Yükleniyor...
“Müslümanlar kalitenin neresinde” yazısının ikinci bölümüdür.
İnsanların ve toplumların sürdürdükleri yaşantının İslâmî ve insanî kalite ile bağdaşmama durumunun farkında olmamaları ve bunu değiştirmek istememeleri kalitesizliği artırır. Bunun sebepleri cehalet, tembellik, kendine aşırı güven, geçmişi kutsama, her şeye rağmen mevcut ahvalden memnuniyet ve geleceğe dair ümitsizliktir. İslam dünyasının içinde bulunduğu durum tam da budur. İnsanın ölümcül hasta olmasına rağmen hasta olduğunu kabullenmemesi gibi kalitenin belki de en büyük düşmanı budur. İnsanlar ve toplumlar ancak içinde bulundukları yaşantıdan hoşnutsuz olunca kendilerini değiştirmeye karar verirler. Bütün büyük değişmeler, reformlar ve devrimler böyle gerçekleşmiştir. Memnuniyetsizlik ne kadar büyükse tepki de o derecede şiddetlidir.
Kalitenin diğer düşmanları tembellik, işin kolayına kaçma, hedefleri ve standartları düşük tutma, liyakatsizlik, adaletsizlik, işi ehline vermeme, adam kayırmacılık, rüşvet, ideolojik körlük, her şeyi ben bilirim, her şey benden sorulur, her şeyin en iyisini sadece ben yaparım anlayışıdır. Sözün burasında Buhari’de yer alan “İşi ehline vermediğiniz zaman kıyametin kopmasını bekleyiniz” hadisinin konumuz açısından önemini gözler önüne sermek isabetli olacaktır. Yakın zamana kadar meşhur kozmolojik kıyametin alametlerinden biri olarak kabul edilen bu hadisin gerçek anlamı sosyolojik, ekonomik, siyasi kıyamettir, diğer bir deyişle adaletsizliğin, liyakatsizliğin, hak yemenin, bilim ve hakikat düşmanlığının, yani kalitesiz insanların ve kalitesiz işlerin ağır şekilde cezalandırılmasıdır. Müslümanların bu konuda da hangi konumda olduğunu anlamak için İslam ülkelerinde eksik olmayan felaketlere, savaşlara, iç karışıklıklara, huzursuzluğa, katliamlara, göçlere, açlık dolayısıyla ölümlere, yoksulluğa ve yolsuzluğa bakmak kâfidir. İslâm dini insanın hırslı olmasına hoş nazarla bakmasa da “iyilikte yarışınız” ve “yarıştıkça yarışanlara ant olsun” (Nâzia. 1-5) türünden ayetlerin olduğu da malumdur. Aynı şekilde, “iki günü birbirine denk olan ziyandadır” hadisini de hatırlatmak yerinde olur. İyilikte, güzellikte, hayır hasenatta ve bilimsel konularda yarışmak elbette insanlığın hayat kalitesini yükseltecektir. Bu yüzden de dinin bunu teşvik etmesinden daha tabii bir şey olamaz.
Kalite konusunda diğer bir gerçek de insanların kaliteli işlerle, eserlerle, kurumlarla ve şahsiyetlerle karşılaşmaları ve bunlardan kendileri için ders çıkarmaları halinde seviyenin yükselmesidir. Bu durum insanın görgü zenginliği, merak etme duygusu ve zaaflarının tesiri altında kalmadan kendisini geliştirme iradesiyle doğru orantılıdır. Bu konuda Şirazlı Sadi’nin Gülistan isimli eserinde güzel bir hikâye anlatılır: Adamın biri bir gün hamama gider. Hamamcı ona yıkanması için bir kavanozun içinde bir miktar kil verir. Adam kavanozun kapağını açınca etrafa mis gibi gül kokusunun yayıldığını hisseder ve hayran kalır. Adamın kile bunun sebebini sorması üzerine kil dile gelerek “Ben bir zaman bir gül ile arkadaş olmuştum, bu koku oradan geliyor” der[1].
