Yükleniyor...
“Halk iyi olursa bey de iyi olur.” (Yusuf Has Hacip)
“Yuvarlak taşla bina yapılmaz.” (Türk atasözü)
Türkiye gibi ileri medeniyet seviyesine erişememiş olan devletlerin en büyük sorunlarından biri de meseleleri köklü ve kalıcı tedbirlerle çözecek yerde sığ ve kısır bakış açısıyla günü kurtaracak, seçim kazanacak türden çözümlemeye çalışmaları ve bunu yaparken daha da büyük yıkımlara sebep olmalarıdır. Bu sebeple böyle ülkelerde problemler üst üste yığılır ve başka problemler üretir veya tetiklerler. Çünkü ufuksuzluğun, parti ve şahsi çıkar önceliğinin ve zihin tembelliğinin bundan başka yapabileceği bir şey yoktur. Gelişmişliğin en büyük dayanağı olan ahlak kalitesini yükseltmek kimsenin pek farkına varmadığı veya önemsemediği böyle bir problemdir. Oysa ki Türkiye gibi ülkelerin en büyük meselesi ne ekonomi ne bölücülük ne de başka bir şeydir, fakat onları da belirleyen ahlaktır. Özellikle de iş, ticaret ve siyaset ahlakıdır. Buna rağmen şimdiye kadar hiçbir hükumetin, siyasi partinin veya sivil toplum kuruluşunun bu tür bir gündemi olmamıştır. Hükumetlerin bu alanda en fazla yaptığı şey “manevi kalkınmayı sağlamak”, “din eğitimini yaygınlaştırmak”, “eğitimin kalitesini yükseltmek” için üniversitelerin sayısını artırarak bütün lise mezunlarını bir üniversiteye yerleştirmektir. İşin en kötü tarafı ise “ahlak” kavramını adalet, sevgi, güven, samimiyet, saygı, hakkaniyet, dürüstlük, çalışmak, temizlik ve empati gibi belirleyici üst ve temel kavramlardan soyutlayarak cinsellik konusuna hasretmektir. Özellikle günümüzde toplumumuzun belli bir kesiminde ahlak kavramından anlaşılan budur. Oysa ekonominin bile temeli “güven” ve “hakkaniyet”tir.
Ahlak ve kalite probleminin kendisini en çok hissettirdiği alan zannedilenin aksine sokak değil politikadır. Bu sadece seçilenler ve yönetenler açısından değil, seçmenleri, daha doğrusu ülkenin tüm bireyleri açısından da böyledir. Ahlak zafiyetinin sonuçlarından biri de kaht-ı rical, yani adam kıtlığıdır. Aslında Türkiye gibi çağdaş medeniyet ile olumlu ilişkiler kurmada belli mesafeler kat eden ülkelerde her alanda zeki, akıllı, namuslu, dürüst, çalışkan ve donanımlı insanlar olsa da bunlar, hakları olan mevki ve makama gelememekte ve düzgün çalışmalarına imkân ve fırsat verilmemektedir. Yeterli hafızaya, vicdana ve gözlem gücüne sahip herkes için Türk siyasi hayatında bunun sayısız örnekleri mevcuttur.
Bu “adam kıtlığı” sözüyle, hem meslekte ve işte bilgili ve donanımlı kimselerin, hem de düzgün ahlak ve karakter sahibi insanların noksanlığını kastettiğimiz açıktır. Gerçekten de bütün geri ve suç oranı yüksek toplumlarda, düzgün iş ahlakına sahip insanların değil, cahil, dar görüşlü, bencil, her türlü ihtirasın akla ve vicdana hâkim olduğu kimselerin söz sahibi olduğu görülür. Esasen demokrat ruha sahip olmayan kişisel çıkarlarını ön planda tutan siyasiler akıllı ve fazilet sahibi kimselerle çalışmak istemezler. Bu sebeple bu özelliğe sahip olan idareciler, bürokratlar, teknokratlar ve akademisyenler ön plana çıkmaz veya çıkmak istemez, kabuklarına çekilirler. Adam kıtlığının diğer bir sebebi de budur. Bu, sadece günümüzde değil, tarihin her döneminde, her kültüründe ve yerkürenin her tarafında böyledir. İlerlemenin birinci şartının, toplumların derin düşünceli, bilgili ve erdemli kimseler tarafından yönetilmesi gerektiğinin, fizik kanunları ve doğa yasaları gibi evrensel bir ilke olduğu gerçeği, totaliter ve ideolojik toplumlarda asla dikkate alınmaz.
İdealist bakış açısından yapılması gereken en acil iş, ahlaklı insanların sayısını çoğaltmak ve onları toplumun her katmanında etkili konuma getirmektir. Diğer bir deyişle toplumun kumaşının kalitesini yükseltmek Türk eğitim sisteminin en birinci görevi olmalıdır. Eğer kumaş sağlam ve güzel değilse terzi ne kadar usta olursa olsun (ki çoğu zaman terzinin ustalığı da şüphelidir ya!), güzel elbise dikme konusunda yapabileceği fazla bir şey yoktur. Bu ise camilerdeki vaazlarla ve okullarda Din ve Ahlak Bilgisi dersleri sayesinde gerçekleştirilemez. Din adamları ve din adına konuşan siyasiler ahlak ve fazilet konusunda örnek rol model olma vasfına sahip değilseler bunların hiçbirinin kıymeti harbiyesi yoktur. Nitekim kuru kuruya vaazların ve buyurgan nasihatlerin; içi boşaltılmış, hayat ve doğa kanunları ile barışık olmayan afaki din eğitiminin ahlak eğitimi konusunda faydadan çok zarar getirdiği son yıllarda daha iyi görülmüştür. İslâm ülkelerinde bu kadar din eğitimine rağmen, Kuran ahlakıyla bağdaşmayacak biçimde yalancılık, iki yüzlülük, çıkarcılık, bana necilik, fırsatçılık, adam kayırmacılık, döneklik, utanmazlık, rüşvetçilik, kibir, bencillik, kindarlık, acımasızlık, görgüsüzlük, dalkavukluk, saldırganlık, onursuzluk türünden her türlü sıfatlara sahip insanların sayısının gittikçe artması, üzerinde ciddi şekilde düşünülmesi gereken bir konudur[1]. Evlenme yaşına gelmiş gençlerin “uygun eş adayı” bulamamasının temelinde bile bu vardır. Dolayısıyla, Türkiye’nin asıl güvenlik sorunu; günlük hayatı, asayişi, aile yapısını, ruh ve beden sağlığını, eğitimini, üretimini doğrudan etkileyen bu ahlak zafiyetidir. Bundan kurtulmanın en etkin yolu ise çocuk eğitim seferberliği başlatmaktır. Büyük emek ve parayla gerçekleştirilecek böyle bir proje meyvesini yirmi-yirmi beş yılda verse de, ülkenin selameti için tek çaredir.
