Yükleniyor...
26 Haziran 2013’te Millî Düşünce Merkezi 208. Bilgi Şöleninde İslam’da mezhepler ve meseleler tartışıldı. Prof. Dr. Hasan Onat, konuşmasında İslam’da yaratılan ayrılıklar üzerine konuştu ve çözüm yolları önerdi.
Bu sıcakta böyle bir günde burayı doldurmuş olmanız baştan söyleyeyim gelecek adına ümitvâr olmak için yeterli sebeplerden birisi işin doğrusu. Demek ki hâlâ bilgiye Türkiye’de ihtiyaç var, çünkü şu anda Türkiye’nin ve İslam dünyasının en ciddi açmazlarından birisi bilgi düşmanlığının, akıl düşmanlığının âdeta millî politika hâline gelmesi, Türkiye için de böyle İslam Dünyası için de böyle ve maalesef aslında bir sürü çatışmaların bir sürü olumsuzlukların temelinde bunun yattığını en başta belirteyim ve bu toplum batı aklı kilisenin ipoteğinden kurtarıp yükselirken aklı mahkum ettiği için batmaya başladı. Eğer dibe vuracaksak aklı düşman ilan etmemiz gerekiyor, zannediyorum böyle bir süreçten geçiyoruz. Çıkış da önce aklın insanın en mümeyyiz vasfı olduğunu görmekten geçiyor ve hemen akabinde Kur’an’ın insanlığa armağan ettiği bilginin en yüksek değerlerden birisi olduğu gerçeğini kavramaktan geçiyor. Şu anda bir yandan akıl düşmanlığı yapıyoruz diğer taraftan da bilgiyi itibarsızlaştırıyoruz, böyle bir sürecin içerisindeyiz. Türkiye de bu süreçte İslam Dünyası da bu süreçte. Çıkış bunu tersine çevirmekle ancak mümkün olabilir. Niye böyle girdim? Gerçekten de çatışma dediğimiz şeylerin temeline indiğimizde burada karşımıza çıkan ana sebeplerden birisinin bilgisizlik olduğunu görüyorsunuz. Tabii öz ile menfaat çatışması varsa hayatın tüm alanlarına bu çatışmalar gidebilir.
Şimdi konuyu Şiilik merkezli götüreceğimiz için bir de bir talep vardı konuşmaya başlamadan ben sorular kısmında girerim diye düşünmüştüm ama zannediyorum önce kavram analiziyle bu talebi de gerçekleştirmiş olalım. Şiilik diyoruz mezhep çatışması diyoruz Sünnilik diyoruz Vahhabilik Selefilik diyoruz nedir bunlar, bu meselelere nasıl bakacağız bir kavram analiziyle girmekte fayda var hadiseye. Şöyle ki bizim yaygın algımızda bizim insanlarımız genelde gerçekten de mütedeyyin insanlar yani bizim en din karşıtı dediğimiz insan tipinin bile davranış kalıplarına bakın bu kalıpların tamamının din ile örülmüş olduğunu çok rahat görebilirsiniz. O yüzden ben şöyle bir mukayese yapma ihtiyacı hissetmiştim bir çalışmamda: Acaba dedim Türkiye ölçeğinde düşünürsek dini bilmeyen dindar insan tipiyle dini bilmeyen daha az dindar, din karşıtı ya da daha fazla laikçi, ne derseniz deyin, bu insan tipi arasında zihniyet paralellikleri var mı? Karşıma çıkan tablo terazinin kefesine koyduğumuzda kıl payı aldırmadıkları gerçeği oldu. İkisi de ön yargılı ikisi de çözümü geçmişte arıyor ikisi de tartışmaktan konuşmaktan korkuyor birisi demokrasi konusunda ön yargılıysa öbürü İslam konusunda ön yargılı ve sorun da nereden kaynaklanıyor biliyor musunuz? Aydın dediğimiz insan tipinin dinin en azından sosyal realite olduğunu göremeyişinden kaynaklanıyor. Dindar insan tipinin de dinin öncelikle bilgi meselesi olduğunu bilmeyişinden kaynaklanıyor.
Dinin bilgi meselesi olduğunu bilmezseniz o zaman cehaleti din adına meşrulaştırmaya başlarsınız ve Hz. Muhammed’i de okuma yazma bilmeyen bir insan ilan edersiniz ve akabinde dersiniz ki İslam bilinmez yaşanır, şu anda bunlar konuşulan şeyler. Oysa İslam’ı bildiğiniz kadar yaşayabilirsiniz, bilmediğiniz İslam’ı yaşamaktan söz etmenin kusura bakmayın hiçbir anlamı olmaz, dolayısıyla yani İslam’ın ta işin başında insanlığa armağan ettiği üç önemli husus vardır.
Bunlardan birisi İslam’la birlikte bilgi değer hâline gelmiştir. Evet bu çok önemli bir hadisedir. Bunun Kur’anî temelini hatırlatayım, der ki Kur’an: “Bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu?” Elbette olmaz. Bununla ilgili Akif’in de çok güzel bir şiiri var, lütfedip Safahat’a bakarsanız nefis bir şiirdir. Bakın bunu hemen peygamberin hayatına taşıyın daha insanlık tarihinde ilk okuma yazma seferberliğini Hz. Muhammed başlatmıştır. Ne zaman biliyor musunuz? Fiilen özgürlükle bilim arasında bilgi arasındaki irtibatı kurarak yani Bedir Savaşı sonrası esirlere, özgürlüğünü kaybeden insanlara, Müslümanlara okuma yazma öğretmeleri karşılığında özgürlük bahşetmiştir. Bu olayın insanlık tarihinde bir benzeri yoktur. Bizim Müslümanlar gelsin varsın düşünsün bu olayı. O yüzden İslam’la birlikte bilgi değer olmuştur. Bugün biz bilginin değer olduğunu unutmaya başladık.
İkinci önemli bir şey İslam’la birlikte aklın önündeki bütün engeller kaldırılmıştır. Artık, Müslüman hayatın tüm alanlarında özgürce düşünebilir. İslam söz konusu ise aklın önünde sınır yoktur, akıl gücü yetebildiği yere kadar gider. Çünkü Allah insan aklına güvenir, düşünen insanın doğruyu bulacağından emindir. Çünkü Kur’an’a göre Allah’ın affetmeyeceği bir tek günah vardır, şirk. Kur’an onun da sebebinin insanın gurur ve kibiri olduğunu söyler, son derece dikkat çekicidir bu.
Üçüncü önemli hususa geçiyorum, aklın önündeki engellerden sonra üçüncü önemli husus, artık bilim çağı başlamıştır, mucize ve kerâmet dönemi bitmiştir ve bundan sonraki süreçte insanın dünya ile irtibatı birebir gerçeklik irtibatıdır. Dünya mitolojik, mitik bir yapı olma vasfını kaybetmiştir, insanın dünyayla ilişkisi de böyledir ve artık bilim alanındaki yürüyüş başlamıştır. Nitekim Müslümanların bilime katkıları da bu süreçte ortaya çıkar ama üzgünüm son iki asırdır Müslümanlar bu üç gerçeği de ihmal etmişlerdir. Bu yüzden birbirlerini yemekle meşgullerdir ve son iki asırda yaşanan olumsuzlukların arkasında en temelde yatan cehalettir. Hemen akabinde de hamakat vardır, hamakatın ne olduğunu açıklamak istemiyorum, bildiğinizi varsayıyorum çünkü. Bu iki sebep üzerinden yürüyeceğiz.