İnsan kalitesi, aklî melekeleri en üst seviyede kullanma yeteneği yanında duyguları da yerli yerinde ve etkili bir şekilde kullanma becerisi ister. Bir ilim ve fikir adamının bilgili ve mütecessis olması kadar dürüst, cesur, dayanıklı, zaaflardan arınmış ve şahsiyetli olması da şarttır. Medeniyetler ancak böyle kaliteli devlet, ilim, fikir, hukuk ve sanat adamları sayesinde yücelmiştir. “Yolsuzluk hırsızlık sayılmaz” diyecek kadar hür iradesini siyasetin güdümüne terk etmiş olan bir idareci hiçbir alanda medeniyete katkı sağlayamaz. Oysa İmam-ı Azam ile Halife Mansur arasında geçen bir olay ilim adamı-siyaset ilişkisi yanında alimlerin sahip olması gereken vasıfları da gözler önüne sermesi bakımından çok anlamlıdır: “Halife Mansur’un, eşleri arasında adalet sağlamaması ve kendisinden yüz çevirmesi yüzünden bir eşi Halife’den şikâyetçi oldu ve onun adalet üzere hareket etmesini istedi. İkisi de Ebu Hanife’nin hakemliğini kabul ederek mahkemeye çıktılar. İki tarafı da dinledikten sonra Ebu Hanife Halife Mansur’a: ‘Dört kadınla evlilik ancak eşler arasında adalet sağlayanlar içindir, oysa sen eşler arasında adalet sağlayamamışsın’ dedi. Ebu Mansur bu hüküm karşısında söyleyecek söz bulamadı. Eve vardığı zaman Mansur’un bu eşi hizmetçisi vasıtasıyla Ebu Hanife’ye hediyeler gönderdi. Ebu Hanife ‘Ona selam söyle ve de ki: ‘Ben dinî vazifemi yaptım. Hakkı müdafaa ettim. Bunu Allah için yaptım, dünyalık da arzu etmedim’ diyerek hediyeleri geri çevirdi”[2].
İnsan kalitesini yükseltmenin en kestirme ve etkin yolu çocuklarımızın hakkaniyet, adalet, onur ve vicdan kavramlarını hayatlarına nakşetmelerini sağlamaktır. Bir kimse daha delikanlılık çağlarından itibaren “Bu küfürlü söz, çirkin davranış, tembellik, aylaklık, serkeşlik, haksız kazanç bana (ve aileme, câmiama) yakışmaz” diyebiliyorsa o ülke geleceğe güvenle bakabilir. Zaten Hz. Peygamber de olumlu davranışların temelinde böyle bir evrensel duygunun olduğunu “Utanmadıktan sonra istediğini yap”[3] ve “Haya imandandır”[4] hadisleri ile belgelemiştir. Özellikle günümüz Müslümanlarının yaşantılarını bu açıdan değerlendirecek olursak karşılaşacağımız tabloyu herkes az çok tahmin edebilir. Dinle ilgisi olmadığını söyleyen kimselerin Müslümanların çoğundan daha dürüst, daha çalışkan ve daha düzenli olması gerçeğini yukarıda verdiğimiz evrensel ahlak ilkesini hayatlarına ve işlerine işlemiş olmalarıdır.
Kalitenin maksadını belirleyip, standartlarını koyduktan sonra onu korumak da kalitenin kalitesi açısından şarttır. Bunu yapacak olan kimseler, kurumlar, komisyonlar ve jüriler, kaliteyi en kutsal değer olarak görmek ve taviz vermemek zorundadır. Bu konuda özellikle hakimler kurulu, mal alım ve iş kabul komisyonları ile bilimsel jüriler büyük vebal altındadır. Eğer kötü bir tez, jüri üyelerinin ilgisizliği, bilgisizliği, acıma duygusu, menfaat beklentisi ve korkaklığı sebebiyle kabul edilmişse bunda en büyük günah adayın kendisine değil, jüriye aittir. Zira son karar mercii onlardır.
Kuran’ın en hassas olduğu nokta müminlerin sağlam ve saf bir imana erişmesidir. Böyle bir imanda şüpheye, taklitçiliğe, menfaate, dönekliğe, ikiyüzlülüğe, gösterişe ve Allah’ın adını başka bir şeye alet etmeye asla yer yoktur. Bu ise kaliteli imanın ta kendisidir. Bunun içindir ki Maide suresinde belirtildiği üzere münafıklar hakkındaki ihtarlar ve azap ikazları kâfirler hakkında olanlardan daha şiddetlidir.