Yazımızın başında ifade ettiğimiz tespitten hareketle sorunun kökenine inecek olursak, ahlak bunalımımızın temelinin çocuk yetiştirme kültürümüze dayandığını söylemek zor olmaz. İleri ülkelerde çocukların ağladığı nadiren görüldüğü hâlde, geri toplumlarda özellikle marketlerde AVM’lerde ve sokaklarda çocukların isteklerini elde etmek için tepinerek yırtınırcasına ağlamaları, aslında onların anne babalarından önce pedagoglarımızı, öğretmenlerimizi, din adamlarımızı ve yüksek seviyeli yöneticilerimizi düşündürmelidir. Gerçekten bizim de bizzat yerinde şahit olduğumuz üzere “Eğer Avrupa ülkelerinde ağlayan bir çocuk işitirseniz bu mutlaka Orta Doğu ülkelerinin çocuğudur. Çünkü Avrupalı çocuklar ağlamaz.” sözü gerçeğin tespitidir ve yarının yöneticilerinin, iş ve bilim adamlarının ruh ve davranış hâlini gösteren güzel bir veridir. Pedagoglara göre insan şahsiyetinin, ilk dört veya altı yaşına kadar oluştuğunu, bundan sonra kolay kolay değişmediğini dikkate alırsak sözlerimiz daha iyi anlaşılacaktır. Bu durumda, yapılması gereken şey, 0-6 yaş arasındaki dönem çocuklarının aile içinde ve dışında sağlam karakter sahibi ahlaklı insanlar olmasını sağlayacak şekilde eğitilmesini sağlamaktır. Bu eğitim kesinlikle sevgiye, akla ve empatiye dayanmalıdır.
Çevremizde yapacağımız gözlemler, çocuk gelişimiyle ilgili araştırmalar ve kendi yaşadığımız tespitler ışığında söyleyecek olursak genelde geri toplumlarda çocuklara, ileride onların aile, siyaset ve iş hayatında belirleyici olan pek çok kötü davranışların uygulandığını söyleyebiliriz. Diğer bir deyişle toplumların kokuşmuşluğuna, gerilmesine ve gerilemesine sebep olan kimselerin çocuklukları kendilerine karşı yapılan kötü eğitim örnekleri ve davranışlarla doludur. Büyük bir ihtimalle onların anne babaları ve yakın çevreleri de aynı şekilde yetişmiştir. Sadece bireylerin değil, ileride toplumun ve hatta insanlığın huzurunu, refahını ve medeniyet seviyesini karartan aile içindeki bu olumsuz davranış biçimlerini ve bunların ileride büyük kitleleri etkileyen yansımalarını şu şekilde inceleyebiliriz:
İnsan tabiatına en uygun ahlak, sevgi ahlakı olduğu hâlde tarih boyunca bir kısım toplumlar daha çok, özellikle bağnaz din anlayışından, ideolojilerden ve diktatörlükten beslenen korku ve menfaat ahlakı ile güdülmüşlerdir. Bu durum aileler için de hemen hemen aynıdır. Oysa ki öyle bir yönetim hem güdenler hem de güdülenler için en büyük ahlaksızlıktır. Anne-babalar çocuklarına dediklerini yaptırmak veya onları bir şekilde yönlendirmek için baskı ve korkutma yöntemini kullanmaktan, hatta zaman zaman şiddet uygulamaktan geri durmamaktadırlar. Çocukları korkutma yöntemi olarak en çok Tanrı alet edilmektedir. “Allah seni çarpar”, “cehenneme atar”, “ateşte yakar” ikazlarını duymayanımız, bilmeyenimiz yoktur. Onu şeytanla ve diğer gizli güçlerle ilgili korkutmalar takip eder. Annelerin en fazla başvurduğu diğer bir korkutma vasıtası da babalardır. “Babana söylerim”, “baban duymasın”, “baban kızar”, “baban duyarsa sana para vermez”, “baban seni öldürür” türünden sözlerdir. Böyle bir yaptırım şekliyle anne çocuğa karşı kendini sevimli göstermeye, kötülük kaynağı olarak babayı işaret etmeye çalışırken aile içinde kendi güçsüzlüğünü de zımnen kabul ve ilan etmiş olur. Böyle toplumlarda korku vasıtası olarak jandarma, polis ve öğretmen de kullanılır. Özellikle kadınların kullanmaktan çekinmedikleri en acımasız yol ise “dediğimi yapmazsan hasta olurum / ölürüm / evi terk ederim / başkalarının annesi olurum” türünden blöflerdir. “Ben ölürsem /gidersem sana kim bakar?” türünden sözler de eğitim ve vicdan seviyesi düşük ebeveynlerin kullandıkları tehditler arasındadır. Böylece baba, yani otorite bilinçli veya bilinçsiz, açık ya da gizli olarak yüceltilmiş olur. Bu arada annenin şahsında bütün kadınlar silikleşir, değersizleşir. Korku ahlakına bağlı olarak evde ve her alanda sevginin ve istişarenin yerini itaat kültürü almaya başlar.
