani Türkmenlerin Irak’ta sahip oldukları hakların hiç birisi bugün İran’daki Türklere verilmemiştir.
İran, Saddam zamanında birçok Şii Türkmen’i milli kimliklerine itiraz etmeden barındırmıştır. Bu inkâr edilemez. Ama bu barınma izni, Türkmen oldukları için değil, Şii oldukları için ve Saddam’a karşı Iraklı Şiilerin oluşturdukları şemsiye altında oldukları sürece vermiştir. Dolayısıyla bu desteğin 2003 yılından sonra aynı şartlar altında devam etmesi doğaldır. Haşed el-Şaabi’nin kurulmasından sonra da verilen destek aynı şartlar altında olup, Emirli ve Beşir’in kurtarılmasını sağlamıştır. Yani, görünürde İran mezhepsel açıdan olaylara bakmakta ve dünya Şiiliğinin tek hamisi görevini üstlenmektedir. Halbuki durum göründüğü gibi değildir. Çünkü böyle olsaydı, Ermenistan’a karşı Azerbaycan’ı desteklemesi gerekirdi. Yani günümüzde İran, her ne kadar Şiiliğin önderliğine soyunmuş görünse de, dile getirmediği ülküsü Farsçılık olup, tarihte kaybettiği coğrafyaya en azından nüfuzunu yaymaktır. Onun için yayılmacı olmayan tarihî Arap Şiiliğini yutmak istemektedir. Tabii ki Arap Şiiliğinin menşei de kuşkusuz Necef ve Kerbelâ olup, yayılmacı olmadığı gibi Arap milliyetçiliği de gütmez. Osmanlı’dan sonra kurulan Irak Hükümetleri içerisinde de hiç bir zaman ciddi bir rol alamamışlardır. Hele Saddam zamanında en çok mezalimi onlar görmüştür.
Türkiye Cumhuriyeti ise, devlet yapısını tamamen milli kimlik üzerine kurmuştur. Dış politikasında ne din ve mezhep esas kabul edilmiş ne de soydaşlık ön plana çıkarılmıştır. 1974 yılında Kıbrıs çıkarması, adada Türkler aleyhine oluşan darbeden ötürü garantörlük esasına göre yapılmıştır. Aynı şekilde Kuzey Irak’ın Kandil Dağına terör örgütü PKK’yı vurmak için hava harekatı düzenlemektedir. Bugün Suriye’ye girmesi de geçici amaçlı olup, milli güvenliğini tehdit eden bir durum doğduğu için yapılmıştır. Türkiye hiç bir ülkenin içişlerine karışmadığı gibi, başka ülkelerin aleyhine çalışan herhangi bir örgüte de destek vermemiştir. Sovyetler devrinde o coğrafyadaki Türkler hakkında hiçbir gizli planı olmamıştır. Bilakis, bir taraftan NATO’ya girerek kendini Sovyetler blokuna karşı korumaya almış, diğer taraftan da yayılmacı olmadığını göstermek için başka ülkelerin topraklarında yaşayan soydaşlarını da ihmal etmiştir. Nitekim 1990’da Sovyetlerin çöküşünden sonra Irak Türklerinin, 2011 yılından sonra da Suriye Türklerinin Türkiye’de örgütlenmelerine izin vermiş ve dişe dokunmayacak kadar da destek çıkmıştır; ama bu destek hiç bir zaman ilgili ülkeye zarar vermemiştir. Belki de bugün Irak ve Suriye Türklerinin hak ettikleri yerlerde olmayışlarını, bu eksik ancak uluslararası hukuka uygun politikadan kaynaklanmaktadır denilebilir. Yani Türkiye Cumhuriyeti dış politikasında yayılmacı olmadığı gibi pasifliğe varacak derecede ¨yurtta sulh, cihanda sulh¨ ilkesine uymuş ve sadık kalmıştır.
1 Mart 2003 Tezkeresi’nin reddedilmesi Türkiye’ye zarar verdiği kadar Türkmenleri de zor durumda bırakmıştır. Mamafih Türkiye çeşitli destekleriyle bir şekilde Türkmenlerin yanında yer almıştır. Kurulan her kabinede bir Türkmen bakana yer verilmiştir. Ama İkinci Maliki Hükümetinde ilk defa olarak Irak Türkmen Cephesi’ne bir bakanlık tahsis edilmesinde Türkiye’nin de rolü olmuştur. Irak Türkmen Cephesi Başkanı ve yönetimi, Türkiye’de Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Bakanlar düzeyinde görüşmeler yapma imkânı bulmuştur. ITC’nin dışında diğer parti ve listelerde yer alan Türkmen vekil ve bakanlar 2010 yıllarına kadar Türkiye’de ağırlanmış ve ilgi görmüşlerdir. 2011 yılında ABD kuvvetleri Irak’tan çekilince, İran’ın Irak’taki nüfuzu ciddi anlamda artmıştır. Bundan tedirgin olan Türkiye, Barzani ile bir taraftan, Sünnilerin temsilciliğine soyunan Nüceyfi ile diğer taraftan daha sıkı ilişkiler kurmaya başlamıştır. İşin manidar tarafı da Türkmenlerin Kürtler içerisinde Barzani grubu ile ve Araplar içerisinde Sünni olanları ile iyi ilişkiler içerisinde olmamasıdır. Çünkü genel olarak Kürt Peşmergeleri Türkmenlerin topraklarını ve şehirlerini kendi bölgelerine katmaya çalışırken, bir asır boyu da Sünni Arap iktidarları topyekun Türkmenleri Araplaştırmaya çalışmıştır.