Şimdi kavram analizi niye önem kazanıyor bu noktada? Kavram analizi bu söylediğim üç hususu ihmal etmeye başladığınızda: 1-Geçmişi doğru anlayamıyorsunuz, tarih algınız problemli. Bugün Müslümanların kafasında birbirinden farklı tarihler var. Evet birbirlerinden farklı tarihler var. Bu ifadeyi somut örnek üzerinden netleştirmek isterim. Mesela işte Şiilik diye başladık Şiilik mezhep çatışmasını Şiilik’i merkeze alarak anlatacağız. Şia’nın tarih algısıyla bizim burada çoğunluğun içinden geldiği geleneğin yani klasik Sünni geleneğin tarih algısı birbirinden temelde farklıdır. Eğer bir toplumun tarih algısı farklıysa İslam’ın erken dönemine bakışında çok farklı algıları varsa o toplum çatışmaya her zaman hazır demektir. Neye benziyor biliyor musunuz? Türkiye’ye bazen soruyorlar niye sıklıkla laik-dindar kamplaşmasına kolaylıkla kayıveriyor. Çünkü Türkiye’de çok ciddi bir zihin yarılması vardır. Türkiye’de insanlarımızın tarih algısı tıpkı Şii-Sünni tarih algısı gibi Türkiye’de de çarpık bir tarih algısı vardır. Bir taraf tarihi Cumhuriyet’ten ibaret zannederken bir başka taraf tarihi kutsallaştırarak Osmanlı’yı, Selçuklu’yu ve İslam’ın erken dönemini anlama çemberini, anlama menzilinin dışına taşımıştır. Yani tarih, ya Cumhuriyet’ten öncesi yok farz edilmiş bir tarih anlayışına yol açmıştır ya da Osmanlı, Selçuklu ve öncesi kutsallaştırılmıştır. Kutsallaştırmakla yok farz etmek arasında hiçbir fark yoktur ikisi de aynı kapıya çıkar. Kutsallaştıranlar da yok farz edenler de geçmişi anlayamazlar. Geçmişi anlayamayanlar, geçmişin acılarını tekrar tekrar yaşamak zorunda kalırlar, bu da hayatın çok acı bir gerçeğidir ve şu anda da Türkiye’de maalesef bunu yaşıyoruz, o yüzden tarih algısı son derece önemlidir. Şia’nın tarih algısı farklı. Nasıl farklı? Şiilere göre peygamberimizin vefatından sonra Hz. Ali bilafasıla nas ve tayinle imamdır, Şii algı böyle bir şeydir işte. Ne demektir bunun açılımı Şii algıda Ebubekir, Ömer, Osman dönemi yani dört halife dönemi dediğimiz dönemin ilk üç halife zamanı paranteze alınır. Paranteze alındığı andan itibaren bu üç halifeyle ilgili artık aklınıza ne geliyorsa bir sürü olumsuzlukları yakalayabilirsiniz, o detaylara girmiyorum. Gerçekten de Şii geleneksel tarih algısında Hz. Ebubekir ile Hz. Ömer kafa kafaya vermişlerdir, Ali’nin hakkı olan hilâfeti gasp etmişlerdir. İşte Şiilik ile Sünnilik arasında tarih algısındaki temel fark budur.
Sünni tarih algısı nasıldır? Bakın Şii tarih algısının temelinde yatan Hz. Ali’nin hilâfetinin imâmetinin Allah’ın emriyle Peygamber’in tayiniyle olması dinî bir mesele olarak algılanmasıdır ve daha sonra Şiilikle ilgili belki söyleyeceğim Şia’nın Usuliddin dediğimiz, dinin aslıyla ilgili anlayışında imâmet esaslardan birisidir. Yani Şii algıya göre bir insanın Müslüman olması için aynı zamanda Hz. Ali’nin ondan sonra on iki imamın imâmetine inanması, bu imamların masum olduğuna inanması, imâmetin kıyamete kadar Ali’nin soyunda devam edeceğine inanması gerekir. Şii algının özelliği işte budur ve bu algı ciddi manada din-siyaset ilişkisi bağlamında düşünürseniz din ve siyaseti iç içe birbirine meczetmiştir. Peki bunun karşılığında Sünni tarih algısı nasıldır? Sünni tarih algısı 4 halife dönemini fazilet sıralaması olarak kabul eder, ama erken dönemi yine idealize eden bir algıdır.
Sünni tarih algısında Hz. Ali 4. Halifedir, Şii tarih algısında 1. imamdır. Sünni tarih algısında imamlar masum değildir, imamların halifelerin halife olması Allah’ın emriyle peygamberin tayiniyle olan bir iş değildir. Müslümanların uzlaşısıyla gerçekleşmiştir. Yani Sünni algının temelinde din ve siyaset esas itibariyle birbirinden ayrıdır, nokta.
Evet bu aslında konumuzun ikinci kısmı olan Vahhabilik – Selefiyye meselesinde önem kazanan bir meseledir. Yani bugün İslamcılık dediğimiz hadisenin arkasında sömürgeciliğin yattığını bilirseniz tepkisel bir din anlayışının hangi koşullarda üretildiğini görürsünüz. Bundan bin yüz sene önce İmam Maturidi açık bir şekilde -ki bana göre Türk dünyasının hatta İslam dünyasının yetiştirdiği, gerçekten samimi kanaatim bu benim yani, en büyük kafalardan birisi İmam Maturidi’dir. Der ki bin yüz sene önce, diyânet ayrıdır siyâset ayrıdır der, bu böyle bir şey ama biz bugün hâlâ bu noktayı daha algılayamadık. Aslında Türkiye’nin çıkışıyla alakalı eğer bir şeyler konuşulacaksa ve bu nokta üzerinde ciddi manada odaklanmamın bana göre bir zorunluluk olduğunu hatırlatmak isterim işin doğrusu. Diyanet ayrıdır, siyaset ayrıdır. çok net İmam Maturidi’de.
Şimdi bunun birazcık arka planına eğildiğinizde Ebu Hanife çıkar karşınıza İmam-ı Azam Ebu Hanife. İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin içinden geldiği gelenek Ehlü’l-Rey okulu dediğimiz geleneğin de özünde iman ve amel birbirinden ayrıdır. İman ve ameli birbirinden ayrı tutarsanız o zaman diyanet ve siyaseti zorunlu olarak ayırırsınız, çünkü bu arada büyük günah meselesiyle ilgili klasik tartışmalar vardır. Haricilik üzerinden okunacak olursa mesela o zaman ilk ortaya çıkan fırka ilk ortaya çıkan mezhep Sıffin savaşından sonra Hariciliktir. Haricilere göre amel ve iman bir bütündür, büyük günah işleyen küfre gitmiştir. Ama daha sonra ortaya çıkan Ehlü’l-Rey dediğimiz çizgideki Ebu Hanife’nin de içinde bulunduğu gelenek, amel ve imanı birbirinden ayırmıştır, günah işleyen günahkârdır ama dinden çıkmaz. Kaldı ki zaten Kur’an tevbe kapısının her zaman açık olduğuna dikkat çeker. Bu çerçeve içinde temel ayrıma şimdilik bu kadar iktifa edeyim, ana noktayı söylemiş oldum.
Şimdi işin diğer boyutu bu mezhepler, Haricilik, Şiilik işte Vahhabilik daha pek çok şeyler var. Nedir bunlar? Bu konuşmada bu analizi en başta netleştirmemiz gerekiyor. Diyoruz ki peygamberin sağlığında herhangi bir mezhep yoktu cemaat yoktu tarikat yoktu. Diyoruz ki İslam Hz. Muhammed’in sağlığında tamamlanmıştır. Diyoruz ki artık Hz. Muhammed ile birlikte nübüvvet kapısı kapanmıştır yani hiç kimse Allah katından vahy aldığını ve bu vahyin herkesi kapsayacağını iddia edemez. Bunlar İslam açısından söyleyeceğimiz son derece net hususlardır.