Çocukları korkutarak “hizaya getirme” anlayışı ve çabası, bu gibi acındırıcı sözlerde kalmayıp bir sonraki aşamaya geçer ve çeşitli türden cezalandırmaya, dayağa ve şiddete kadar varır. Böyle bir baskı ve şiddetten kurtulmak isteyen çocuk için en iyi çare yalan söyleme ve suçu başkasının üstüne yıkma, yani iftiradır. İlk önce cezadan kurtulma vasıtası olan yalan, iftira ve ihanet daha sonra şahsiyetin bir parçası hâline dönüşür. Sevgiyle, hoşgörüyle ve anlayışla büyüyen çocuk bu gibi yollara tevessül etmeye lüzum görmezken, korkunun ve şiddetin ürküttüğü çocuk yalan söylemeyi olağan bir davranış ve çare imiş gibi görmeye başlar. Korku, aynı zamanda nefret duygusunun da sebeplerinden biridir. Eğer hırslı, tamahkâr ve muhteris biriyse yalancılık türevleriyle birlikte daha da ileri boyuta ulaşarak meslek hâline gelir.
Böyle olumsuz şartlar altında yetişmiş bir kimse, eğer iyi eğitim ve çevre edinerek bu patolojik durumu beyninden atmamış ve ruh hâlini düzeltmemişse, ileride anne baba olması hâlinde bu yöntemi kaçınılmaz olarak çocuklarına ve yakınlarına da aynen uygulayacaktır. Dolayısıyla korku ahlakına dayalı bu aile içi eğitim sistemi ve buna bağlı şahsiyet bozuklukları kuşaklar boyu devam edip gidecektir. Bu ise bir ülke için her bakımdan büyük kayıptır.
Korku ahlakının asıl tahripkâr yönü kendisini böyle kimselerin iş ve siyaset alanlarında üst seviyelere erişmesi hâlinde gösterir. Bu insanlar ve çocukluklarında edindikleri kin ve nefret duygularını yenemedikleri takdirde kibir de kaçınılmaz olur. Rakiplerini can, mal ve namus korkusuyla tehdit etmek, sindirmek, şantaj yapmak, komplo düzenlemek, mobing uygulamak ve her türlü antidemokratik ve hukuk dışı yollara başvurmak bu insanlar için sıradan bir davranış hâline gelebilir. Bir kimse çocukluğunda ne kadar çok korkuyla büyütülmüş ve şiddete maruz kalmışsa ve eğer bunu dengeleyecek faziletlerden nasiplenmemişse ileriki hayatında elde ettiği mevki makamın gücü ölçüsünde bunun acısını çeşitli şekillerde çıkarmaya çalışabilir. Korku ahlaksızlığıyla büyüyen fakat ilerleyen zamanlarda psikososyal ve ekonomik olarak da geri kalmaktan kurtulamayan insanlar bu tür idarecilerin gönüllü destekçileri olur ya da haksızlıklara karşı durma cesareti gösteremezler. Zira bunlar da öbürleri gibi çocukluk ve delikanlılık çağlarında tatmadıkları sevgiyi kolay kolay anlayamazlar. Birinin sevgi göstermesinin arkasında mutlaka bir art niyet ve tuzak olacağını düşünürler.
Siyasi-askeri başarının ve üretim tarzının fizik güce dayandığı zamanlarda ve toplumlarda erkek, kadından hep üstün tutulmuştur. Ayrıca semavi dinler de erkeğe her alanda kadının önünde yer vermiştir. Sevimli, konuşkan ve küçük çocukların diğerlerine tercih edilip, diğerlerinin ötelenmesi de bir ayrımcılıktır. Bunlar dünyanın pek çok yerinde genellikle kanıksanmış veya kabullenilmiş olgulardır. Bizim burada asıl dikkat çekmek istediğimiz şey, çocuklar ve aile bireyleri arasında özellikle aile büyükleri tarafından yapılan ve masum bir eğlence / davranışmış gibi gözükmesine rağmen çocuk eğitimi açısından son derecede sakıncalı olan “beni mi daha çok seviyorsun, yoksa anneni / babanı mı, “ya annen, ya ben” tarzındaki ayırımcılıktır. Bilhassa anne ve babanın, birbirleri üzerinden yaptığı bu ayrımcılık, çocukların bilhassa ileri yaşlarda onlara karşı tarafgirliğin, ilgisizliğin, sevgisizliğin, nefretin ve tarafgirliğin ilk tohumları olabilir. En yakınındaki varlığa karşı ayrımcılık yapan bir kimsenin, diğer insanları ve varlıkları ötekileştirmesi gayet normaldir. Dolayısıyla aile ortamında başlayan bu ayrımcılık bu kişilerin ileride elde ettikleri güç ve etki genişliğine paralel olarak büyük yıkımların da ilk nüvesidir. Bu ayrımcılık ilerleyen zamanlarda “benim gibi inanmayan bizden / Müslüman değildir”, “ya bendensin ya onlardansın”, “ya dünya ya ahiret”, “ya Müslümansın ya demokratsın”, “bana oy vermeyene hizmet yoktur”, “kahrolsun ötekiler…” şeklinde dünyayı siyah ve beyaz iki renkten ibaret görmeye dönüşebilir. Zira çocuğa daha konuşmaya başlar başlamaz bir kalbe birden fazla kimsenin ve varlığın sığamayacağı aşılanmıştır. Dolayısıyla sevgi ve sevilecek varlıklar kısıtlanmış olmaktadır.
“Beni mi daha çok seviyorsun, anneni/babanı mı?” türünden yapılan ayrımcılık orada öyle kalmaz ve bu söze çoğu zaman “Beni sevdiğini söylersen sana çikolata veririm, parka götürürüm.” tarzında rüşvet teklifleri de eklenir. Ya da “Eğer anneni sevdiğini söylersen tokadı yersin.” türünden tehditler de savrulur. Fakat ertesi gün babanın olmadığı bir ortamda roller ve rüşvetler değişir, bu kez çocuk babasını değil, annesini daha çok sevdiğini söyler. Böylece bu iki yüzlülük çocuk belli bir yaşa gelinceye kadar devam edip gider ve çocuğun beynine en sevdiği varlıklara karşı bile ayrımcılık, iki yüzlülük, korkaklık, güçlüden yana olma, adam satma, menfaatçilik, kalleşlik, bencillik, kaypaklık, döneklik, rüşvet tohumları da ekilmiş olur.