60) De ki: “Size haber vereyim mi?
Allah katında cezası daha ağır olan bir şeyi:
O, Allah’ın lânetlediği, gazap ettiği,
aralarından domuzlar, maymunlar
ve şeytanperestler çıkaran bir toplumdur.
İşte bunların durumu daha vahimdir
ve daha sapık kimselerdir bunlar.
61) Yanınıza küfürle girip, küfürle çıktıkları halde,
size geldiklerinde “inandık” derler.
(Oysa) Allah, gizlediklerini çok iyi bilmektedir.
Yine bunun gibi Kuran’a göre, gerçek iman Allah’ın cemalini dilemek dışında hiçbir karşılık beklemeden elde edilen imandır. Ayetlerde bunun için kullanılan kavram olan “vech”i, “yüz” yani “cemal” ve “zat” olarak anlayabiliriz. Bazı meal yazarları ve tefsirciler “Allah’ın veçhi”ni “Allah’ın rızası” olarak tercüme ederler. Oysa rızada bile bir beklenti, menfaat vardır. Elbette “cennetteki hurileri” talep ederek yapılan imana ve ibadete göre “rızayı dilemek” de ileri bir aşamadır. Ama insan idrakinin ve lügatin sınırları dâhilinde “vech”ten (cemalden) daha aşkın, yüce ve soyut bir kavram ve maksat da gösterilemez.
Böyle bir iman en az Allah’ın kendi zatı ve varlığı kadar soyut, aşkın ve ulvidir. Bu yönüyle böyle bir imanı ancak hiçbir karşılık beklemeden duyulan ve en derin hisle ifade edilen deruni aşk ile karşılaştırabiliriz. Zaten Allah’ın şanına yakışan iman da insanın en büyük iki hazinesi olan aklın ve gönlün mutlak koordinesi ve iş birliğiyle elde edilen böylesine kaliteli bir imandır. İman gibi, ibadetlerin, duaların ve salih amellerin de gayesinin cennet beklentisi ve cehennem korkusu değil, doğrudan doğruya Allah’ın cemali olduğunu işaret eden ayetler bulunmakta olup birkaç tanesi şöyledir:
Sırf Rab’lerinin cemâlini dileyerek, sabah akşam
O’na dua edenleri kovma huzurundan. (Enam, 52.)
Onlar, Rablerinin cemâline kavuşmak için
(her zorluğa) katlanırlar.
Namazı dosdoğru, devamlı kılarlar.
Kendilerine verdiğimiz rızıktan
gizli veya âşikâr hayır işler, kötülüğü savarlar.
İşte bunlardır bunlar,
dünya yurdunun neticesini kazananlar. (Ra’d, 22)
Sabah akşam sırf cemâlini dileyerek Rablerinin
dua edenlerle birlikte sen de sabret cânu gönülden. (Kehf, 28)
Öyleyse hakkını ver (herkesin)
akrabanın, yoksulun, yolda kalmışın.
Bu çok daha hayırlıdır
Allah’ın cemâlini isteyenler için.
İşte bunlar, tâ kendileridir ermişlerin.
Mallarda artış olsun diye verdiğiniz fâiz,
Allah katında (bilin ki asla) artmaz.
Allah’ın cemâlini dileyerek verdiğiniz zekât
işte asıl katlayıp artıran şey budur, fakat. (Rum, 38-39)
Ve şöyle derler:
“Biz sırf Allah’ın cemâli için yediriyoruz.
Sizden ne bir karşılık, ne teşekkür bekliyoruz. (İnsan, 9)
Onlar ne bir nimet, ne de bir karşılık umarlar
Yüce Rabbinin cemâli için vermiştir ancak. (Leyl, 19-20)
Dikkat edilirse bu ayetlerin hiçbirinde imanın ve ibadetin gayesi cennet ve cennetteki huri, şarap, meyve gibi şeyleri elde etmek, ya da cehennem ateşinden korunmak değildir. Çünkü bunlar kaliteli imanın sebebi değil, sonucudur. Asıl maksat aklımızı, kalbimizi, zevklerimizi, sezgilerimizi “selim” hale getirerek kullanmaktır. Böyle bir en üst seviyedeki akli ve ruhi yetkinlik ise sırf bilim için bilim, sanat için sanat, aşk için aşk, şiir için şiir gibi hem Allah, hem de toplum açısından en üst seviyede kaliteli entelektüel faaliyet demektir.