O zaman bu söylediğim üç temel prensibe dayalı olarak şunu rahatlıkla söyleyebileceğiz: Peygamberin vefatından sonra ortaya çıkan her türlü dinî oluşum adı ne olursa olsun mezhep, cemaat, tarikat, ne olursa olsun bunların hepsi beşeri oluşumlardır. Ne demektir? Buradan çıkan sonuçları da sistematik bir tarzda ifade ediyorum adı ne olursa olsun, Ehli Sünnet, Maturidilik, Hanefiyye. Bakın bu ifadelerden de ne çıkıyor karşımıza? İki grup mezhepten söz etmiş oluyoruz. Fıkhi boyuttaki mezhepler yani fıkhî-amelî mezhepler, diğeri siyasî-itikadî mezhepler. Fıkhi mezhepler, Hanefîlik, Hanbelîlik, Şafiîlik, Malikîlik ve bir de dört hak mezhep diye de bir ifade kullanırız bu çerçevede.
Hemen bu ifadeyi düzeltelim, fıkıh mezhepler dört değildir, hak mezhep sayısı dört değildir, bir mezhebin hak ya da bâtıl olduğundan söz etmeden önce bireyin mezhep anlayışının hak ya da bâtıl olduğundan söz etmek daha doğrudur. Çünkü hiçbir mezhep din ile özdeşleştirilemez ise hiçbir mezhep hak mezhep diye ifade edilemez. Bu mezheplerin her birisinin hak tarafı vardır batıl tarafı vardır. Çünkü zihnimizdeki mezhep algısı şu anda zihnimizde var olan mezhep algısı din ile özdeş bir algıdır ve yanlıştır, istiyor musunuz açayım mı niye yanlış olduğunu ama selefiyeye daha az zaman kalacak. Ondan sonra da bana kızıyorlar hoca yeni işler çıkartıyor diye bu hoca mezhep düşmanı diye ben de diyorum ki yahu ben mezhepler tarihçisiyim ben hayatımı bu mezheplerden kazandım ben nasıl mezhep düşmanı olurum, mümkün mü? Benim ekmek teknem, yani bazen bu ifadeyi kullanıyorum, şimdi esprisi bir tarafa gerçeği şudur: Ben birey olarak nasıl düşünürsem düşüneyim, ister mezhebe taraf olayım ister karşı olayım ama dış dünyada mezhep diye bir vakıa vardır. Bugün Müslümanların bırakın din anlayışlarını kimlikleri bile mezhep üzerinden şekillenmektedir. O zaman bu meseleyi doğru okumamız, doğru anlamamız gerekiyor. Bu meseleyi doğru anlarsak din ile mezhebin özdeşleştirilemeyeceği gerçeğini görürüz.
Din ile mezhebin özdeşleştirilmemesi demek, bunun bilincine varılması demek, Müslümanların mezhep çatışmasından hiç olmazsa biraz da olsa kurtulması demek, olması gereken şeylerden biri de bu işte. Yani bunu anlamadığımız sürece mezhep çatışmasından kurtulma şansımız yok, o yüzden dört hak mezhep ifadesini biraz açalım. Şimdi dört hak mezhep tanımlaması ya da mezheplerin dört ile sınırlandırılması hak ile özdeşleştirilmesi Abbasilerin sonunda, Selçuklular döneminde kemikleşen bir yaklaşım biçimidir. Yani ne demektir bu, bu dört hak mezhebin dört ile sınırlandırılması dinî bir mesele değil siyasî bir meseledir. Bu belirlemeyi din alimleri değil siyasîler yapmıştır. Niye yapmıştır?
Eğer herhangi bir mezhep, devleti tehdit ediyorsa o mezhebi devredışı bırakıp itibarsızlaştırmanın en kestirme yolu dini kullanarak onu batıl ilan etmektir. Bunun tersi de doğrudur, çünkü tüm mezhepler kendilerini peygamber dönemiyle irtibatlandırmak için çalışırlar. Bir mezhebi sahih mezhep ilan etmenin en kestirme yolu da o mezhep hakkında peygambere hadis söyletmektir, olay bundan ibarettir. Dolayısıyla dört hak mezhep ifadesi, 1) hakikate aykırıdır; şöyle ki bu mezhepler fıkıh mezhepleridir ve bu mezheplerden ilk teşekkül eden adı geçen mezheplerden Hanefiliktir. İmam-ı Azam Ebu Hanife peygamberimizi görmüş bir insan değildir. Ebu Hanife peygamberin ashabından bazı zatları görmüştür, o da çok sınırlı sayıdadır. Çünkü Ebu Hanife’nin vefatı H.150’dir, 70 yıllık ortalama ömrü olduğunu düşünün 70-80 arası doğmuştur ve ilginç bir tarafı da şudur: Hanefilik dediğimiz mezhep Ebu Hanife’nin vefatından elli altmış sene sonra ortaya çıkmıştır, yani Ebu Hanife’nin sağlığında da Hanefîlik diye bir mezhep yoktu. Diğer mezhepler Ebu Hanife’den daha sonradır o yüzden dört hak mezhep ifadesi hem mezhep kavramının kendi ontolojik yapısına aykırıdır, hem İslamın genel algısına aykırıdır. Çünkü İslam açısından iman bireyseldir, sorumluluk bireyseldir, kurtuluş bireyseldir.
Herhangi bir mezhebe mensubiyet cenneti garantileme anlamına gelmez. Parantez içi bilgi: günümüz Müslümanlarının özellikle tasavvufî çevredeki oradan beslenen Müslümanların en ciddi yanılgılarından birisi, imanın bireysel olduğunu cennete hak edilerek gidileceği gerçeğini göz ardı etmeleridir. Öyle a, b, c, d trenine binerek, birinin eteğine yapışarak cenneti garantilemek İslâm’ın ruhuna aykırı bir şeydir, kimse kusura bakmasın. Bu çerçeve içerisinde dört hak mezhep ifadesiyle alakalı bir iki şey daha söyleyeyim o faslı kapatıyorum. Çünkü eğer siz sadece kendi mezhebinizin hak olduğunu iddia ederseniz bunun anlamı bu mezheplerin dışındaki mezheplerin batıl olması, daha ileri aşamada İslâm dışı olmasıdır. Oysa dedim ki, mezhepler beşerî oluşumlardı. Adı ne olursa olsun eğer mezhepler beşerî oluşumlar ise hiçbir mezhebin diğer bir mezhebe göre varoluşsal bir üstünlüğü söz konusu değildir. O zaman mezheplerin üstünlüğü nerede ortaya çıkacaktır? O mezheplere aidiyet hisseden insanların yetişmişlikleriyle, güçleriyle, insanlıklarıyla, İslâm’ı hayata taşımalarıyla çıkacaktır mesele buradadır. Yoksa mezhep insanlara ayrıcalık bu manada kazandırmaz. Öyleyse buradan çıkan sonucu bir cümleyle özetleyelim: Bir kimsenin Müslüman olması için herhangi bir mezhebe, meşrebe, tarikata mensup olması gerekmiyor.