Anne ile baba sevgisinin bile bir arada barınamayacağı şeklindeki bu yanlış şartlandırma aynı anda bir kalpte birden fazla sevginin barınamayacağı inancının yerleşmesine de sebep olur. Mesela eşini sever ama anne ve babasını gözü görmez, dinini sever ama milliyetini inkâr eder. Ya da ana kuzusu olur, eşini ikinci plana atar. Dolayısıyla sevilecek varlığın sayısı neredeyse bir tek varlıkla sınırlanır. Günümüzde fanatik dincilerin çevre kirliliğine, doğa katliamına, kendilerinden olmayan insanların başlarına gelen felaketlere karşı duyarsız kalmasının arkasında da çocuklukta aile ortamında başlayan böyle bir yanlış eğitim anlayışı vardır.
Bazı aileler çocuklarını çoğu kez farkına varmadan, sırf çocuğun daha mutlu olması için ona aşırı değer vermek, her istediğini yapmak, başarılarını abartmak, herkese bunu ilan etmek, akranlarına karşı üstün görmek, sorumluluk vermemek, evin her tarafına çocuğun boy boy resimlerini koymak, onun yapması gereken en basit işleri bile kendileri yapmak, makul olsun olmasın her isteğini yerine getirmek, özellikle çocuğun ağlayarak veya bağırarak bir şeyler yaptırmak istediği zaman hemen teslimiyet göstermek, lükse boğmak, hatalarını görmemek vb. suretiyle şımartırlar.
Bu yöntemlerden diğer biri de çocuğun yaptığı hatalardan başka bir şahsı veya eşyayı sorumlu tutmak şeklinde tezahür eder. Mesela çocuk yere düştüğü zaman yeri dövmek, kapıya çarptıkları zaman kapıyı döver gibi yapmak, bir şeyi kırdığında kırılan eşyayı azarlamak veya bu hatayı başka biri yapmış gibi hayalî şahsı suçlayıcı sözler söylemek en çok karşılaştığımız örneklerdir. Çocukluğunda bu şekilde şımartılan bir kimse tembelliğe, çalışmadan zengin ve mevki makam sahibi olmaya, kibirlenmeye ve diğer insanları kendisine hizmet etmek için yaratılmış varlıklar olarak görmeye yatkın hâle gelir. Çocukken istediği şeyi ağlayarak elde etme alışkanlığı büyüyünce benzer şeyleri kuru gürültüyle, tehditle, şantaj ve şiddet yoluyla elde etmeye yöneltir. Yine bu tarz bir hatalı eğitim, mantıklı ve makul düşünmeyi önler, medeni cesaretin gelişmesini engeller, kibir ve ego patlamasına sebep olur, kişiyi empati yapamaz hâle getirir, bencilleştirir.
Anne ve babaların, çocuklarının hatalarından ve başarısızlığından dolayı başka birini sorumlu tutmaları ise en tehlikeli şımartma yöntemidir. Çünkü böylece çocuk, “ben” ve “öteki” kavramını birbirine karıştırır, makul ve mantıklı düşünme becerisi elde edemez ve kendisini hep hatasız ve haklı görür, gerçekle yüzleşme, hatalarını kabul etme erdemine asla sahip olamaz, suçu başkalarına atmayı alışkanlık hâline getirir. Bunların lügatlerinde asla hatalarını kabul etmek ve özür dilemek yoktur. Küçüklüklerinden beri yaptıkları için kötülüklerin sorumlusunu bulmada pek mahirdirler. Ancak çok zor durumda ve daha büyük kayıplara uğradıklarına kesin kanaat getirince şeklen geri adım atarlar. Bu tür bir çocukluk yaşayan kimseler dinî duyguya sahip iseler, kendi hatalarının ve günahlarının sebebini kadere, yani Tanrı’nın üzerine ve şeytanın aldatmasına yükler.
Bu sorumluluktan kaçmanın daha masum görünen diğer bir şekli ise “şanssızlık” ve “elde olmayan sebepler”dir. İdareci konumundaki kimseler ve özellikle siyasiler bunu yaparken aynı tarzda yetişmiş olan bir kısım seçmen ve halk tabakası da bunu kolayca onaylar ve itaat ederler. “Dış güçler” ise siyasi literatürümüze yeni girmiş bir kavram olmakla birlikte suçu hep başkalarına yüklemek alışkanlığına sahip olarak yetişen siyasilerin en çok kullandığı ve seçmenin de en çok etkilendiği günah keçisi olmuştur. Hâlbuki çocukluk yaşlarda elde edilen bu davranış bozukluğu bir ülkenin demokratik, kültürel, siyasi, sosyal açılardan olgunlaşması için en büyük açmaz demektir.
Çocuklarına nasıl davranılacağını bilmeyen ailelerin, onlar üzerinde kalıcı hasar bırakan hatalardan biri de körpe beyinleri söz ve davranışlarla değersizleştirmektir. Aile içindeki dayak, kötü söz, sorularına cevap vermeme, fikirlerini söylemesine müsaade etmeme, sorumluluk vermeme, hatasını yüzüne vurma, alay etme, kardeşler arasında ayrımcılık, yeterli harçlık vermeyerek ve kötü giydirerek çocuğu arkadaşları arasında mahcup duruma düşürme, akranlarıyla ve okul arkadaşlarıyla karşılaştırarak onları aşağılama, çocuğun bedensel özrü sebebiyle hor görme veya koruma maksadıyla olsa dahi bu durumu hissettirme çocuğun kendisini değersiz hissetmesi ve yeteneklerini kullanamaması için yeterli sebeplerdir. Çocukların üzerine aşırı titreme, çocuk kendi başına yemeğini yiyebilecek çağa geldiği hâlde yemeğini annenin yedirmesi, ayakkabı ve elbisesini giydirmesi, bir yere kendi başına gidebilecek olgunluğa eriştiği hâlde babanın götürmesi, başına bir şey gelir korkusuyla dışarı bırakmama, kendi başına iş yapmasına izin vermeme onu değersizleştirdiği gibi hayatın içine girmesine de mâni olur.