İmanda kalitenin esas olduğunu gösteren bu tür ifadeler yanında daha öz terimler ve kavramlar da vardır. Bunların başında “takva” (muttakîn), “haşyet” (hâşiûn), “ihlas” (muhlisûn) ve “ihsan” (muhsinûn) gelir. Sırasıyla “kendi canını korkulan şeylerden sakınmak”, “saygıyla karışık sevginin yoğurduğu korku hali, bilinçli korku”, “içinde yabancı unsur olmamak, içtenlikle bağlı olmak”, “başkalarına iyilik yapmak, kişinin işinde mevcut olan iyilik” anlamlarına gelen bu kelimeler Kuran’da mastar ve parantez içinde verdiğimiz halleriyle ism-i fail olarak pek çok yerde geçmektedir. Bunlara ilave olarak “Ey iman edenler, iman ediniz” (4. Nisa, 136) diye başlayan ve muhatabı inanmayanlar veya başka din mensupları değil de doğrudan doğruya müminler olan ayeti de tam, bilinçli ve samimi iman olarak anlamak gerekir.
Kaliteli imanın ne olması gerektiğini bildiren ayet (Enfal, 2) gerçek müminlerin, Allah’ın adı anıldığı zaman kalpleri (sevgiyle ve saygıyla) titreyen kimseler olduğunu haber vermektedir.
Ancak o kimsedir ki mü’min bir insan,
Allah’ın adı anılsa her ne zaman,
titrer yüreği (sevgiden, saygıdan).
Ve karşılarında âyetleri okununca O’nun,
bu, onların imanlarını artırır ancak
yalnızca Rablerine güvenip dayanarak.
Böyle bir kalp, katılaşmış, duygusuz bir kalp değil, sevgiyle ve güzellikle cilalanmış, Allah’a olduğu kadar insanlara ve eşyaya karşı da sevgiyle, sorumluluk bilinciyle, hoşgörüyle ve güzellikle yaklaşan kalptir. Nitekim Ebu Hanife “bir kimse kasten günah işlese bile kâfir olmaz” şeklindeki fetvasını böyle bir anlayışla vermiştir[5]. Kuran böyle derken, İmamı Azam dini bu şekilde yorumlarken yolda kendi halinde giden bir sahabeyi durdurup imanını sorguladıktan sonra “koltuğunun altındaki Kuran senin katlini emrediyor” diyerek kendisini ve hamile eşini koyun boğazlar gibi boğazlayan Haricî-Selefilere[6] ve başta Afganistan, Suriye ve Irak olmak üzere yüzbinlerce insanı katleden günümüzdeki Selefileri İslam adına destekleyenlere ne demeli? Bundan da anlaşılıyor ki kaliteli imanın diğer bir özelliği de başta doğruluk, dürüstlük, adalet, sevgi, cömertlik olmak üzere güzel ahlakla bütünleşmesidir.
İbadetlerde kalitenin baş şartı da dini sadece Allah’a has kılarak ibadet etmektir. Böyle bir durumda dünyaya ve ahirete yönelik menfaat beklentisi yok, sadece Allah’ın veçhi vardır. Yukarıda verdiğimiz ayetlerde açıkça belirtildiği üzere imanda olduğu gibi ibadette ve hasenatta yani iyiliklerde de maksat aynıdır, yani Allah’a duyulan katıksız imanın ve sevginin ifadesi. Böyle bir ibadet ancak, böyle bir iman ve insan sevgisiyle, güzel ahlakla mümkün olabilir. İsâm’da ibadet deyince akla ilk gelen tapınma namaz olduğu için makale çerçevesinde olan yazımızda konuyu sadece namaz üzerinden değerlendireceğiz.