Kur’an’da belirtilen temel iman esaslarına, bunlar tevhid, ahiret ve nübüvvettir, bu iman esaslarına inanan bir insan kim olursa olsun, hangi mezhepten olursa olsun, nerede olursa olsun Müslümandır ve İslâm dairesi içerisindedir. İşte mezhebe bakış açımız bu noktada netleşmektedir. Mezhep çatışmasını önlemek gibi bir niyetimiz varsa mezheplerin din olmadığı gerçeğinin yanında bu hususu Müslümanın kafasına yerleştirmek zorundayız. A, b, c, d adı ne olursa olsun mezhebe mensubiyet o insanların tercihidir. Ama şunu bilmek durumundayız: O mezhep eşittir İslam değildir. Yani bugün mesela Şii-Sünni çatışmasının -biraz sonra bununla alakalı net şeyler söyleyeceğim- temelinde yatan aslında o bölgede sıcak çatışmanın olduğu yerdeki Müslümanların Şii olanlarının Sünnileri, Sünni olanlarının da Şiileri Müslüman olarak görmemeleridir. Oysa biraz önce verdiğim tanım ekseninde düşünün, bir insan Şii olabilir, Allah’a inanıyor mu, tevhide inanıyorsa Hz. Muhammed’in peygamberliğine, Kur’an’a inanıyorsa, ahiret gününe inanıyorsa, o insan Müslümandır ve İslam dairesi içindedir kimse ona sen Müslüman değilsin diyemez. Ama bir insan Sünni çevreden gelebilir, ben Ateistim diyorsa Ateisttir ona saygı duymak gerekir. Bu kadar açık bunlar yani çok karmaşık bir husus olduğunu zannetmiyorum bu söylediğim noktalarda.
O yüzden dört hak mezhep meselesi gerçekten önemli, mesela Türkiye açısından bir başka özel önemi var: Türkiye’de yaşayan Kars-Iğdır yöresinde bugün Ankara’da, İstanbul’da Halkalı’da ve benzeri yerlerde kümelenmiş kendisinin Caferi olduğunu söyleyen Azeri asıllı insanlarımız var. Bu insanlar diyor ki ben Sünnilik dört mezhepten birinden değilim, ama ben Müslümanım. Biz kalkıp da onlara sen Müslüman değil misin diyebilir miyiz? Kesinlikle kimsenin böyle bir şey demeye hakkı yoktur, İslam nazarında böyle bir şeyin makbul olma tarafı da yoktur. O yüzden mümkün olduğu kadar kolay anlaşılır tarzda çok net konuşmaya çalışıyorum, yani çünkü bu konuları biraz net konuştuğunuz zaman işler biraz karışıyor, biraz düşman kazanıyorsunuz, ne İsa’ya yaranıyorsunuz ne Musa’ya, ama ben bilim adamıyım, yani inanmadığım şeyi söyleyemem, kanıtlayamayacağım bilgiyle sizin karşınıza asla çıkamam ve bunlar savunabileceğim içi dolu tespitler, içi dolu ifadelerdir. O yüzden dört hak mezhep meselesiyle alakalı bu kadar net ifade ettim.
Diğer taraftan Türkiye açısından bir başka mesele vardır mesela Alevilik meselesi, yine gündeme geldi. Alevilik meselesinde de dört hak mezhebe bir yere yerleştirmek istiyorsunuz nereye yerleştireceksiniz insanlar kendilerini oraya yönelik bir aidiyet içinde hissetmiyorlarsa çözüm nedir burada, çözüm aslında 1) Alevilik’in tarihsel arka planını bilmek, 2) O çerçeve içerisinde bugünkü konumunu doğru değerlendirmek, 3) Bir insanın Müslüman olması için herhangi bir mezhebe, cemaate, tarikata mensubiyetinin zorunluluk olmadığını bilmek. Bu, bu kadar açık mesele. Yani burada da ben karmaşık bir şey olduğunu hissetmiyorum.
Bakın dikkat ederseniz, bütün bu söylediklerim konuşmamızın başında söylediğim bilgiyle alakalı, yani bilirseniz böyle rahat düşünebilirsiniz, yani bilginin özgürleştirici boyutu burada. Ama sizin kafanızdaki mezhep algısında mezhep eşittir din ise, mezhep eşittir İslam ise bu söylediklerimin hiçbir anlamı olmaz. O zaman sorunlar da çözülmez, o zaman Müslümanlar da birbirini yemeye devam eder. O yüzden dinin biraz paradigma işlevi vardır, dinî konuları böylesine konuşmak gerçekten hem risk içeriyor hem de çok da kolay değil, bazen insanı yoruyor ama bunu da biz yapmazsak kim yapacak. Bu hakikaten ilahiyatçı olmanın bilim adamı olmanın bize yüklediği sorumluluk olduğunu düşünüyorum. Şimdi, şu ana kadar söylediklerim mezheplerin din ile özdeşleştirilmemesi gerektiği, mezheplerin beşerî oluşumlar olduğu, bir insanın Müslüman olmasının mezhepten öte, İslâm’ın temel iman esaslarına inanmakla alakalı olduğunu ifade etmiş olduk bu çerçeve içerisinde. Şimdi bu mezhep çatışması meselesine geçiyoruz. Burada isterseniz biraz güncel boyuta öncelik vereyim kendi sistematik kurgumun biraz ötesine geçeyim sonra tarihî arka plana eğileyim istiyorum. Şu anda İslâm dünyasında mezhep çatışması yaşanıyor mu? Evet yaşanıyor. Nerede yaşanıyor? Burnumuzun dibinde Suriye’de yaşanıyor, Suriye’de oluk oluk kan akıyor. Umarım birazcık akıllanır Müslümanlar. Suriye’deki çatışma kelimenin tam anlamıyla bir mezhep çatışmasıdır. Bu çatışmada taraflar gittikçe saflarını netleştirmektedir. Suriye çatışmasında tarafların saflarını netleştirmesi, Suriye’de var olan %10-12’lik Nusayri azınlık üzerinde başlangıçta algılanırken şu anda gelinen nokta Şii-Sünni çatışması zeminine doğru süratle kaymaktadır. Başbakanın talihsiz bir ifadesi, düzeltti mi bilmiyorum, umarım düzeltmiştir. Reyhanlı’da ölenlerin Sünni olduğunu söylemesi. Düzeltti mi bilmiyorum inşallah tekrarlamaz. Bu beni ürperten bir ifadeydi açık söyleyeyim size. Yani her ne kadar güç sahipleri ulu orta eleştirilmekten hoşlanmaz iseler de bir mezhepler tarihçisi olarak benim burada sessiz kalmam herhalde biraz zor olurdu. Şimdi diğer taraftan Türkiye’de algı çok farklı bir noktaya taşınıyor.
Özellikle Suriye ile ilgili süreç başladıktan sonra, Suriye’de gelişmeler 1) İktidara karşı muhalefet, iktidara karşı savaşanları radikal grupların ötesinde Selefilik adı altında önce bir araya toplamaya başladı. 2) Bu işin patronajı Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye. Henüz daha farklı tarzda var, ama benim patronajlıktan kasttettiğim sadece ekonomik değil, işin biraz ideolojik boyutuydu. Selefiye çizgisindeki gelişmelerle ilgili bu ifadeyi kullandım. Suudi Arabistan, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri var bu işin içerisinde. Hemen ilave diğer yedek cephede Mısır ve Türkiye var. Şimdi bu Mısır ve Türkiye’yi de dâhil ettiğimizde Selefiye daha farklı daha geniş bir anlam kazanıyor. Irak’ta, Suriye’deki Nusayrilere karşı bir Sünni blok çıkıyor karşımıza.