Bunların sonucunda çocuğun düştüğü değersizlik duygusu ya ömür boyu devam eder ve onu aşağılık duygusunun sardığı pısırıklığa, öz güven kaybına, yalnızlığa, içe kapanmaya, başarısızlığa, hatta intihara iter veya bunu telafi etmenin yollarını araştırmaya sevk eder. Bunu gidermenin yolu olarak çocuk buluğ çağından itibaren hırslanıp çok çalışmaya yönelebilir ve bunun sonunda özgüven tekrar gelebilir. Zaten pek çok iş adamının, politikacının, sanatçının ve bilim adamının başarısının arkasında böyle bir dürtü vardır.
Değersizlik duygusunu üzerlerinden atamayan ve yalnızlaşan, yeteneklerini kullanamayan ve kendi hâlinde sade hayat yaşayan insanlar toplum için elbette kayıptır. Görünürde onların bu pasif durumu toplum için fazla ziyan değildir. Ama, aynı zamanda menfaatçi olan sürü zihniyetine sahip bu kimseler onları, kuvvetlilerin kolayca kullanmasına imkân verir ve “kuvvetlilerin kurşun askeri” diye tabir edilen seçmen kitlesi oluştururlar. Beceriksiz, yeteneksiz ve silik görünüşlü bu kimselerin kurnazlıkları, dalkavuklukları ve çeneleri sayesinde hedeflerine ulaşmaya çalışmaları da çok sık karşılaşılan bir tutumdur.
Değersizlik duygusuna sahip olmadan doğan kayıp, değersizlik ve aşağılık duygusunun marazi hâle gelerek şahsın kendini ispatlama yönüne gitmesi ve bu duygunun sorumlusu olan kimselerden ve çevreden bunun acısını çıkarma hissine kapılması sonucunda oluşur. Böyle insanlar kendilerine değer verecek yeni arkadaşlar, çevreler edinmeye çalışır ve bunun sonunda bu hislerini giderirmiş gibi gözüken kimselerin elinde çeşitli suç örgütlerine katılabilir, en yakınlarında bulunanlara ve kendilerini himaye edenlere ihanet edebilir, büyük bir hırsla her türlü yola başvurarak zengin olmanın, gösteriş yapmanın, lüks yaşamanın, isminden bahsettirmenin yollarını aramaya çalışır. Bir yerlerde yönetici olmaları hâlinde kendilerini ispat etmek ve gösterişli hayat sürmek için kanun dışı işlere girebilir ve baskıcı yöntemlere başvurabilir. Bu psikoloji, siyaset alanında çok daha yıkıcıdır. Tarih boyunca politika sahnesinde gördüğümüz çeşitli olumsuzluklara sahip kimselerin büyük bir kısmı bu psikolojiden kendilerini kurtaramamış muhterislerdir.
Özellikle sağlam bilinç, irade ve istikrar sahibi olmayan, mantıklı ve gerçekçi düşünemeyen aileler çocuklarını ya başıboş yetiştirirler ya da uygulanması çok zor kurallar koyarak çocukları adeta cendereye sokarlar. Oysa ki çocuk gelişimi açısından insan fıtratına uymayan ve gerçek hayatla bağdaşmayan kurallar da kuralsızlık kadar zararlıdır. Birincisinde baştan beri kuralsız ve disiplinsiz yaşayan çocuklar ileriki hayatlarında sosyal kurallara ve kanunlara uymakta zorlanırken ikinci tarzda büyüyen çocuk, aile baskısından kurtulacak yaşa geldiğini hissettiği andan itibaren zincirlerini kırmaya çalışır.
Bazen de aileler kendi koydukları kurallara ve genel ahlak yasalarına kendileri uymadıkları gibi çocuklarının riayet etmesi için özel bir gayret de göstermezler. Bu da çocuğun kanunlara ve ahlak kurallarına karşı kayıtsız kalmasına sebep olur. Bir kısım aileler, çocukları için kurallar koysalar bile çocuk buna uymadığı takdirde onun karşılığı olarak belirtilen cezayı tatbik etmezler. Hatta bu duruma gülüp geçerler. Ailelerin, kendi koydukları kuralları çeşitli gerekçelerle daha mürekkebi kurumadan ve sık sık değiştirmesi çocukların zihninde kuralların esasen boş bir şey olduğu, ya da çiğnenmesi hâlinde başına iş açmayacağı, bela gelmeyeceği duygusunun yerleşmesi sonucunu doğurur. Bu durum çocukta her zaman kesin sözlerle kural koyup, çok ağır yaptırımlar uygulayacağını yüksek sesle ilan eden, fakat kuralların ihlali hâlinde sessiz kalan anne ve babaya karşı güvensizlik ve değersizlik duygusunun da sebebidir. Anne baba artık çocuğun gözünde saf bir yalancıdır, güçsüzdür, çaresizdir, bu nedenle de sevilecek, korkulacak, saygı duyulacak varlıklar değildir. Daha kötüsü, çocukluk dönemlerindeki bu kural kırıcılık ileriki zamanlarda kanunsuzluğun, kanunların lüzumsuzluğu düşüncesinin, kanun ve kanun adamı tanımazlığın da tohumlarıdır. Sahte evrak tanzimi, vergi dâhil her türlü kaçakçılık, rüşvet, kanuna karşı hile, kanun adamlarına, dürüst devlet görevlilerine tepeden bakma, onları tehdit hep böyle kötü çocukluk dönemi üzerine bina edilmiş, insanların refah ve huzurunu tehdit eden marazi davranışlardır.
Bir toplumun ve devletin önündeki en büyük engellerden biri de insanların, yüksek ideallere sahip, geniş ufuklu, özverili vatandaş olmak yerine bütün davranışlarını ve tercihlerini kendi çıkarlarını gözetecek şekilde düzenlemesidir. Evde çocukların yanında bilimden, tarihten, kültürden, sanattan, felsefeden, adaletten, faziletten, iyilikten, fakirlere destek olmaktan, çevre ve toplum için faydalı şeyler yapmaktan değil de hep paradan, almadan, satmadan, komşuların ve tanıdıkların evlerinden, arabalarından, giyimlerinden, yaşam tarzlarından konuşulması, paranın her kapıyı açtığından, dürüstlüğün karın doyurmadığının sık sık tekrarlanması ve ödeme imkânı olduğu hâlde alınan borcun ödenmemesi veya geç ödenmesi, çocuğu basit düşünceli, kişiliksiz, bencil, muhteris ve maddiyatçı yapmak için yeterlidir. Aile arasında bir işi mutlaka maddi bir karşılık bekleyerek yapmak, çocuğu aşırı şekilde ödüllere boğmak hem onun egosunu şişirir hem de çocuğun karşılıksız sevmeyi ve çıkarsız iş yapmayı öğrenmesine engel olur.