Türkmenler Nereye Meyletmeli?
Irak’ta Türkmenler 1534’te Kanuni Sultan Süleyman’ın Bağdat’ı fethinden sonra Osmanlı kültürünün bir parçası olmuştur. Bugün bile bütün Türkmeneli coğrafyasında yazı ve edebiyat dili İstanbul Türkçesi ve Latin alfabesi ile icra edilmektedir. Genel olarak Iraklı siyasetçiler de Türkmenleri çoğu zaman Türkiye’nin uzantısı olarak görmüştür. Ancak bugün Türkmenler öyle bir noktaya gelmişler ki, kimisi İran düşmanlığı yaparak Irak’ta olup bitenlerin tamamını İran’a yüklerken, bir kesim de Türkiye’nin Türkmenlere sırtını döndüğünü, onları yalnız bıraktığını DAEŞ’e karşı İran kadar onlara yardım etmediğini iddia etmektedir. Doğrusu bugün Türkmenler öyle bir kavşağa gelmişler ki ya var olurlar ya da parçalara bölünerek kısa bir süre içerisinde yok olup giderler. Eğer mezhep esasına göre hareket ederlerse bu dağılma ve erime kaçınılmaz olacaktır. O zaman her Türkmen siyasetçisi, aydını ve hatta sıradan insanı şartlar ne olursa olsun önce Türkmenlik kimliği etrafında toplanmalıdır. Dolayısıyla kim Türkmenleri mezhep esasına göre muamele etmek isterse ondan uzak durmak gerekiyor. Binaenaleyh bugün Türkmenleri parçalayabilecek üç siyasi akım vardır: Şiicilik, Selefilik ve onun sulandırılmış hali olan İhvancılıktır. Bunun da panzehri milliyetçiliktir.
İran’la Türkiye Ortadoğu’nun en güçlü iki devletidir. Çıkarları ne kadar çakışsa da birbirleriyle savaşmayacak kadar akıllıdırlar. Politika oluştururken kimse bu iki devleti ya da herhangi birisini yok sayamaz. Türkmenler, ne İran’ı düşman ilan ederek bu devleti suçlamalı ne de askeri yardım vermedi diye sırtını Türkiye’ye dönüp onu dışlamalıdır. Türkmenler İran’ı, bölgenin tartışılmaz iki gücünden biri, Irak’ta sözü geçen bir devlet olarak görmelidir. Türkiye’yi de ¨soydaş¨ bir ülke; ondan güç ve ilham alınacak bir kaynak; kurum ve kuruluşlarıyla iş birliği yapılacak bir merkez olarak kabul edilmelidir.
Günün Meselesi: Kerkük
Bu yazı kaleme alındığında Kerkük’te Türkmen halkı diken üzerinde yaşıyordu. Çünkü Kerkük İl Meclisi’nden zorla çıkarılan karara göre Kerkük, Kürtlerin 25 Eylül tarihinde yapmayı planladıkları bağımsızlık referandumu kapsamına alınmıştır. Halbuki İsrail ve Hollanda hariç bütün ilgili ülkeler hep referandumun yapılmasına hem de Kerkük’ün bu referanduma dahil olmasına karşı çıkmıştır. Gelişmelere bakılırsa referandumun yapılmaması gerekiyor. Çünkü referandum bir iç çatışmanın tetikleyicisi pekâlâ olabilir. Ancak ABD ve bazı Avrupa ülkeleri birer sürpriz yaparak saf değiştirebilirler.
Bu durum karşısında asıl önemli olan Türkiye’nin ne yapacağıdır. Aslında Irak’ta Türkmen siyasetçiler olağanüstü bir performans göstererek referanduma karşı muhalefeti başarı ile yürütmektedirler. İster parlamento çatısı altında olsun ister medyada olsun ağırlıklarını çok net bir şekilde hissettirmişlerdir. Ancak kuşkusuz ki meseleler Türkmenlerin boyunu aşmaktadır. O zaman gözler Türkiye’ye çevrilecektir. Şu ana kadar Türkiye’nin tavrı çok net bir şekilde Kerkük’te ve Kürt bölgesinde referanduma karşı çıkmaktadır. Dışişleri Bakanı Sayın Çavuşoğlu’nun Erbil ziyaretinde bu görüşü altı çizilerek dile getirildi. Ancak daha ötesi henüz söylenmemiştir. Yani bu referandum olursa ve Kerkük’te bu referanduma dahil edilirse, Türkiye Kürt Bölgesine nasıl bir tavır koyar? Bir müeyyide uygular mı? Daha ileri giderek İran’la işbirliği yapıp askeri bir harekat düşünür mü?
Bu sorular cevapsız kalırsa, bugün Irak Türklerini sarmalayan sorun 21. Asrın belki ortalarına doğru Türkiye’nin de kapısına dayanacaktır.