Diğer taraftan iki önemli hadiseyi işaret edeceğim. 1) Hizbullah’ın sonuna kadar Esed’i destekliyoruz ifadesi ve desteklemesi. Hizbullah nasıl bir örgüttür? Hizbullah tarihî Şii bir örgüttür, daha önce var olan Şii Emel örgütü vardı, İran İslâm devriminden sonra direkt Humeyni’nin talimatıyla İran’dan bölgeye gelen birtakım militanlar kanalıyla Şii Emel ikiye ayrıldı, İslamî Emel – Şii Emel diye. İslamî Emel daha sonra Hizbullah’a dönüştü ve şu anda Hizbullah’ın arkasında da doğrudan İran’ın olduğunu da herhalde söylemeye gerek yok. Şimdi birincisi Hizbullah müdahalesi, ikinci bir müdahale doğrudan İran resmen olaya müdahil oldu ve Esed yönetiminin arkasında olduğunu deklare etti. İran’ın ve Hizbullah’ın bu tavrı, bir başka, İran cephesinde farklı bir algıyı aslında içinde barındırıyordu. Daha önce Nusayrilere karşı klasik Şii kaynaklarda var olan gulat ifadesi, aşırı Şii ifadesi kullanılırdı ama son dönemde İran çizgisindeki gelişmeler Nusayrilerle ilgili artık gulat ifadesini bıraktılar ve onu doğrudan Şia’nın içinde mütalaa etmeye başladılar, bu da ilginç bir gelişmedir. Şimdi bu söylediğim tablo neyi gösteriyor Suriye üzerinden meseleyi okursanız olan artık fiilen şu anda bir Şii-Sünni mezhep çatışması zeminine oturmuş durumda ve bu vahim bir durum. Bununla alakalı daha farklı yorumlar yapılabilir, ama şu söylediğim tablo dikkatle okuduğunuzda, sosyolojik açıdan okuduğunuzda karşımızda olan bir tablo.
Şimdi meselenin bir başka boyutuna geçelim. Irak’ta olan hadise, bu kadar insan öldürüldü, bir milyondan fazla insan öldürüldü, üç milyondan fazla insan yerinden oldu ve olay açıkça Şiilerin Sünnileri, Sünnilerin Şiileri öldürmesi şeklinde gerçekleşti. Dün de zannediyorum talihsiz bir olay Tuzhurmatı’da yine oradaki Türkmen Cephesi’nin liderlerinden birisi öldürüldü sekiz kişiyle birlikte. Iraktaki Türkmenlerin yarısı Şii yarısı Sünni, Iraktaki Türkmenlerin azımsanamayacak bir nüfusu var. Ama Irakla ilgili tüm hesaplar görüşülürken, konuşulurken, tartışılırken Türkmenlerin varlığından söz ediliyor mu?
Şimdi ben buradan hareketle bu çözümlemeyle ilgili şöyle bir sonuca ulaşmıştım, bunu makalemde yazdım sanıyorum. Aslında Şiilik Sünnilik meselesi ne Arapların meselesidir ne Farsların meselesidir. Şiilik Sünnilik meselesi Türklerin meselesidir, fakat üzgünüm Türkler henüz bunun farkında değiller, yani ne bu süreci yaşayanlar bunun farkında ne Türkiye bunun farkında, henüz bu gerçeğin farkında değiliz.
Şimdi bu söylediğimin anlamını biraz daha anlaşılır hâle getireyim azıcık açayım: İran’ın neresine giderseniz gidin Türkçe konuşursunuz Şiilik’i İran’da diri tutan taşıyanlar bizim Azerilerdir. İlginç olan nedir? Şiilik Fars asıllılarda Farslılık bilincini diri tutarken Türk asıllılarda Türklük bilincini minimize etmektedir, tuhaf ama böyle. Sebebini siz düşünün karışmam yani ama bu sadece benim düz bir tespitim, böyle bir tespit. Fakat işin hazin tarafı ne biliyor musunuz? İran’ı Şiileştiren bizim Kızılbaş Türklerdir. 16. asırdır, 16. asırdan önce İran’da iki lokal merkezde Şiilik vardır, Hum’da ve Meşhed’de. Selçuklular zamanında Isfahan başkenttir ve Melikşah’ın mezarı Isfahan’dadır. Bir gün yolunuz düşerse görüp üzülmenizi isterim, yani ben, Nizamü’l-mülk ile yan yana yatıyorlar. Hayatımda ve ilk defa belki bu kadar etkilendim onu gördüğümde son derece kırık dökük bir yer, Türkiye sahip çıkmazsa bir süre sonra büyük ölçüde yok olur, yani kanaatim o. Ben bunu daha önce de hatırlattım, birtakım platformlarda, ama kimsenin umurunda değil. Oysa lütfen unutmayın Türk kültürünün kökleri İran’da yatar önemli bir kısmı.
Türkiye’de huzur içinde yaşamak istiyorsanız İran’ı görmezlikten gelemezsiniz, ayağınız orada olmak zorundadır. Güzel tarafını söyleyeyim şimdi de yani İran’daki sadece Türklerin değil diğerlerinin de gözü Türkiye’de aslında biliyor musunuz? Yani biraz olayı yumuşatmak için anlatayım: Tebriz’de bir profesörle konuşuyorduk. Bak dedi hoca hiç anten görüyor musun çatılarda? Dedim hiçbir anten görmüyorum, siz uydu izlemiyor musunuz? Bizim antenlerimiz dedi asansör sisteminde çalışır. Gece basarız düğmeye çıkar, gündüz kaybolur, çünkü uydudan izlemek uydu seyretmek yasak. Böyle bir şey icat etmişler ve gözleri Türkiye’de. Şimdi, Türkçe İran’ın her tarafında hâkim bir dil. Herkes Türkçe konuşur, Türkçe anlar büyük ölçüde. Azerbaycan % 70 oranında Şii, geriye kalan %30 oranında. Rakamlar çok net değil, Azerbaycan’da Sünni nüfus vardır. Peki, İran’da Sünni nüfus var mı? Var ve hem de 12 ile 15 milyon kadar. Orada bir Türkmen Sahra Bölgesi var, Türkiye’de kimsenin umurunda değil onlar, ne sıkıntılar yaşar ne olur hiç kimse bilmez, ilgi alanımıza bile girmez bizim böyle bir şey.
Şimdi devam ediyorum, peki biraz daha ileri gidelim, Orta Asya’ya doğru. Mesela duydunuz mu hiç Afganistan’da Hazaralar vardır. Şii’dir ve Türk’tür Hazaralar biliyor musunuz? Şimdi bu açıdan bakıldığında işte onun için dedim Farsların, Fars asıllıların tamamı Şii’dir, Şiilikle bir problemleri yoktur. Arapların çok azı Şii’dir, Şiilikle problemleri yoktur, ama Şiilik-Sünnilik meselesi Türk dünyasında çok ciddi bir zihinsel parçalanma yaratmaktadır. Suriye meselesi beni korkutuyor, çünkü eğer Suriye üzerinden bir İran ile Türkiye karşı karşıya gelirse bu Türk dünyasının bir elli sene daha birbirinden uzak kalması demektir biliyor musunuz? Bırakın başka şeyleri. Mesela Suriye’de Türk varlığı kimsenin umurunda mı, biliyor musunuz oradaki Türkmenler filan var mı? Evet, var ve bu süreçte en çok onları harcadık biz biliyor musunuz, mahvettik ama bunlar hiç konuşulmuyor. İşte yani birtakım şeyler gözümüzü kapatıyor ve olayları algılarken işin bu boyutlarını çok fazla görmüyoruz.