Çocuğun para ve hediye karşılığında camiye gitmesini, namaz kılmasını, oruç tutmasını sağlamak ve bu alıştırma sürecini uzun tutmak, bunların ödülü olarak, Allah’ın bu dünyada her türlü isteklerimizi kabul edip bize bol bol dünyalıklar vereceğini tekrarlamak, hep cennetteki nimetlerden, hurilerden bahsetmek de çocuğu ihlaslı davranışlar yerine menfaatçiliğe sevk eder. Böyle yetişmiş insanlar başta Tanrı olmak üzere her türlü varlığa menfaat saikiyle yönelir. Aynı şekilde özellikle dinî kurumlardaki çocukların zekât, sadaka, fitre, kurban gibi yardımlarla büyütülmesi, aldıkları yardımlardan kendilerinden daha muhtaç kimselere yardım etme alışkanlığının verilmemesi, yani “alan el” hâlinden “veren el” hâline geçememesi de ileride dinsel istismarın önünü açan kötü bir davranıştır. Böylece çocuğun güdülenmesine ideal ahlak anlayışının tam karşıtı olarak korkunun yanına bir de menfaat eklenmiş olur. Öyle ki, namaz gibi en kutsal bir ibadet bile Allah sevgisinden değil, korku ve menfaat dolayısıyla ifa edilir.
Şahsiyeti çocukluk döneminde böylesine olumsuzluklarla şekillenen bir kimse bu durumu üzerinden kolay kolay atamaz. Memuriyet hayatındaki yolsuzlukların, siyasetteki dönekliklerin, ticaretteki ahlaksızlıkların temel sebebi böyle kötü bir çocukluk devresidir. Hiç vermeye alışmayan kimseler, vatandaş olarak yapabileceği en basit bir işi bile devletten veya başkasından bekler, Memur iseler vereceği hizmetten çok, alacağı maaşı ve çalışmadan bunu daha fazla artırmanın yollarını düşünür. Seçmen veya bir partide delege iseler bu konumlarını maddiyata çevirmenin yollarını araştırırlar. Eğer seçilecek kimseler de aynı zihniyette iseler bunların birbirleriyle anlaşmaları zor olmaz. Böylece demokrasi fazilet rejim olacak yerde oligarşiye dönüşür. Yine aynı tipteki kimseler menfaatleri için en kutsal değerleri ve dini, siyasi ve maddi emellerine alet etmekten çekinmezler. Yakın tarihimizde holding çapındaki büyük dolandırıcılıkların din adına yapılmış olması, dini kullanarak zengin olan siyasetçilerin, tarikatçıların ve cemaat mensuplarının sayısının artması ve muskacılık türü şarlatanlıkların çoğalması tesadüf değildir.
Çocuk terbiyesinde diğerleri kadar dikkat çekmeyen fakat onun ileriki zamanlarda hayatını ciddi şekilde etkileyecek olan hususlardan biri de duygusal zekâdır. Duygusal zekâsı kuvvetli olan insanlar sevgi, saygı, temizlik, kibarlık, sabır, vakar, anlayış, hoşgörü, nezâket, empati, hitabet ve güzellik duygusu gibi meziyetleri sayesinde insanlarla daha olumlu ilişki kurarlar. Bu meziyetler aynı zamanda yüksek kültürün ve uygarlığın da temel taşlarıdır. Aile içinde sevgisizliğin, anlayışsızlığın, inceliğin ve empatinin yokluğu anlamına gelen hep bağırarak, emrederek, küfürlü konuşma nesillerin ruhen ölmesi için yeterli sebeplerdir. Aile bireylerinin kin ve nefret duygularını sözle veya saldırıyla dışa vurmaları, cezalandırma yöntemlerinin şiddete dayalı olması ise çocuk gelişimi açısından en büyük cinayettir. Aynı şekilde aile bireylerinin özellikle de anne ve babaların birbirlerine karşı iltifat ettiklerini duymayan, “lütfen”, “teşekkür ederim”, “asıl ben özür dilerim” gibi nazik sözlerden mahrum büyüyen çocuklar da toplum ve uygarlık adına kaybedilmiş demektir. Mantıklı ve çok yönlü düşünme yeteneğine ve empati yapma erdemine sahip olmayan kimselerin, beyinlerini tek yönlü bilgilerle doldurmaları da kaba ve ruhsuz yığın olmanın sebepleri arasındadır. Hayatın güzelliklerine, her kademede dürüst, erdemli, faydalı, güzel insanların da olduğu gerçeğine gözlerini kapatarak hep hastalıktan, düşmanlıktan, düşmanlardan ve olumsuzluklardan konuşmak da çocuğun ruhunu ve azmini köreltir, insanlara ve istikbale güveni yok eder. Çocuğu insan, sanat, ağaç, çiçek, kuş, hayvan sevgisinden uzak yetiştirmek de ruh sağlığı açısından diğerleri kadar zararlı davranışlardır. Çocukları şiirden, tiyatrodan, müzikten, resimden, espriden, mizahtan, ironiden, şakadan mahrum yetiştirmek onun öğrenme, algı, ifade becerisini ve hayattan zevk alma duygusunu köreltmekle kalmaz, kaba ve uyumsuz da yapar. Bu olumsuzluklara başta “arabesk”, “yeşil pop” ve “rap” olmak üzere geniş bir yelpazeye sahip, müzikal değeri çok düşük olan yoz müziği de dahil etmek gerekir. Böyle olumsuz bir çocukluk yaşayanlar, ileriki hayatlarında da bunu devam ettirirler.