Kuran’da namazın hem şekilsel hem de manevi ve sosyal kalitesi ile ilgili ayetler bulmak mümkündür. Onun kıyam, kıraat, rükû, secde gibi şekilsel yönü hakkındaki ayetler hem azdır, hem de çok sıkı kurallar içermez. Bu konudaki tek ölçü galiba “akîmuu’s-salat”tan, yani namazı Peygamber’in kıldığı şekilde devamlı, dosdoğru, sağlam, vakur ve erkânına uygun bir biçimde kılınız formülünden ibarettir. Bu durumda gönülsüz, gayriciddi, abus bir çehreyle, pis kıyafetlerle ve özellikle teravih namazlarında gördüğümüz şekilde hız yarışına ve ritüele kurban edilmiş, göze ve ruha hoş gelmeyecek tarzda kılınan namazlarda şekilsel kaliteden bahsedilemez. Zaten İmam Gazzali ve Şah Veliyüddin Dihlevi gibi bazı âlimler namazın kalp huzuru, tazim, şükran ve huşu boyutuna bilhassa dikkat çekmişlerdir. Müslümanların bu en yaygın ve gözde ibadetinin Allah ve kul nazarındaki değerinin ne olduğunu anlamak için, Cuma gibi toplu olarak kılınan namazlardan sonra camiden çıkan insanların simalarına, bakışlarına, hal ve hareketlerine göz atmak yeterli olacaktır. Aslında bu durum, Hac ibadetinde bilhassa tavaf ve şeytan taşlama sırasındaki yaşanan izdihamlardan, ceberrut hal ve hareketlerden çok da farklı değildir.
“Aşk Dini” isimli kitabımızda “iki sevgilinin buluşması” olarak gördüğümüz namaz ibadetinin manevi ve sosyal boyutu hakkında Kuran’da çok daha fazla ayet ve açıklama mevcuttur. Bu vaziyet, namazın bu boyutunun diğerinden daha öncelikli olduğunu göstermek için karine teşkil edebilir. Bu deliller arasında namazı güzel ahlakla, cömertlikle, insan sevgisiyle, şefkatiyle, adaletle, hakkı cesaretle savunmayla, doğru sözlülükle ilişkilendiren Mearic ve Maun surelerinde geçen ayetlerin yeri çok özeldir:
23) Öyle namaz kılanlar ki namazlarında dâimdirler.
24) Öyle namaz kılanlar ki mallarından verirler.
25) İsteyenlere ve yoksullara yedirirler.
26) O namaz kılanlar ki Âhiret gününü edip tasdik,
27) Rab’lerinin azabından çekinirler.
28) Çünkü Rab’lerinin azabından olunmaz emin.
32) O namaz kılanlar emanetlerine sadık, sözlerinin eridir.
33) Onlar şâhitliklerinde doğrunun yâridir
34) ve onlar namazlarını hakkıyla kılanlardır
35) işte bunlar cennetlerde ikrama gark olanlardır (Meâric, 23-28; 32-35).
1) Şu dini tekzip edeni gördün değil mi?
2) Hani şu itip kakan, hor gören yetimi
3) ve doyurmaktan hoşlanmayan miskini
4) Böyle namaz kılanlara vah olsun, eyvah olsun.
5) Zira onlar ruhundan uzaktırlar namazın, salatın
6) Ne güvenilir özlerine, sözlerine bunların.
7) Ne de verilmesini isterler verginin zekâtın (Mâun, 1-7).
Allah katında şüphesiz kaliteli ve makbul namaz insanı edepsizliklerden ve kötülüklerden uzak tutan namazdır (29 Ankebut, 45). Diğer bir deyişle namaz ancak ahlaki ve toplumsal sorumluluğumuzu yerine getirdiğimiz zaman bir anlam kazanır. Tıpkı sıfır rakamı ne kadar çok olursa olsun, önünde 1 veya daha büyük bir rakam olmadıkça herhangi bir değer ifade etmemesi gibi, namaz da ancak ticari veya siyasi gösterişe alet edilmediği sürece, saf bir iman ve güzel bir ahlak sayesinde kaliteli ve makbul namaz olur. Aynı zamanda kaliteli namaz, onun ilahi bir emir olmasının ötesine geçilerek mutlu olmak ve sürur bulmak için kılınan namazdır. Hint dinlerinin bedensel ibadetinden başka bir şey olmayan yoga ve meditasyon bile mensupları tarafından böyle bir ruh haliyle icra ediliyor. Bir ibadetin buyruk olduğu ve cehennem ateşinden korunmak için yapılması gerekliliğinin her fırsatta tekrarlanması ise onun yeterince içselleştirilmesini engellemiştir.