Şimdi mezhep çatışmasının güncel sıcak bir başka boyutuna değineyim, ondan sonra mezhep çatışmasıyla alakalı dinamiklere işaret edeceğim. Pakistan Şii-Sünni çatışmasının en yoğun yaşandığı yerlerden birisidir ama Türkiye’de kimse Pakistan ile ilgilenmez. Pakistan ile ilgili haberleri biz daha çok batı medyasından alırız, o da azıcık ilgi alanımıza giriyorsa. Pakistan’da bir başka mezhep çatışması yaşanır. Müslüman Ahmediye cemaati derler kendilerine, Kadriyanilik diye bir grup vardır. Kendilerine sorarsanız iki yüz milyondur, bana sorarsanız on beş yirmi milyon vardır, ama dünyanın iki yüz yerinde örgütlü yapıları vardır. Hindistan parlamentosu bu Ahmediye cemaatini İslam dışı ilan etmiştir. Dolayısıyla orada sürekli Ahmediler ile çatışma vardır. Ahmediler dediğimiz grup, Sünni yapının içinden bölünüp ortaya çıkan bir gruptur. Bu grubun bölünmesini hazırlayan sebep de Mehdilik ve Mesihlik meselesidir. Mirzagulam Ahmed önce müceddid ilan ediyor kendisini, sonra mehdi, sonra da mesih, daha sonra da krişna Hinduların beklediği bir gelecekteki imam ilan ediyor. Diyor ki ben gölge peygamberim, Hz. Muhammed peygamber ama Allah beni de peygamber olarak görevlendirdi. Berahini Ahmediyye diye kitapları var. Peki, ben şimdi Mirzagulam Ahmed ve taifesine İslam dışı diyebilecek miyim, üzgünüm diyemem. Çünkü Mirzagulam Ahmed ve taifesini İslam dışı ilan ettiğiniz zaman tüm Sufi oluşumları İslam dışı ilan etmek zorunda kalırsınız. Hoş, yani bu onun gerekçesi değil, ama adamlar Allah’a inanıyor, Hz. Muhammed’in peygamberliğine inanıyor, Kur’an’a inanıyor, ahiret gününe inanıyor; bu insanlara ben İslam dışı diyemem. O yüzden mesele son derece önemli yani baştan taşları döşeyerek gittim ve onun üzerine olayı bina etmeye çalışıyorum.
Şimdi bu mezhep çatışması Mısır, Suriye üzerinden bakarsanız iki yeni kavramı gündemimize soktu, bizim açımızdan yeni. Bunlardan birisi Selefiye kavramı, Selefiye daha önce gündemimizde yeri yoktu, ama ne zaman Selefiye adını duymaya başladık? 11 Eylül’den sonra. 11 Eylül’deki hadiseler, Usame bin Ladin ve benzeri bir süreç, onların Selefiye ile irtibatı, Selefiye nedir, Vahabilikle irtibatı yeni kavramlardan birisi olarak gündemimize Selefiyeyi yerleştirdi. Türkiye’nin Selefiye ile ilgili çok ciddi bir problemi şimdiye kadar olmamıştı. Bundan sonra olacak mı, evet olacak. Şimdiye kadar olmamıştı, çünkü Selefi fikirler zaman zaman olsa da, Türkiye’deki mevcut algı, ahlak temelli din anlayışı, Selefiyeye izin vermemişti ama şu anda Selefiye de artık Türkiye’de örgütleniyor. Hatırlayın, 11 Eylül sonrası İstanbul’daki El-Kaide ile irtibatlandırılan terör olaylarını hatırlayın ve Suriye meselesiyle birlikte Türkiye’ye giriş çıkışlar ve Türkiye’deki oluşumları hatırlamaya çalışın. Yani çok ilginç bir sürece girdik, evet artık Türkiye’de Selefiye diye bir problem bundan sonra var. Peki, Selefiye ile ilgili problem var da Vahabilikle ilgili problem yok mu? Evet Türkiye’de Vahabilikle ilgili de problem var. Keşke getirseydim… Hacı Bayram’da camide dağıtılan bir kitap… Bu Selefiye çizgisinde oluşan Cekfir diye bir grup vardır. Onların grubuna ait bir kitap, Hacı Bayram Camii’nde insanlara dağıtılmış ve tesadüfen ben de birisinin elinde gördüm. Baktım, dedim ki bunu bana bir ver bakalım, bu güzel bir şeymiş. Aldım, bir okudum, şaşırdım kaldım.
Yani Türkiye’de artık daha önce İslam dünyasında var olan mesela Müslüman Kardeşler teşkilatının Türkiye’de bir şubesi yoktu. Daha önce var olan Pakistanlı örgütlerin Cemaat-i İslami’nin Türkiye’de bir şubesi yoktu. Yani Türkiye’nin yetiştirdiği cemaat, tarikat ve benzeri yapılar Türkiye’ye özgü yapılardı, ama şimdi bu yapılar artık bir yandan dış bağlantıları bu yapıların ortaya çıkmaya başladı, oluşmaya başladı. Diğer taraftan da Türkiye’deki yapıların dış bağlantıları ortaya çıkarken dışarıda var olan yapılanmalar Cemaat-i İslami gibi benzeri yapılanmalar, hatta hatta adından söz ettim Ahmediyye cemaati gibi yapılanmalar Türkiye’de örgütlenmeye başladılar. İlginç bir örnek, Eylül ayındaydı, Çorum İlahiyat Fakültesi’nin açılış dersi için dekan davet etti, gittim. Orada kokteyl gibi bir şey verdiler, ayaküstü sohbet ederken bir öğrenci geldi yanıma, hocam dedi ben Ahmediyye cemaatindenim, eşim Ahmedî. Çorum’da karşıma çıkan bir tablo ve bir öğrendim ki Çorum’da bile Ahmediyye’nin yirmi kadar üyesi varmış, yani artık Türkiye’de bu cemaatler örgütleniyor. Avrupa Birliğiyle alakalı üç dört sene önce yapılan mevzuat değişiklikleri doğrultusunda sivil toplum örgütü niteliği taşıyan tüm oluşumlar Türkiye’de örgütlenebiliyor. Yani sadece Müslüman Ahmediyye cemaati değil, diğer oluşumlar da Türkiye’de şu anda örgütlü. Bu yüzden Selefiyye ciddi bir problem, Vahhabilik de bundan sonraki süreçte olacak.
Ama hemen yeri gelmişken Vahhabilik-Selefiyye irtibatını birkaç cümleyle anlatayım. Çünkü bundan sonraki Türkiye’yi de ilgilendiren mezhep çatışmasından taraflardan birisinin adı sıklıkla Selefiyye olarak çıkacak karşımıza ve bunu kehanet olarak söylemiyorum yani elimde bununla alakalı veriler var. Çünkü şu anda Şiilik-Sünnilik çatışması sıcak olarak Suriye’de Selefilik-Şiilik çatışması hâlinde var, ama pek çok yerde de internet ortamına bakın direkt Selefilik-Şiilik üzerinden bu çatışma yürütülüyor.
Peki, o zaman bu Türkiye’yi de ilgilendirecekse o zaman biraz Selefilik’ten söz etmemiz gerekecek. Nedir Selefilik? 1) Bazı yanlışları öncelikle düzelteyim: Selefilik, Hanefilik gibi, Maturidilik gibi, Eşarilik gibi bir mezhep değildir, önce bunu görelim. Zaten Selefiyelik ile ilgili sorunlar buradan kaynaklanmaktadır. Selefilik ne fıkhî bir mezheptir ne siyâsî ve itikâdî bir mezheptir. Selefilik bir mezhep değildir. Peki, Selefilik nedir? Selefilere sorarsanız Selefilik peygamberden sonraki sahabenin, tabiinin, temeüd tabiinin din anlayışıdır. Yani halef selef, peygamberden sonra gelen ilk üç asır Selefiye’ye göre Selef’in asrıdır ve İslam’ın en ideal tatbikatının olduğu asırdır. Ahmed ibn Hanbel’in din tanımı aslında buna uygundur. Dini Kur’an, Sünnet, Sahabenin tabiinin, Temeüd tabiinin icraatı ve icmaı olarak algılar. Yani din böyle bir şeydir. Ama Ahmed ibn Hanbel Selefi değildir. Ahmed ibn Hanbel’in sağlığında Selefiyye diye bir mezhep yoktur.