Onların yüksek seviyeli idareciler olması, kin, kibir ve düşmanlık duyguları ile birleştiğinde kariyerleri, mevkileri ve makamları ne olursa olsun küfürlü ve kaba konuşmaya devam ederler. Zira bunların kelime dağarcıkları ve kendilerini ifade etme yetenekleri gelişmediği için toplum karşısında bile böyle konuşmaktan ve kaba davranışlar sergilemekten başka seçenekleri yoktur. Üstelik çok da alıngandırlar.
Bireyler gibi toplumlar da yaşantılarını gerçek olmayan bilgiler ve kesin inançlar üzerine inşa edebilirler. Akılcılığın, gözlemin ve deneyciliğin olmadığı yerde hurafeler ve kesin inançlar hüküm sürer. Bunun ise en yaygın iki kaynağı din ve ideoloji kökenli taassuptur. İnsanlar sevgiden, felsefeden, matematikten, pozitif bilimlerden, ince sanatlardan, kültürel ve bilimsel seyahatlerden ve müze ziyaretlerinden ne kadar uzak kalırsa bu taassup o kadar artar. Uygarlığın önündeki en büyük engellerden biri olan hurafecilik de daha çok dinden beslenir. İslâmî hurafelerin büyük bir kısmı Yahudiliğe, Hristiyanlığa ve İslâm öncesi Arap ve İran kültürüne dayanır. Müslümanlar arasında mevcut olan gelenekselleşmiş inanışların pek çoğunun Kuran’da delili olmasa da bunlar çoğu kimse için iman hâline gelmiştir. Bu sebeple akıl ve bilim ne derse desin bu kimseleri ikna etmek kolay değildir. Bu kimseler genellikle medeni cesaretten ve bireysel özgüvenden yoksun oldukları için yeniliklere kapalıdırlar. Dolayısıyla lider sultasına her zaman gönüllü olarak teşnedirler. Bu şekilde yetişmiş kimseler, sosyal ve siyasi hiyerarşide üst seviyelere geldikleri zaman realitenin değil, kendi inandıkları doğruların esaretinde hareket eder ve akılcı, ilerici atılımlar, yenilikler yapamazlar. Güvenli gördükleri eski yöntemleri aynen devam ettirirler veya en fazla günü kurtarmanın yolunu, çaresini ararlar. Devlet veya iş adamı olmanın zorunlu gereği olarak bilimsel ve teknolojik gelişmeyi takip etmek mecburiyetinde kalsalar bile zihinleri bilgi ve teknoloji üretmede konusunda köklü hamleler yapmaya müsaade etmez. Onun yerine, günü kurtaracak ve kendi emellerini gerçekleştirecek şekilde bilgi ve teknolojiyi satın almayı tercih ederler. Beraber çalışacakları kadroları da kendileri gibi düşünen insanlar arasından seçerler. Aynı şekilde hurafelerle büyümüş olan seçmenler de kendileri gibi düşündükleri için aklın ve çağın gerçeklerinden uzak yöneticileri tencere-kapak misali kendilerine daha yakın hissederler.
Hep cinlerden, perilerden, Kaf Dağının ardındaki devlerden, kötü kalpli cadılardan ibaret masallarla büyüyen insanlar akılcı felsefeyle tanışmadıkları sürece gerçek hayatla ilişki kurmakta zorlanırlar. Aynı şekilde kahramanlık ve kabadayı hikâyelerine, filmlerine, abartılmış hamaset edebiyatına fazla düşkün olanlar, aslında kendilerindeki eksiklikleri hayranı oldukları kahramanların şahsiyetleri ile telafi etmiş olurlar. Bu kimseler onlar gibi giyinmek, yürümek, konuşmak, yaşamak yoluna gider, her fırsatta onları taklit ederler. Böylece onlarla özdeşleşmiş olurlar. Bu zihniyet yapısı aynı zamanda ayrımcıdır da. Olaylara, fikirlere ve şahıslara sadece siyah-beyaz, benimki ve başkalarınınki penceresinden bakarlar. Bu durum özellikle buluğ çağındaki delikanlılarda görülür. Bir kimse ergenlik çağının bu ruh hâlini aşıp da soyut düşünme yeteneğine ve gerçekle gerçek olmayanı ayırt etme olgunluğuna erişemezse ileriki yaşlarında da öyle kalırlar. Hayranı oldukları tarihi devirleri, şahsiyetleri ve günlük kahramanları öyle yüceltirler ki onlarla ilgili en ufak bir tenkide tahammül edemezler. Zihinlerinde yücelttikleri bu şahsiyetlerin düşmanları aynı zamanda kendi düşmanları hâline gelir. Zira kurguladıkları hayal dünyasının yarattığı konforun dışına çıkma becerileri gelişmemiştir. Yakın zamandaki bunun en iyi örneği 2004 yılında “Kurtlar Vadisi” isimli dizinin kahramanı olan Çakır’ın, rol icabı ölmesi üzerine sevenlerinin gıyabi cenaze namazı kılıp, gazeteye hem de dört yıl sonra vefat ilanı vermeleridir[2]. Yine “İçerde” isimli başka bir televizyon dizisinde Uğur Yücel’in canlandırdığı Kudret ölünce, sevenleri öyle etkilenmişti ki “merhum”un ardından helva kavurup dağıtmışlardı.
Böyle bir psikolojik geri kalmışlık onların özel hayatları ile sınırlı kalmayıp, her alana sirayet eder. Mesela tarihçi iseler bazı simaları idol hâline getirebilir, tarihin hep parlak sayfalarını öne çıkarırlar, yenilgileri, olumsuzlukları hiç gündeme getirmezler veya bunların sebeplerini başka yerlerde ararlar. Aynı ruh hâli siyasetçilerde çok daha bellidir ve keskindir. Böyle bir hayal dünyasına sahip seçmenler, adreslerini aynı kafaya sahip “büyük”lerinin zihniyet mekânlarına kolayca taşıyabilirler. Din konusunda böyleleri için öne çıkan konular, dinlerin ahlakî öğütleri ve düsturları değil, mucizeler, kerametler, sihirler ve büyülerdir. Hayal kurmak ve bilimsel metotlar kullanarak hayallerin peşinde gitmek yaratıcılığın en önemli saiklerindendir. Fakat kolay kazanç hırsı ve tembellikle birleşen bir hayalperestlik kolay yoldan lüks hayat demek olan definecilik, altın, petrol gibi kıymetli madenler bulma hayalini de besleyebilir. Bu yüzden, seçmenin bu hayalcilik ve bedavacılık yönünü iyi keşfeden bazı siyesiler, onların bilinç altına hitap ederek evleri “kış soğuklarında kapıları, pencereleri açacak kadar ısıtacak şekilde” her seçim öncesinde muazzam petrol, doğal gaz yatakları bulur ve fütuhat ruhunu okşayacak biçimde “Ay’a çıkarlar”!