Namazın özüne vurgu yapmak onun şeklini önemsizleştirmek anlamına gelmez. Edep, erkân, sevgi ve toplumsal sorumluluk bilinciyle bütünleşmiş, içtenlikle, huşu ve takvayla, ruh sükûnetiyle kılınan namaz makbul bir ibadet olduğu kadar da estetik bir olaydır. Bu cihetle namaz ibadeti Tanrı ve kulun, yani iki sevgilinin buluşmasıdır. Bu sebeple de ibadetlerin zirvesidir. Kuran’da müminlere tavsiye edilen “yakîn gelinceye kadar namaz kılınız” ya da “namazlarınızı yakîn gelecek şekilde kılınız” (15. Hicr, 99) tavsiyesinin anlamı budur. Burada geçen “yakîn” kelimesini “ölüm” “ömür boyu”, “mahviyet”, anlamı vermek yanında “ilmel yakîn”, “aynel yakîn” kelimelerinde olduğu gibi “hiçbir şüphenin bulunmadığı halis, huzura ermiş bir ruh ve bedenle yapılan ibadet” anlamı vermek daha uygun olur. Fakat bunlara riayet etmeden üstelik gösteriş, mevki, makam, menfaat temini maksadıyla kılınan ve bilerek, planlayarak taammüden kitle iletişim araçlarında paylaşılan namaz müminin namazı olamaz. Yukarıda meallerini verdiğimiz ayetlerden çıkan mana budur. Kuran’ın istediği kalp rikkatine ve ahlak güzelliğine ermiş insan bünyesinin asaletli teslimiyetinin ifadesi olan kıyam, kıraat, rükû ve secdeyle kılınan namaz ise melekleri dahi kıskandıran kaliteli ve estetik bir namazdır. Din, bazı acil hallerde namazı binek vasıtalarında oturarak veya işaretle namaz kılmaya müsaade ettiği halde, Avrupa şehirlerinde zaman zaman görülen tramvayı durdurarak tramvayın önünde namaz kılma olayları ise insanları dinden ve namazdan nefret ettirmekten başka bir işe yaramayacak provakatif eylemlerdir. Teravih namazını daha hızlı kıldırmak için saatle ve birbiriyle yarışan “jet imamlar”ın yaptığı şey de kelimenin en hafif şekliyle namazı “oyuncak” haline getirmektir. Elbette gayesinden uzaklaşmış bu tür kalitesiz hareketlerin “ibadet” olarak adlandırılması ve insanları günahlardan uzaklaştırması beklenemez. İşte Müslümanların en büyük yanılgılarından biri de ibadet yaptıklarını zannettikleri halde gerçekte ibadet etmemeleridir. Çünkü yapılan hareketler ve davranışlar Kuran’ın koyduğu standartlara uygun değildir.
Beşerî ilişkilerde kalite doğrudan doğruya dürüst, güvenilir, sözünün eri, fedakâr, hoşgörülü olma, insanlara sevgi ve saygıyla yaklaşma ile mümkündür. Buna bir de temizlik ve güzelliği eklemek icap eder. Bunların toplamı ise güzel ahlak demektir. Kuran’da Hz. Peygamber’in “yüksek bir ahlak üzere” olduğu belirtilmiş (68. Kalem, 4), zaten O da “ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” demiştir. Kuran’da iman konusundan sonra en çok yer alan tavsiyeler, uyarılar, emirler ahlak üzerinedir. Hatta imanın samimiyet ve dürüstlük yönü dahi ahlakî bir meseledir. Günlük ilişkilerinde yalancılığı ve sahtekârlığı alışkanlık haline getiren bir kimsenin “iman ettim” demesi ne kadar güven verici olabilir? En iyi Müslüman, imanının, ibadetinin ve ahlakının kalitesini beşerî ilişkilerinde olduğu gibi yansıtan insandır. Peygamberin “insanların hayırlısı, insanlara faydası dokunandır”[7] ve “Ne mutlu o insana ki, yaptığı işi en iyi yapar” demiş ve kendi hayatında da oğlunun mezar çukurunda gördüğü bir kazılış hatasını “ölüye bir zararı veya faydası olmaz ama sağ olanların gözleri ondan rahatsız oluyor” diye düzelttirecek kadar onun takipçisi olmuştur[8].