Selefiler başka oluşumlar gibi kendilerini en sahih, en otantik oluşum olarak gösterebilmek için tarihi kendilerine göre yeniden inşa ederler. Selefilik mezhep değildir, tarikat değildir, peki nedir Selefilik? Bir zihniyettir. Zihniyet olarak algılarsanız -tarihçesini biraz sonra söyleyeceğim- geçmişte Selefilik ile paralellik arz eden zihniyet yapılarına rastlayabilirsiniz. Ama hiçbir zaman Ahmed ibn Hanbel Selefi değildir onun sağlığında Selefiyye diye bir mezhep yoktur. Selefiyelik ile ilgili yapılan yanlışlardan birisi, Selefilik’i mezhep olarak gösterip Ahmed ibn Hanbel ve Hanbeli zihniyeti Eşari’den daha çok biraz da Şafii zihniyetin bazı parçalarını bununla birleştirmektir. Buna diyorlar ki Selefilik’in büyük ölçüde icmal dönemi olarak ifadelendirmeye çalışıyorlar bunu, kanaatımca doğru bir yaklaşım değil.
İkinci bir iddia var burada, daha doğrusu Selefilik’e tarih icat edenler bu tarihi dört aşamalı bir tarih olarak algılıyorlar 1) İcmal dönemi: Bu, İbn-i Teymiyye öncesi dönem. 2) Tafsil dönemi: İbn Teymiyye ile birlikte başlayan dönem. 3) Vahhabilik dönemi. 4) Yeni Selefilik dönemi diye ayırıyorlar. Aslında burada bu ayrımın İbn Teymiyye dâhil mezhep gibi algılanması yanlış bir yaklaşım tarzıdır. Şimdi Vahhabilik’in Selefilik ile irtibatını ortaya koyduğumuzda niye böyle yapıldığı daha kolay anlaşılabilir. Çünkü Vahhabilik, Vahhabi adı Vahhabiler’e kendileri tarafından verilmiş bir ad değildir. Onların kendilerine verdiği isim Muvahhidun ismidir, Allah’ı birleyenler tevhitçiler ismidir muvahhidun ismi. İbn Abdulvehab’dan dolayı kurucusundan dolayı daha çok Osmanlı müellifleri Vahhabilik adını onlara yakıştırmıştır. Hatta Eyüp Sabri Paşa gibi, bazı Osmanlı alimleri, hatta Ahmed Cevdet Paşa gibi alimler Vahhabilik’i Haricilik ile irtibatlandırırlar. Vahhabiler kendilerine yönelik bu olumsuz imajdan sıyrılabilmek için Vahhabilik yerine Muvahhidun adını, ama daha sonraki dönemde de Selefiyye adını tercih etmişlerdir.
Yani Selefilik bugünkü anlamda bile Vahhabilik’in bir başka ismi olarak karşımızdadır ancak bu Selefilik’in Vahhabilik’e de isim olması ya da Vahhabilerin seçmesi Selefilik’i Vahhabilik ile özdeşleştirmeyi gerektirmez, Selefilik’i Vahhabilik ile özdeşleştiremeyiz. Ne vardır, şimdi süreci görmeye çalışalım: Vahhabiler kendilerini Selefilik ile ilgili bir tarih inşa etme sürecine gidiyorlar ancak bu zihniyetin bazı ortak özellikleri vardır. Bu özelliklerine baktığımızda: Bu zihniyet İslam’ın üç asrını idealize eden bir zihniyettir. Bu zihniyet geleneği kutsallaştıran dinî gelenekte arayan bir zihniyettir. Bu zihniyet aklı devre dışı bırakan bir zihniyettir. Temel karakteristikleri bunlardır.
Selefiyye daha sonraki süreçte dört farklı grup olarak karşımıza çıkar. Cihadî Selefiyyelik. Vahhabiler tarafından İslam dünyasının farklı bölgelerinde özellikle Rusların işgali döneminde Afganistan’da, işte oradaki el-Kaide olarak ortaya çıkan, daha sonra Taliban’a dönüşen oluşum bu Cihadî Selefiyeliktir. Bu doğrudan Suudlar tarafından finanse edilmiştir ve en kötü tarafını söyleyeyim size, o dönemde İslam dünyasının farklı bölgelerinden, Türkiye’den okumak amacıyla Suudi Arabistan’a giden, Suriye’ye giden, başka yere giden, onlarca değil yüzlerce Müslüman genç Afganistan’a yönlendirilmiştir bu Cihadî Selefilikle maalesef orada heder edilmiştir, harcanmıştır, şehit edilmiştir. Bu az buz bir rakam değil ve hakikaten çok ciddi bir problemdir o noktada. Şimdi bu Cihadî Selefilik olarak ortaya çıkar. Başka, ilmî Selefilik dediğimiz bir başka boyut vardır. Şimdi bir de ilginç olan nokta bunlar devam ederken bu Arap Baharı diye yanlış tarzda isimlendirilen hareketlerin akışı içerisinde daha önce büyük ölçüde Cihadiyye, ilmî Selefilik olarak ortaya çıkan ama Selefilik’in genel duruşunda siyaset dışı bir tavır geliştiren gruplar bu Arap Baharı’yla birlikte siyasileşmişlerdir. İşte Mısır’da %25’ten fazla oy alarak ikinci parti olanlar Selefilerdir. Bu da çok enteresandır yani daha önce siyasete uzak duran, siyaseti din dışı algılayan Selefiye anlayış yeni bir yapıya bürünmüştür bunun adı da siyasi Selefiliktir.
Şimdi bu oluşum biçiminin peki Mısır’daki İhvan-ı Müslimin ile alakası var mı? Aslında İhvan-ı Müslimin hareketi bu Selefi çizginin içinde kendine yer bulan bir harekettir. Vahhabilik’ten belli noktalarda ayrılır. Vahhabilik’teki zihniyette mesela tarikat düşmanlığı, tekke türbe düşmanlığı, bilat adı altında tarih düşmanlığı ön plana çıkarken, Müslüman Kardeşler biraz daha kucaklayıcı bir tarzda onlarla aralarına biraz mesafe koyarlar, fazla değil. Bu mesafe tasavvufa sıcak bakma noktasında ortaya çıkar. Burada söylemek istediğim husus, özü itibariyle Selefilik bir zihniyettir. Ne zaman ortaya çıktı? Selefiyye dediğimiz yapılanma biçiminin sosyolojik olarak ortaya çıkışı -her ne kadar kavram İbn Teymiyye tarafından kullanılıyor olsa da- Vahhabilik ile birliktedir. Çünkü Vahhabilik oluştuktan sonra İbn Teymiyye’nin fikirleri, Vahhabi zihniyeti şekillendirmiştir ve İbn Teymiyye’den Vahhabilik’e uzanan organik bağ yoktur. Ancak Vahhabiler bir kanca atarak İbn Teymiyye ile kendilerini irtibatlandırırlar ve böylece Selefiyye kavramı tüm Müslümanlarda var olan bir özlemle bütünleşir. Nedir bu özlem? Tüm Müslümanlarda var olan bir Asr-ı Saadet özlemi vardır. Tüm Müslümanlarda var olan bir erken dönem idealizasyonu vardır ve İslam’ın erken dönemde yaşandığı, hatta peygambere hadisler söyletiriz “benim ümmetimin en hayırlısı beni görenlerdir, sonra beni görenleri görenlerdir, beni görenleri görenleri görenleri görenlerdir”, bize bir şey kalmadı. Peygamberin böyle bir şeyi söylemesi, bakın iki şeyi lütfen birbirine karıştırmayalım: 1- Sahabe Kur’an’da övülmüştür doğrudur. Hangi sebeple? İslam’a hizmetlerinden dolayı. 2- Sahabenin içinde de bir hayli günahkâr insan vardır, zina eden de vardır, hırsızlık eden de vardır, daha ilginci Kur’an’a intikal eden bizim sahabe gözüyle baktığımız Kur’an’ın münafıklar dediği insanlar da vardır.