Utangaçlık her ne kadar istenmeyen psikolojik bir sorun ise de onun karşıtı olan utanmazlık duygusu çok daha büyük problemdir. Çünkü birincisinin zararı sadece o şahıs ile sınırlıdır. Kendini ifade edemeyen, yetersiz gören, anlaşılmamaktan veya yanlış anlaşılmaktan korkan bir kimse fazla geniş çevre edinemez ama bir kısım yeteneklerini pekâlâ gösterebilir. Fakat utanmama duygusuna yitirmiş kimseler söz dinlemezler, hatalarını düzeltmezler, saldırgandırlar, ukaladırlar ve yüz kızartıcı suç işlemeye yatkındırlar. Bu sebeple bunlar hem kendisi hem de toplum için kaybedilmiş kimselerdir. Aile içindeki disiplinsizlik, ilkesizlik, boş yere yemin etmeler, abartılı konuşmalar, kavgalar, hakaretler, iki yüzlülükler, abartılı sevgi gösterileri, ulu orta cinsel içerikli sözler, şakalar ve davranışlar çocukların utanma duygusunu zedeler. Bundan daha önemli olarak, özellikle çocuk yetiştiren bir aile için en büyük kayıp herhangi bir olumsuzluk karşısında “bu bana / bize yakışmaz” düşüncesinin yok olmasıdır. Bu gerçeği bilen Hz. Peygamber bunun içindir ki “utanmadıktan sonra istediğini yap” demiştir. Zira bu duygu ve davranış, vicdan ve empatiyle birlikte güzel ahlakın temelidir. Öyle ki dinî hassasiyeti olmayan kimseler bile bu duygular sayesinde pek çok dindardan daha üstün ahlaka sahip olabilmektedirler.
Utanma, ar, haya, namus, izzetinefis, şeref duygularını yitirmiş kimseler, sahip oldukları ihtirasın büyüklüğü ve ellerine geçirdikleri imkânların, yetkilerin ve fırsatların genişliği ölçüsünde idareleri altındaki insanlara zarar verebilirler.
Bu duygularla yetişmiş güçsüz, iradesiz ve köle ruhlu basit hedefli kimseler ise onların gönüllü sempatizanları, destekçileri ve hatta militanları olabilirler. Böylece utanma duygusunu kaybetmiş muhteris yöneticiler kendilerine muazzam bir hükümranlık alanı elde ederler. Zira utanma duygusundan mahrum muhterislerle, bu duygudan yoksun pasif kitleler aynı tornadan çıkmış gibi birbirlerini tamamlarlar.
Aslında sadece bunlar değil, yukarıda sekiz madde ile özetlediğimiz davranış bozukluğuna sahip insanlar da böyledir. Bu olumsuz faktörler genelde tek tek değil, diğerleriyle birlikte şahsiyetin teşekkülünü sağlar. O zaman olumsuzluklar kalıcı ve marazi şahsiyet bozukluğuna dönüşür. Bu ise sadece o kimsenin değil, onun ailesi ve toplum için de ciddi problem hâline gelir.
Korku ahlakıyla ahlaklanmış muhteris ve güçlü kimselerle aynı şekilde yetişmiş güçsüz kimseler; çocuklar arasında ayrımcılık yapan ailede büyüyen muhteris ve güçlü kimselerle zayıf kimseler; şımartılmış muktedirlerle, çocukluğunda şımarık yetiştirilmiş olmakla beraber sonradan güç sahibi olamayan kimseler; çocukluklarında aşağılanmış olduğu hâlde ileriki zamanlarda güç ve imkân sahibi olanlarla aynı duyguyla büyüyen fakat güçlü olamayanlar; mutaassıp, hurafeci ve hayalperest ortamda yetişen fakat ileriki hayatlarında üst mevkilere gelenlerle gelemeyenler; kuralsız, disiplinsiz yetişmekle beraber hayata atıldıklarında geniş kitlelere hükmetme imkânı bulanlarla bundan mahrum kalanlar; çocukluklarında menfaatin her şey demek olduğu öğretilen idarecilerle aynı davranışlara sahip sıradan insanlar; kaba ve ruhsuz bir aile ortamında çirkinleşmesine rağmen ileriki hayatlarında geniş kitlelere hükmetme şansı elde edenlerle, aynı özelliklere sahip olduğu hâde alt sosyal tabakadan kurtulamayan kimseler bir paranın iki yüzü veya maddenin katı veya gaz hâli gibidir. Bu sebeple bunların birbirlerini tanıması, anlaması ve yardımlaşma içinde bulunmaları çok kolaydır.
Sonuç olarak, Türkiye’nin asıl problemi şu veya bu parti, ya da şu veya bu ideoloji tarafından yönetilmesi değil, insanlarımızın daha küçük yaşlarından itibaren düzgün karakter ve ahlak sahibi, fikri hür, vicdanı hür, irfanı nesiller yetiştirmektir. Bunun için uzun süreli ve kalıcı ciddi bir eğitim seferberliği şarttır.
[1] Nusret Çam, “İslâm Ülkeleri Ne kadar Müslüman?” Web sitesi: https://millidusunce.com/misak/islam-ulkeleri-ne-kadar-musluman/
[2]http://www.habervitrini.com/magazin/iste-kurtlar-vadisinin-cakiri-icin-verilen-vefat-ilani-126060/. Erişim tarihi 28 Kasım 2017 saat 13.05