Müslümanların, böyle bir ahlak anlayışına dayalı kaliteli ilişkinin neresinde olduğunu anlamak için Müslüman devletlerin, halkların ve şahısların birbirleriyle ilişkilerinin mahiyetini enine boyuna örnekleriyle incelemeye gerek yoktur. Radyo, televizyon ve gazete haberlerinin başlıklarına bakmak, siyasilerin konuşmalarını (eğer kulağımızı kapatmadan dinleyebiliyorsak) dinlemek, devletler arasında yaşanan savaşları, gerilimleri ve sefaletleri hatırlamak bunun için yeterli olacaktır. Eğer mutlaka rakamlara dayalı istatistik isteniyorsa Dünya İslamilik İstatistiği Islamicity Indices’in web sayfasına bakılabilir[9].
Kalitesiz beşerî ilişkilerin en belirgin yansıması kadın-erkek ilişkilerinde karşımıza çıkıyor. Kadını hor görmek, mirasta, şahitlikte geri plana itmek her zaman problem olmuştur. Oysa bu husustaki ayetleri Allah’ın adalete, bilgiye, liyakate ve haksızlığa uğramamaya daha büyük değer verdiği gerçeğinden hareketle yorumlarsak meseleleri kendi şartları içinde rahatlıkla çözebiliriz.
Kadın erkek ilişkilerinde kadını Bakara suresinin 223. âyetine dayanarak “tarla” (hars) gibi olumsuz, edilgen ve hatta aşağılanmış bir varlık olarak mütalaa etmek de Müslümanların çirkin hatalarındandır. Halbuki ayetin devamı böyle olumsuz ve kaba düşünceye imkân vermez. Şunu bilmek gerekir ki kadın erkek için neyse erkek de kadın için odur. Bu eşitlik ve karşılıklılık esası nikâhta sadece erkeğin değil, her iki tarafın birden rızasının alınmasıyla tahakkuk eder. Bu durum, iki taraf arasındaki bütün münasebetlerde aynıdır. Bu sebeple eşler arasında karşılıklı sevgi, saygı, güzellik, güzelce faydalanma ve bereket esas ise kadın erkek için, erkek de kadın için “hars”tır, yani nice güzelliklerin birlikte gerçekleştirileceği arazidir.
Sonuç olarak Müslümanlar en başta İslâm’ın ve insanın varlık sebebinin ve maksadının ne olduğunu algılama konusunda ciddi kalite sorunları ile karşı karşıyadır. Dini sevgi, akıl ve güzellik esasları çerçevesinde kültür ve medeniyet yaratmak için gönderilmiş ilahi bir proje olarak algılamayan İslâm dünyasının iman ve ibadet dâhil hiçbir alanda kaliteyi elde etmesi mümkün değildir.
[1] Sadî-i Şirazî, Gülistan (Çeviren Kilisli Rifat Bilge), İstanbul, 1980, s. 312.
[2] Muhammed Ebu Zehra, Ebu Hanife (Çeviren Osman Keskioğlu), Ankara, 1999, s. 51.
[3] Buhârî, Enbiyâ 54, Edeb 78.
[4] Buhari, İman, 16.
[5] Muhammed Ebu Zehra, Ebu Hanife (Çeviren Osman Keskioğlu), Ankara, 1999, s. 202.
[6] Taha Akyol, Hâricîlik ve Şia, İstanbul, 1988, s. 13-16.
[7] A. Himmet Berki, 250 Hadis, Ankara, 1974, 152. Hadis.
[8] Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, İstanbul, 1969, s. 60.
[9] https://islamicity-index.org/wp/latest-indices-2020/ 2 Haziran 2022 tarihinde görüldü.