Gerçekten de İslam dünyası çok ciddi problemlerle karşı karşıya. Türkiye’nin dışında İslam dünyasının hemen her yerinde mezhep çatışması var ve fiilen yaşanıyor öyle ya da böyle. Türkiye’de mezhep çatışması çok şükür yok. Bana bir gazeteci sormuştu İslam dünyasındaki mezhep çatışmasıyla ilgili ne düşünüyorsunuz diye bir son cümle olarak bir ifade kullanmıştım: İslam dünyasında umarım bundan sonra ileri düzeye gitmez yani Sünni-Şii çatışmasına dönüşmez, ama mezhep çatışmasını önleyebilecek tek ülke Türkiye’dir, evet bu benim samimi kanaatımdır. Niye bunu söylüyorum, çünkü mezheplerin din olmadığı, yani şu konuşmayı sadece Türkiye’de yapabilirsiniz, yani şurada yaptığım konuşmayı samimi söylüyorum sadece Türkiye’de yapabilirsiniz, başka yerde bu konuşmayı yapamazsınız.
Ben İran’da beş altı sene önceydi uluslararası toplantıda bir tebliğ sundum. Tebliğimin konusu Kerbela’yı doğru okumaktı, tebliğe başlarken konuya girerken dedim ki mezhepler beşeri oluşumlardır, Sünnilik beşeri oluşumdur. Tarihçesinden anlattım. Şiilik de beşeri oluşumdur dedim; iş farklılaştı, susturun bu adamı demeye başladılar bana. Çünkü Türkiye’de bizim içinden geldiğimiz gelenek, bizim din anlayışımız ve bana göre Maturidilik’in sadece adı bile kalmış olsa Maturidi yapılanma mezhebi din gibi algılamayı biraz zorlaştırıyor, yani insanlara doğruyu söylediğinizde insanlar mezhebin din olmadığını biraz daha rahat anlayabiliyorlar, bunu önemsiyorum işin doğrusunu isterseniz.
İkincisi, Türkiye’de biz her ne kadar şu anda bize sağladığı avantajların farkında olmasak da laikliğin cumhuriyetin ve demokrasinin nimetini yaşıyoruz, açık konuşalım. Bu benim samimi kanaatım, yani cümlelerimin eğer ne anlama geldiğini daha iyi anlamak istiyorsanız web sayfamda “Türkiye’de Yaşanan Laiklikle İlgili Gerilim” diye bir makalem olacak sanıyorum, din-laiklik ilişkisi yani burada bu söylediğimi temelleriyle gerekçeleriyle yazdım çok net bir şekilde. Bizim ne İslam’dan vazgeçmemiz mümkün ne laiklikten demokrasiden vazgeçmemiz mümkün. Aslında İslam’ı biraz bilirsek, biraz Maturidi geleneğin azıcık farkında olabilirsek, İslam’da batı kafasından önce laikliğin köklerinin Müslüman gelenekte yattığını görebiliriz. Şaka etmiyorum, emin olun eğer Müslümanların birikimi olmasaydı, samimi kanaatım, batıda laiklikle sekülerleşmeyle ilgili bu süreçler belki bin sene sonra olurdu. Bu söylediğim çok net, yani biraz iddia kokuyor, ama ben Endülüs’ü okuyarak bu sonuca ulaştım. Hatta daha başka bir okuma tarzım da var. Eğer batı kafasında biraz rasyonel damarlar varsa tarihin köklerine gidin ve lütfen Paris’e kadar uzanan Atilla’yı ve Türk kültürünün o bölgedeki etkilerini biraz hatırlayın, bunları bugün söylemek biraz tuhaf ama yani bunları hatırlamakta fayda var. Onun için cümlemin içi dolu. Biz tüm İslam dünyasındaki mezhep çatışmasını önleyebiliriz. Bunun olabilmesi için bizim din konusunda bilgi sahibi olmamız birinci zorunluluk. Mezhebin din olmadığını, bir insanın Müslüman olması için herhangi bir mezhebe meşrebe bağlı olması gerekmediğini bilebilirsek, dinin ayrı bir şey siyasetin ayrı bir şey olduğunu görürsek ve daha önemli bir nokta tarihteki bütün mezhep çatışmalarının arka planında iktidar kavgası olduğunu bilirsek biz bu sorunu çözeriz. Bakın laiklikle irtibatı gördünüz mü, biz bu sorunu ancak o zaman çözeriz. Bunun için de bu söylediğim cümle ile ilgili hakikaten geçmişe gittiğinizde örnekleri çok rahatlıkla görebilirsiniz, içini doldurabilirsiniz.
Tarihte mezhep çatışması yaşanmamış mı, yaşanmış. Mesela böyle dediğim zaman hep deniliyor ki efendim Hanefiler ile Şafiiler hiç çatışmış mı? Evet çatışmış. Siz biliyor musunuz Mutezile dediğimiz mezhebin en önemli taşıyıcılarının Hanefîler olduğunu ve Mutezile’nin diğer mezheplerle çatıştığını? Bunları biz biliyoruz. Hanbelilik’in Mutezile ile çatışmadan sonra egemen olduğunu biliyor musunuz? Neler neler yani, o tarihî arka plana girersem çok fazla şey söylemek zorunda kalırım, sabrınızı da çok zorlamak istemiyorum.
Sonuç olarak diyorum ki, şu anda en ciddi problem Şiilik-Sünnilik çatışmasıdır ve bu Arapların meselesi değildir, Farsların meselesi değildir. Bu, kendini Türk hisseden insanların bana göre birinci derecede meselesidir. Meseleye bir buradan bakmamız gerekiyor. İki, İslam açısından bakıldığında İslam dünyasının her yerinde oluk oluk kan akıyor. Müslümanlar petrolün üzerinde oturuyorlar, ama açlığından kaba tabirle nefesi kokuyor Müslümanların, her taraf böyle. Bakın bilimde var mıyız, yokuz; sanatta var mıyız, yokuz; sporda var mıyız, yokuz.
Beşeri yaratıcılığın üç önemli zirvesi vardır: Bilim, sanat ve spor. Bu üçünde yoksanız siz yoksunuz demektir, ama insanlığın bize ihtiyacı var, insanlığın Türkiye’ye ihtiyacı var, insanlığın Türklere ihtiyacı var. Eğer biz de özne olabileceksek, Türkiye’nin kaderinin İslam dünyasının kaderi olduğu gerçeğini bilmek zorundayız. Eğer özne olmak gibi bir niyetimiz varsa o zaman yapmamız gereken ilk iş, tekrar aklın varlığını keşfetmek, aklı etkin kullanmanın Müslüman olmanın bize yüklediği bir sorumluluk olduğunun farkına varmak. Hemen akabinde yaratıcı yetilerimizi etkin kılmak. Bu da geçmişi doğru anlamakla mümkün, geçmişi iyi anlarsak mezhep çatışmalarının sebebinin siyaset olduğunu, iktidar hissi olduğunu görürsek o zaman dinin siyasî ihtirasları meşrulaştırmaması gerektiğini açık seçik görebilir ve bu insanlara anlatabiliriz. Bunu yaptığımız gün, din siyasîlerin elinde oyuncak olmaktan çıkar, din de özgürleşir Müslüman insan da özgürleşir ve Müslüman insan özne olma yolunda ciddi bir mesafe kat eder. Ama bunun için de aklın keşfedilmesi, bilginin bilimin ön plana çıkarılması ve din-siyaset ilişkisinin çözümlenmesi gerekir. İslam dini, siyasi meseleleri insana bırakan bir dindir. Bunu anlarsak mezhep çatışmasını minimize ederiz. Eğer hamakata yani en derin ahmaklığa batmamış isek… Teşekkür ediyorum.